KÖTÜLÜĞÜ ENGELLEME GÖREVİ

Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû aziz ve sevgili Akra dinleyicileri!..

Allah-u Teâlâ Hazretleri cümlenizi, sevdiklerinizle beraber iki cihanın her türlü hayırlarına sahip ve mazhar eylesin...

Peygamber SAS Efendimiz'in bir veya iki hadis-i şerifini açıklamak istiyorum: Peygamber SAS Efendimiz Cerîr RA'ın rivayet ettiği, İbn-i Ebid Dünyâ'nın kaydettiği bir hadis-i şerifinde buyuruyor ki:

(Eyyü mâ kavmin umile fîhim bil meâsî hüm eazzü ve ekser, lem yugayyirû illâ ammehümullahu biikàbihî) Sadaka rasûlüllah.

Sosyal bir konuyu, cemaatle ilgili bir meseleyi anlatan bir hadis-i şerif... Buyuruyor ki Peygamber Efendimiz: "Herhangi bir kavim ki, içinde kötülükler, günahlar, isyanlar icra olunuyor da; onlar daha çok olduğu halde, daha izzetli, kuvvetli oldukları halde, o isyanları durdurmuyorlar, o kötülükleri, günahları engellemiyorlarsa, muhakkak Allah-u Teâlâ Hazretleri azabını hepsine birden şâmil eder." Yâni, sadece isyanı yapan, günahı işleyenleri değil; isyana sessiz kalanları, aldırmayanları da ikàbına maruz bırakır, cezasını onlara da şâmil kılar, hepsini birden cezalandırır demek...

Sadaka Rasûlüllah, Rasûlüllah doğru söylemiştir, ne kadar güzel söylemiştir. İslâm, ferdin kendi hayatına önem verdiği kadar, topluluk hayatına da çok büyük önem veriyor, değer veriyor ve o konuda da nizam getiriyor, ölçü getiriyor, kàide getiriyor, esasları ve usülleri koyuyor.

Şimdi, insanlar şahsen günah işlemeyecekler, Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin yapma dediği, yasak ettiği kötülükleri yapmayacaklar. İslâm'ın emirleri ana ölçü olarak beş esası ihtiva ediyor, beş ana hedefe yönelmiş bulunuyor. Bu ana hedeflerden birisi de, toplumun ıslahıdır.

--İslâm dini acaba sadece ferdin dini midir, sadece fertle mi ilgilidir?.. Hani;

Din bir duygu, ona kimse ilişmez,
Lâikliği ben böylece bileyim.

diye şiirler okuturlardı okullarda... Din ferdî bir duygu mudur; sadece fertle, ferdin ruhî hayatıyla mı ilgileniyor?..

--Hayır, bizim dinimiz öyle değil!.. Bizim dinimiz fertle de ilgileniyor, onun ruhuyla da, kalbiyle de ilgileniyor, imanıyla da ilgileniyor... Hareketleriyle de ilgileniyor, toplumla da ilgileniyor. Hattâ toplumun devamı için, nesille ilgileniyor... Hattâ insanların malları ve mülkleriyle ilgileniyor. Malın mülkün telef edilmemesini, zarara uğratılmamasını da, esaslar koyarak gösteriyor.

İslâm'ın ana hedeflerinden birisi toplumdur. Emirlerindeki ve yasaklarındaki amaçlardan bir tanesi, toplumun menfaatlerini gözetmek, korumak, kollamaktır. O halde İslâm, aynı zamanda sosyal yönü çok çok kuvvetli olan bir din olarak karşımızdadır.

Bugünkü toplumlarda, hattâ sosyal toplum denilen, Batılıların kendi kendilerine, "İşte biz halkı, toplumu düşünüyoruz, toplumun menfaatlerine önem veriyoruz." diye kurdukları usüllerle yönetilen toplumlarda; veya ferdi ve hürriyetleri toplum için feda etmiş olan komünist toplumlarda bile, nihayet insanların şahsî durumlarıyla ilgilenilmez, onların işledikleri kusurlar ve günahlarla ilgili bir şey söylenmez. Evinde insan ne yaparsa yapar. İsterse herkes için hoş olmayan bir şeyi de yapsa, kimse karışamaz. Çünkü kendisinin evidir deniliyor. İslâm öyle değil...

İslâm insanın kendisiyle, toplumuyla, eviyle, ruhî hayatıyla, aklıyla, kalbiyle her şeyiyle uğraşıyor. İslâm'da bir insan, "Bu benim malımdır, istediğim gibi kırarım, dökerim, yakarım, yıkarım!" da diyemez. Kendi malı olduğu halde, kendi malına telef vermeğe hakkı yoktur. Verdiği takdirde, kadı onu da cezalandırabilir.

İslâm'ın bu ana yapısı çok güzel bir yapı, çok muhteşem bir yapı... Bütün beşerî nizamlarla mukayese edilemeyecek kadar, onlardan üstün olan olan bir karakteri bu dinimizin... Elhamdü lillâh ki, Allah bizi müslüman yaratmış.

Şimdi, insan şahsen günah işlemeyecek, günahlardan, haramlardan sakınacak. Ferdî olarak, öz hayatında, hiç kimsenin olmadığı bir yerde, dağın başında, veya bir odanın içinde, veya karanlık bir gecede; kimsenin görmesi ve ilgilenmesi mümkün olmayan bir yerde bile, Allah'a karşı, Allah'ın kendisini gördüğünü bilerek hareket edecek. Allah'ın kendisini gördüğünü bilmesi, o edebe riayet etmesi çok yüksek bir makamdır İslâm'da... Buna makàm-ı ihsân diyoruz. Yâni ibadeti en güzel derecede yapmak makamıdır; çok güzel...

İnsan ferden, yalnız başına, en karanlık yerde, en tenha yerde bile olsa, günah işlemeyecek. Şahsen Allah'ın emirlerini tutacak, sevaplı işleri yapmağa çalışacak, Allah'ın emrine uymağa çalışacak. Ama, bu yetmiyor. Toplulukta başkalarının günah etmesi karşısında da, müslümanın bir tavrının olması lâzım!.. Başkalarının Allah'ın rızâsına uygun olmayan işler yapması halinde de, onlara karşı bir sorumluluğu var... Bu çok yüksek bir sorumluluktur, çok yüksek bir fazilettir. Ne yapması lâzım?.. O kötülüğü yaptırmamağa çalışması lâzım!..

Bugün modern ülkelerde, işte vatandaşlık şuuru deniliyor. Nizamları korumak için, onların bazı şeyleri akledip yapmaları gerektiği, vatandaşlığının gereği olan birtakım müdahaleleri yapması; polis olmadan polis gibi, bir suç işleyen, kötü bir şeyi yapan kimseye müdahale etmesi gerektiğini söylüyorlar. Ama İslâm, bu konuda çok daha ileri... Buyuruyor ki Peygamber Efendimiz:

"--Bir kavim, bir topluluk, bir toplum, bir insan grubu; belde, kasaba, şehir neyse... Köy veya bir grup insan... Bunların içinde bazıları günah işliyor. Sen işlemiyorsun ama, sen de o gruptasın. Günah işleyenler eğer azınlıkta ise, günah işlemeyenler daha aziz, yâni miktar bakımından daha fazla ise, daha çoksa ve güç yetirebilecek durumda ise; günah işleyenleri engelleyecek, o yapılmaması gereken şeyi yaptırmayacak güçte ise; (ve lem yugayyirû) ve o kötülüğü engellemiyorlarsa..."

Demek ki, ne yapacaklar?.. Elleriyle fiilen müdahale edecekler, derhal tavır alacaklar ve yaptırmamak için fiilî tedbirler nelerse, onları yapacaklar. Çünkü, kötülük bir zarardır, yanlıştır, doğru değildir. Onu yaptırmamak için, elinden geleni yapması, bütün gayreti göstermesi gerekiyor.

"Öyle yapmadılar; (ve lem yugayyirû) değiştirmediler o isyan pozisyonunu, o şartları... Yapılan işe müdahale etmediler." "Yapsın, bana ne, ben yapmıyorum ki! Allah ona cezasını verir. İşte ben namaza gidiyorum, camiye gidiyorum." diyemez. Böyle derse ne olur?.. (İllâ ammehümüllàhu li ikàbihî) "Allah o zalimlere, o günahkârlara vereceği cezayı sadece günahkârda bırakmaz; bütün o topluma, o duygusuz topluma, o kötülüğü engellemeğe çalışmayan topluma, o günahkârı günahından vazgeçirmeye fiilen müdahale etmeyen, sözle nasihat etmeyen, engellemeye çalışmayan, tavır koymayan topluma ikàbını, cezasını, azabını umûmî olarak indirir." Yâni, hepsini cezalandırır.

O halde burda İslâm'ın, başka bütün toplumlardan çok daha farklı bir yönünü görmüş oluyoruz. Bütün medenî hukuk sistemlerinden daha üstün bir tarafını görüyoruz. Hiç bir sistemde olmayan bir güzel tarafını görüyoruz: Kendisi günah işlemeyecek, faziletli insan olacak... Şimdikilerin hoşuna gidecek sözü de söyleyelim: İyi bir vatandaş olacak... Amma, yeterli değil!.. Ne olacak?.. İyi olmayan insanların, günah işleyen insanların, kötü vatandaşların o kötülükleri yapmasını engelleyecek şekilde hedef alacak, faaliyette bulunacak ve çalışmalar yapacak!.. Bütün gayretini gösterecek!.. Bu gayreti göstermediği zaman, ceza kendisine de geliyor.

Yâni, İslâm'da sadece bir suçu işlemekten dolayı cezâ gelmiyor; suçu işlemediği halde, suça müsamaha etmekten de cezâ geliyor, göz yummaktan da ceza geliyor. Aldırmamaktan, vurdum duymazlıktan da ceza geliyor. Vazifeyi yapmamaktan dolayı da ceza geliyor... Bu çok yüksek bir vasıftır. Dinimizin bizlere yüklediği ödev son derece modern, modernlerin moderni, ilerilerin ilerisi, çağlar üstü güzel bir sistemdir.

O halde nasıl yaşayacağız?.. Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin emirlerini öğreneceğiz. Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin emirlerini nerden biliyoruz?.. Peygamber Efendimiz'e indirmiş olduğu vahiylerin, mesajların toplamı olan Kur'an-ı Kerim'i öğreneceğiz. Allah-u Teâlâ Hazretleri melek vasıtasıyla ve başka usüllerle Peygamber Efendimiz'e kendi mesajını vahyetmiştir, ulaştırmıştır, bildirmiştir. Peygamber Efendimiz de, "Allah bana bu mesajı gönderdi, şu vahiy geldi, bu bana nazil oldu." diyerek etrafındakilere bunu açıklamıştır. Etrafındaki vahiy kâtipleri de, Peygamber Efendimiz'e gelen vahiyleri kaydetmişlerdir.

Biliyorsunuz, vahiy kâtipleri arasında Ebû Eyyûb el-Ensârî Efendimiz de var... İstanbul'un medâr-ı iftiharı büyüğümüz... İstanbul'da Haliç'te camisi olan, Eyüb Sultan semtine ismini vermiş olan bir sahabi... İşte böyle, vahiy kâtipleri Allah'ın emirlerini yazmışlar.

Allah'ın emirlerini almış olan Peygamber Efendimiz'in davranışı nedir?.. En güzel şekilde Allah'ın emirlerini uygulamaktır. Kur'an-ı Kerim'i en iyi anlayan kimdir?.. Peygamber Efendimiz... Kur'an-ı Kerim'i en iyi anlatan insan kimdir?.. Peygamber Efendimiz... Kur'an-ı Kerim'i en iyi yaşayan insan kimdir?.. Yine Peygamber Efendimiz... Yâni, Allah-u Teâlâ Hazretleri hangi emri indirmişse, ilk uygulayan ve en mükemmel tarzda, en güzel, en tam şekilde uygulayan Peygamber SAS Efendimiz'dir.

O halde onun hayatı, davranışları, sözleri, yatışı kalkışı, harekâtı sekenâtı... hepsi aslında Kur'an-ı Kerim'in bir çeşit açıklamasıdır. Çünkü, Allah'ın vahyi ona geliyor; o da Allah'ın vahyine göre hayatını düzenliyor. Onun hayatı, Kur'an-ı Kerim'in uygulanışının modeli olarak, tablosu olarak, manzarası olarak karşımızda bulunuyor.

Binâen aleyh, bu açıklamalardan sonra, Peygamber SAS Efendimiz'in hadis-i şerifleri de Kur'an-ı Kerim'in en güzel açıklaması durumundadır. O halde Kur'an-ı Kerim'in iyi anlaşılması için, Peygamber Efendimiz'in iyi anlaşılması için, Allah'ın mesajının tam anlaşılması, Allah'a en güzel kulluk edilebilmesi için, bizim Kur'an-ı Kerim'i bimemiz gerekiyor, Peygamber Efendimiz'in hadis-i şeriflerini bilmemiz gerekiyor.

Tabii, aynı pozisyonda olan insanlar sadece biz değiliz ki, biz 1400 küsur yıl sonra dünyaya gelmişiz. Bizim gibi ne kadar insan var, aynı durumda... Bizden ne kadar ihlâslı, bizden ne kadar Arapçayı daha iyi bilen; takvâsı ileri, güzel ahlâklı, alim, fâzıl, kâmil insanlar gelmiş geçmiş... Onlar da bu emirlerin karşısında, sorumluluk duygusuyla, iyi müslüman olalım diye çalışmışlar, ömürlerini geçirmişler, çok güzel eserler yazmışlar. Misâl: İmam Gazâlî Hazretleri'nin İhyâ-yı Ulûm'u... Muhteşem bir eser... Bunun gibi çeşitli eserler yazılmış... Büyük tecrübeler geçirilmiş, bir çok dinî meseleler detaylı bir şekilde münakaşa edilmiş, müzakere edilmiş, herkes o konudaki fikrini söylemiş; İslâmî ilimler gelişmiş ve incelikler çok güzel öğrenilmiş ve açıklanmış.

İşte bunları şu bakımdan söylüyorum: O büyüklerimizin, o alimlerimizin, müctehidlerimizin, o kâmil evliyâ insanların, sâlih insanların da tecrübeleri, bizim dini daha iyi anlamamız için, kafamıza takılan problemlerin cevabını daha iyi bulmamız için mutlaka gerekli! O halde, alim ve fâzıl selef-i sâlihînimizi de öğreneceğiz, takib edeceğiz. Onlar bizim dinî kültürümüzdür, ordan da İslâm'ın neresinin daha mühim olduğunu, hayata nasıl tatbik edileceğini bileceğiz.

Bunları bildik. Yâni Kur'an-ı Kerim, hadis-i şerif, icmâ-ı ümmet, kıyas-ı fukahâ, sâlihlerin yaşayışı; tamam, İslâm belli... İslâm mechul değildir; İslâm bellidir, âşikârdır, pırıl pırıldır. Hedefi gün gibi göstermiştir, hiç tereddüt yoktur. Ulemâ arasındaki ihtilâflar detaydadır. Hiç bir kimse kalkıp da: "İçki helâldir." dememiştir. Aklı korumayı hedef alıyor çünkü dinimiz... Hiç bir kimse kalkıp da haksız bir kazancı savunmamıştır. Çünkü, alın terini ve hakkàniyeti esas alıyor dinimiz.

Onun için, bunlara bakarak İslâm'a yaşamağa çalışacağız. Kâfi mi?.. Değil; İslâm'ı yaşatmağa da çalışacağız. Bu yaşatmak iki şekilde oluyor:

1. İslâm'ı çoluk çocuğumuza öğretmek şeklinde oluyor, hanımımıza beyimize öğretmek şeklinde oluyor, çevremize öğretmek şeklinde oluyor.

Şimdi ben şu anda seyahat halindeyim. Muhtelif kimselerle de görüşüyorum. Doğu'da görev yapmış bir arkadaşım dün anlattı: "Hocam, biz Doğu'yu dinî bakımdan çok kuvvetli biliriz. Hakîkaten büyük alimler yetişiyor ve onlar da hoca oluyorlar, müftü oluyorlar. Ama halk öyle değil... Halka aşağı indiğiniz zaman, çok cahil oldukları görülüyor. Onların eğitilmesi, öğretilmesi çok önemli!" diyor. Kendisinin hizmet gördüğü bir mahrumiyet bölgesinden böyle bilgiler verdi.

Doğu da öyle, Batı da öyle... İstanbul'da da öyle... Bir çok kimse İslâm'ı seviyor, ben müslümanım diyor. Hakîkaten bildiği kadarıyla da uygulamağa çalışıyor. Ramazanda orucunu tutuyor. Kadir gecesini bildiği için kandil simitlerinden, minarelerdeki ışıklardan, kadir gecesini ihyâ etmeğe çalışıyor. İyi niyeti var ama bilgisi yok ve hayatında uygulaması yok... Bunu halka öğretmemiz lâzım, önce kendi yakınlarımızdan başlayarak herkese öğretmemiz lâzım!.. Tebliğ etmemiz lâzım!..

Hattâ İslâm'a karşı olan insanlar var... "Ben ateistim!" diyor, yâni "Allah'ı da tanımıyorum!" diyor. Ona da bunun haksızlığını, yanlışlığını, mantıksızlığını güzelce anlatmamız lâzım!.. Bilmeyene de öğretmemiz lâzım!.. Hiç kimse, bu dairenin dışında mahrum durmasın. Herkes İslâm'ı öğrenecek.

Ayrıca İslâm'ı öğretme çalışması, o da bir teorik çalışma... İslâm'ı öğrenmemiz de teorik, öğretmemiz de teorik... Öğrenmek ve öğretmek... Ne yapacağız?.. Kendimiz de yaşayacağız, öğrettiklerimiz de yaşayacak. Bu da işin uygulama kısmı...

Bir de İslâm'ı yaşamayanların, topluma zarar vermesini engellememiz lâzım!.. Biz buna nehy-i münker tarzı diyoruz. Emr-i ma'ruf, nehy-i münker... "Şu güzel şeyi yap!" demek, yapılması için de destek vermek, hattâ icabında zorlamak... Meselâ: "Kalk bakayım oğlum! Bu vakitte uyunmaz, abdestini al bakayım, sabah namazını kıl!" demek... Bu bir emr-i ma'ruftur. yâni, çocuk kendi haline kalsa --veya hanımı, veya bir başkası-- namazı kılmayacak. Onun için, ona bir zorlama yapıyoruz. Hattâ biraz, "İstemiyorum ya, sonra kılarım!" filân dese, "Hayır olmaz! Sabah namazının vakti budur, illâ kılacaksın!" diyoruz.

Bir de nehy-i münker var: "Yok, bunu böyle yapma bakayım, çekil ordan, ayıptır!" demek gerekiyor. Meselâ, komşunun camını kırmağa kalkıyor. Komşunun duvarına tırmanmış, sen de camiye gidiyorsun. Çocuk senin gözüne bakıyor. "İn bakayım ordan! Başkasının meyvası alınır mı, ayıp değil mi?.. Hadi bakayım, babana söylerim sonra!.." diyorsun. Bu nedir?.. Bu da bir nehy-i münkerdir. Yoksa, çocuk ordan elma, erik çalacak. Küçük bir şey ama, alışması doğru değil, yaptığı iş prensip itibariyle doğru değil... Engelleyeceğiz, engellememiz lâzım!..

Onun için, bizim eski toplumumuzda, mahalllelerinde herhangi bir kötülüğü yaptırmazmış mahalleli... Hattâ delikanlılar adetâ sokaklarında nöbet tutarmış; herhangi bir gayrimeşrû iş olmasın, bir kötü insan oralara gelmesin diye gayret ederlermiş.

İşte başkalarına kötülüğü yaptırmamak, iyiliği yaptırmak hususunda da bir fonksiyon icra etmek, bir gayret göstermek; bu da İslâm'ın çok çok önemli bir emridir. İnsan bunu yapacak, sevap kazanacak. Nasıl sevap kazanacak?.. Bir insan bir kimsenin iyi bir şey yapmasına sebep olursa, onun kazandığı sevabın bir misli, ondan hiç eksiltilmeden kendisinin defterine yazılacak.

O halde, biz iyiliklerin yaptırımında çok kâr ediyoruz. Kendi amellerimiz var, a'mâl-i sâlihamız, hayrât ü hasenâtımız var, defterimize iyiliklerimiz yazılıyor. Ama bir de başka insanları da iyiliğe çekmişsek, onların yapmış olduğu iyiliklerin de sevaplarının kopyaları bizim hesabımıza işliyor boyna... Onun da yaptığı kadar, kazandığı sevap kadar bizim defterimize yazılıyor. Ne oluyor?.. Böylece biz, sanki bir insanın sevabı kadar sevap kazanmıyoruz, ne kadar insanı etkilemişsek, onlar kadar --bin insan kadar, onbin insan kadar, yüzbin insan kadar-- sevap kazanıyoruz. Muhteşem bir şey!..

--Bu kadar büyük sevaplar kazananlar var mı?..

--Var tabii... Meselâ, İmam Gazâlî'nin ben hayranıyım şahsen... İmam Gazâlî'nin kitapları herkesin kütüphanesinde vardır. Düşünün, sizin kütüphanenizde de mutlaka üç beş tane İmam Gazâlî'nin kitabı vardır. Okumuşsunuzdur, sevmişsinizdir. Eyyühel Veled'i vardır, İhyâ-u Ulûm'u vardır, Kimyâ-yı Saâdet'i vardır ve diğer eserleri vardır, okumuşsunuzdur.

Şimdi onları okuyunca siz, "Şunu da yapayım, bunu da yapayım!" diyorsunuz. İlminiz artıyor, güzel birtakım şeyleri yapmağa karar veriyorsunuz. Kötü bir şeyleri yapmaktan vazgeçiyorsunuz. İlminizi uygulamaktan bir sevap kazanıyorsunuz. İmam Gazâlî de 1111 yılında vefat etmiş; ama o da siz o iyiliği yapınca sevabı hemen alıyor. Türkiye var, Pakistan var, Arabistan var, Afrika var, Avrupa var, Amerika var; dünyanın her yerinde onu okuyan insanlar var... Düşünün, ne kadar muazzam sevaplar geliyor.

Buradan da anlıyoruz ki, bir alim, bir mürşid, insanları doğru yola çeken, insanları iyiliği öğreten insan, çok muazzam sevaplar kazanıyor. hakîkaten de, "lmin rütbesi İslâm'da en yüksek rütbedir." denilmiş o bakımdan...

Biz ne yapacağız?.. İslâm'ı yaşayacağız. İslâm' öğreteceğiz, İslâm'ı uygulayacağız, İslâm'ı uygulattıracağız; günahı da yaptırmamak için aktif olacağız. İşte en ileri vatandaş çehresi... Hani modern ülkelerde iyi vatandaş, iyi insan konusunda yazılmış kitaplar filân da hatırlıyorum. Bilmiyorum onlarda yazılanların içinde bu kadar güzel, bu kadar aktif bir prensip var mı; insana bu kadar sorumluluk yükleyen bir anlayış var mı?..

Bizim dinimiz böyle... Biz başkasının yaptığı günahtan dahi elem duyuyoruz, onun yapılmaması için elimizden gelen tedbiri almakla vazifeli olduğumuzu hissediyoruz ve o hususta gayret gösteriyoruz, göstereceğiz, göstermemiz lâzım!..

Demek birinci hadis-i şerif bu...

İkinci hadis-i şerife gelelim. Bu da yine ictimâî, yâni sosyal önemi olan bir konuyu bize hatırlatıyor. Peygamber SAS Efendimiz buyurmuş ki:

(Eyyü mâ dâin deâ ilâ dalâletin fettübia feinne aleyhi misle evzâri men ittebeahû ve lâ yünkasu min evzârihim şey'â. Ve eyyü mâ dâin deâ ilâ hüden fettübia feinne lehû misle ücûri men ittebeahû ve lâ yünkasu min ücûrihim şey'â.) Enes RA'den, büyük hadis alimi İbn-i Mâce bu hadis-i şerifi rivâyet eylemiş.

Mânası: (Eyyü mâ dâin) Herhangi bir davetçi, çağırıcı, klavuz, önder ki, (deâ ilâ dalâletin) bir delâlete, sapıklığa etrafını çağırmış. Ortaya çıkmış, çığırtkanlık yapıyor, çağırıcılık yapıyor, davetçilik yapıyor, kendisini dinleyenleri sevk etmeğe çalışıyor. Nereye ama?.. Dalâlete, sapıklığa, şaşkın bir işe, günah olan bir şeye...

(fettübia) Bazıları da onu duyuyorlar. "Tamam, güzel; ben de geleyim, ben de yapayım!" diye ona tabi oluyorlar, dâvetine icabet ediyorlar, günahı işlemeye yöneliyorlar. O davet etti, ötekiler de yöneldi.

(feinne aleyhi misle evzâri men ittebeahû) İşte o davet eden kimseye, kendisine tabi olanların işlediği günahların veballeri kadar günah da yüklenir; (ve lâ yünkasu min evzârihim şey'â.) ama, o günahı işleyenlerin de günahlarında bir azalma olmadan, eksiltme olmadan... Ordan alınarak değil yâni...

O günahı işleyene o günahlar veriliyor, cezalar defterine yazılıyor. Mahvolacak, cezâsını çekecek, perişan olacak. Ama davet eden kimse, kimse o çığırtkan, yola durup da insanları yanlış yola çağıran kim ise; o da aynı o günahı yüklenecek ve defterine o günahlar yazılacak. Çağırmasaydı yâni, öyle bir şeyin çığırtkanlığını yapmasaydı.

Aksi de var: (Ve eyyü mâ dâin) Herhangi bir çağırıcı ki, (deâ ilâ hüden) hidâyata davet ediyor. Allah'ın sevdiği güzel bir yola, sevaplı bir işe davet ediyor. Hidayet damgası taşıyan, hâni "İhdinas sırâtal müstakîm; bizi doğru yola hidâyet eyle, sevk eyle!" diyoruz ya, böyle bir güzel, doğru yol üzerinde yapılan güzel bir şey, fiil, hareket, herhangi bir işlem, eylem, tavır... Güzel bir şeye çağırdı, davet etti.

(fettübia) Ona da bazı insanlar, "Evet, ne kadar güzel bir şeye davet etti bizi; biz de böyle yapalım!" dediler, tabi oldular.

(feinne lehû misle ücûri men ittebeahû) İşte kendisinin sözünü dinleyip, o güzel işi yapmağa kalkışan insanların sevaplarının misli, aynen buna da verilir; (ve lâ yünkasu min ücûrihim şey'â) o sevaplı işleri işleyenlerin sevaplarından hiç bir şey eksilmeden... Onlar sevapları alırlar, onların aldığı sevaplar kadar o çağıran insana da sevap verilir.

Misallendirelim: Bir adam diyor ki: "Gelin bu akşam, lise günlerini anmak için bir alem yapalım, bir toplantı yapalım, eğlenelim!" diye çağırıyor. Dinleyenler de: "Tamam, okulda beraberdik, şimdi işadamı olduk ama, okulumuzun kutlama günü, gidelim şuraya!" diyorlar, gidiyorlar. Hepsi birden içiyorlar, günahlar işliyorlar... Tamam, işte o ilk çağıran adam, telefonu açıp da ötekileri çağıran adam, kendisinin günahının üstüne, çağırdığı kimselerin günahları kadar da ayrıca günah alır.

Diyelim ki, bir vaiz, bir hocaefendi çıkıyor kürsüye... Diyor ki:

"--Bakın! Sabah namazından sonra camide oturmayı Peygamber Efendimiz severdi. İşte işrak vaktine kadar Kur'an okuyarak, zikrederek vakit geçirirdi. Böyle vakit geçirenin sevabı çoktur. O gün bir hac ve umre yapmış kadar sevap alır. Rızkı bol olur, ölürse imanla göçer... Şöyle olur, böyle olur." diye ballandırıyor, anlatıyor.

Dinleyen şahıs da diyor ki:

"--Yâ, ben de yarın sabah namazından sonra oturayım, camide böyle yapayım, bu sevapları alayım. Bir hac ve umre sevabı az değil..."

Tamam, ertesi gün kalkıyor ve camide öyle, sabah namazını kıldıktan sonra oturuyor. Kur'an-ı Kerim'ini okuyor, Yâsin'ini okuyor. Dualarını ediyor, tesbihlerini çekiyor. Sonra güneşin doğmasından yarım saat kadar vakit geçtikten sonra kalkıyor, işrak namazını kılıyor. Kalkıyor, gidiyor.

Şimdi bu kimse ne yaptı?.. Bir hac ve umre sevabı aldı, rızkı bol oldu. Bir takım büyük mükâfatlara nail oldu, büyük sevaplar kazandı. Bu sevapları alacak, onun defterine yazılacak amma; o hocaefendi ona söylemişti ya vaazda, kürsüden hatırlatmıştı, bu ondan öğrenmişti. O hocaefendinin defterine de melekler, bunun kazandığı sevap kadar sevapları yazarlar. Niçin?.. O anlattı, bu dinledi; onun anlattığını uyguladığı için...

İşte İslâm'ın toplumsal, ictimâî yönü bu... İyi bir şeye çağırdığınız zaman, çağırdığınız kimselerin girdikleri iyiliklerin sevabının bir mislini siz alacaksınız; kötü bir yere çağırdığınız zaman, işlenen günahların vebalinin bir misli de sizin omuzunuza yazılacak. Başkaları işlemiş ama, sizin omuzunuza yüklenecek; çünkü onları, siz o işe çağırdınız.

O halde ne yapacağız?.. Hiç bir kimseyi, hiç bir kötü yola çağırmayacağız, herkesi iyi yola çağırmağa gayret edeceğiz.

Bu iki hadis-i şeriften karşımıza beliren tablo nedir?.. Toplu yaşamda, topluluk hayatında, ictimâî hayatımızda nasıl davranmamız gerekiyor?.. Kendimiz iyi insan olacağız, başka insanları iyi işe çağıracağız, kötü işe çağırmayacağız. Kendimiz a'mâl-i sâliha işleyeceğiz; başkalarının da iyi işler işlemesi işlemesi için aktif propaganda, reklâm, tanıtma, öğretme işleri yapacağız.

Bunun aksine, kötü şeylerin yapılmamasına da gayret göstereceğiz ve kötülükleri yapmak isteyenlere engel olacağız. "Benim hürriyetim var, istediğimi yaparım!" diyorlar bazıları... "Sana ne, karışma!" filân diyorlar; öyle değil!..

Adam aldırma, geç git diyemem, aldırırım;
Çiğnerim, çiğnenirim hakkı tutar kaldırırım!

dediği gibi Mehmet Akif rahmetlinin, --Allah kabrini nur doldursun, cümle geçmişlerimize rahmet eylesin-- bir sorumluluk duygusu taşıyoruz. Sıkıntı çeksek de, birtakım zararlar, sıkıntılar, üzüntüler görsek de; başı ağrıtacak, gönlü kıracak birtakım olaylarla karşı karşıya gelme durumu olsa bile, biz böyle davranacağız.

Tabii, düşünün böyle insanlardan müteşekkil bir toplumu... Burda kötülük yapılmaz! Aşikâre yapılmaz hiç olmazsa, gizli yapılır, gözden uzakta yapılır. Ben arkadaşlara soruyorum; İstanbul Ankara yolunda Kızılcahamam'a gelirken diyorlar ki: Azaphane Deresi... Bir kere orası Azaphane değil, A'zeb Deresi... A'zeb de azap demek değil; a'zeb bekâr demek... A'zeb Deresi ne demek, bekârların deresi demek...

Birçok yerde bekâr deresi vardır. Bu ne demek?.. Yâni eski devirde şehrin içinde, beldenin içinde kimse günah işleyemiyormuş. Neden?.. Aklı başında, ayetleri, hadisleri bilen, ciddî müslüman, mütedeyyin, sâlih, âbid, zâhid insanlar yaptırmıyormuş. Şehrin içinde, beldenin içinde, köyün içinde bir günahı göz göre göre işlettirmiyorlar. Ne yapıyor o zaman bekârlar?.. Sazını alıyor, çalgısını alıyor, gidiyor derenin içinde dımbırdatıyor. Veya saklı saklı, gizli gizli, --Allah saklasın, Allah böyle durumlara düşürmesin-- içkisini alıyor, derenin kenarında içiyor. Veya bir kadın getiriyor, oynatıyor. Nerde yapıyor?.. Bekârların eğlendiği bekâr deresinde; yâni kaçak yerde, gizli günahların işlendiği yerde...

Tabii fırsat bulsa ötekiler, ona da müdahale ederler ama, beldeden oraya gelinceye kadar; onların nöbetçileri vardır, görüyorlar, kaçıyorlar. İşte toplumda o zaman iyilik oluyor, kötülük yapılmıyor.

Bugün Suudî Arabistan'a içki sokmak yasak... Afyon sokmak çok şiddetli cezalandırılıyor, yasak... Nedir?.. Yâni toplumu yönetenler, kötülükleri men ediyorlar. "İçki bütün kötülüklerin anasıdır, bütün kötülükler ondan kaynaklanıyor." diye içkiyi yasaklamışlar, sokturtmuyorlar. Çok gizli yollarla, çok saklı şekillerde birileri yapıyorsa, Allah onun cezasını verecek. Ama, hiç olmazsa toplumda sorumlu olan insanlar, yöneticiler günaha girmiyor. Bir de o kötülükleri gören insanlar müdahale ettikleri için, kimse de kalkıp herkesin gözü önende böyle bir şey yapamıyor. Takibata uğruyor, protestoya uğruyor; yapamıyor.

O zaman toplum, iyi bir toplum oluyor. İyilikler yapılıyor, ileri gidiliyor. Günahlar olmuyor, haramlar işlenmiyor, haksızlıklar yapılmıyor, zulümler olmuyor. İslâm toplumları tarih boyunca, İslâm'ın hakim olduğu zamanlarda işte böyle mutlu yaşamışlardır. Pırıl pırıl yaşamışlardır, tertemiz yaşamışlardır.

Kendimiz müslüman olduğumuz için, bu bizim kendimizi reklam etmemiz gisbi düşünülebilir. Öyle diyebilirler bazı insanlar ama, bizim dışımızda olup, müslüman olmayıp, bizim ülkemize misafir olarak gelmiş insanların hatıraları var, yazıları var...

Meselâ, Baron De Büsbek diye bir Hollanda'lı seyyah gelmiş, Kanûnî devrinde... Kanûnî devrini anlatıyor. İstanbul'un manzarasını, halkın halini, ahlâkını, alış verişini, ve sâiresini kitabında hatıralarında anlatıyor. Müslümanların çok dürüst olduğunu, temiz olduğunu, sözlerine sadık olduğunu, güvenilir olduğunu söylüyor ve diyor ki:

"--Eğer siz Osmanlı ülkesine ziyarete giderseniz, bir müslümana misafir olabilirsiniz; çünkü yatakları temizdir, yorganları temizdir, yemekleri temizdir, evi temizdir. Sakın benim dindaşımdır diye bir gayrimüslime misafir inmeyin!" diye ikaz ediyor.

"Sonra, bir müslüman size şunu şöyle yapacağım diye söz vermişse, tamam demişse, sözü sözdür. Yazılı bir senet olmasa bile dediğini yapar, çünkü sözlerine sadıktır onlar." diyor. "Ama bir gayrimüslimle anlaşma da yapsan, yine seni aldatır, hile yapar, ona itimad edilmez!" diyor.

Bu neyi gösteriyor?.. Düşmanın, yabancı bir insanın, ülkemize gelmiş bir misafirin sözleri bunlar; bizden olan bir kimsenin sözü değil... Osmanlı toplumunun İslâm'dan mutlu olduğunu, halkın tertemiz olduğunu ve İslâm'dan mahrum olan kesimlerin de o seviyeye çıkamadığını gösteriyor.

--Efendim, toplum ileridir.

Hayır, toplum ileri değil! Toplumun içinde İslâmî hayatı benimsemiş mü'minler ileri; İslâmî hayattan mahrum kalmış olanlar o ahlâka sahip değil!.. Nerden kaynaklanıyor fazîlet?.. İslâm'ın kendisinden, müslümanlıktan kaynaklanıyor. Bu çok önemli... Yâni, seyyahların hatıraları bu bakımdan, bizim için güzel birer misâl oluyor.

Temenni ederiz ki, İslâm'ı ailemizde yaşayalım!.. Kendi nefsimizde, içimizde yaşayalım, ruhumuzda yaşayalım!.. Mahallemizde yaşayalım, köyümüzde, kasabamızda yaşayalım!.. Her şey Allah'ın rızasına uygun olsun... Allah'ın rızasına uygun olmayan şeyleri de temizlemek için, elbirliğiyle bir çalışma yapalım!..

Hani çevre temizliği diyoruz, Çevre Bakanlığı kurduk; bir de böyle ahlâkın temizlenmesi meselesi var... Ahlâkî çevrenin de güzelleşmesi, temizlenmesi, günahlardan arınması meselesi var... Biz her yönden çevreciyiz. Yâni çevre kültür derneklerimizi kuran arkadaşlarımızdan Allah razı olsun; biz çevreyi ağaçlandırmak istiyoruz, çevreyi temizlemek istiyoruz, çevreyi güzelleştirmek istiyoruz... Tarihî çevreyi, sosyal çevreyi güzelleştirmek istiyoruz. Yâni toplumda yetişen bir insanın, sıhhatli bir ruhla yetişmesini sağlayacak tedbirleri almak istiyoruz. Mânevî çevreyi günahlardan temizlemek istiyoruz. Günahların başkalarına misal olacak tarzda görünmesini dahi arzu etmiyoruz, temizlemek istiyoruz.

Allah-u Teâlâ Hazretleri İslâm'ın güzelliklerini anlayıp, onu böyle şahsî hayatımızda, aile hayatımızda, toplum hayatımızda, her yönde, her yerde güzelce uygulamayı nasib etsin... Böylece ne olacak?.. Dünya saadeti olacak. Sonra ne olacak?.. Ahirette de, Allah'ın emirlerini tuttuğumuz için ahiret saadeti olacak. Sonsuz, ebedî, çok güzel nimetlere gark olmuş durumda bir cennet hayatı; gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, kimsenin hayalihe sığmayan güzelliklere, nimetlere müslümanlar sahib olacak.

Allah-u Teâlâ Hazretleri iki cihanda cümlenizi bu saadetlere nâil eylesin, bahtiyar eylesin, aziz ve sevgili Akra dinleyicilerim!..

Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtüh!..

31. 3. 1995 - Akra