Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN

GÜNÜMÜZDE MURÂBITLIK

Elhamdü lillâhi rabbil-àlemîne hamden kesîren tayyiben mübâreken fîhi alâ külli hâlin ve fî külli hîn... Hamden kemâ yenbağî licelâli vechihî ve liazîmi sultânih... Ves-salâtü ves-selâmü alâ seyyidil-evvelîne vel-âhirîne ve tâci ruûsinâ ve tabîbi kulûbinâ muhammedinil mustafâ... Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû biihsânin ilâ yevmil-cezâ...

Emma ba'dü fa'lemû eyyühel ihvân... Feinne efdalel-hadîsü kitâbullàh... Ve efdalel-hedyi hedyü seyyidinâ muhammedin sallallàhu aleyhi ve sellem... Ve şerrel-umûri muhdesâtühâ ve külle muhdesetün bid'ah, ve külle bid'atin dalâleh, ve külle dalâletin ve sàhibehâ fin-nâr... Ve bis-senedil-muttasıli ilen-nebiyyi sallallàhu aleyhi ve selleme ennehû kàl:

(İnnel murâbıta fî sebîlilâh, a'zamü ecran min racülin cemea kâ'beyhi yertâdü şehran sàmehû ve kàmehû) Sadaka rasûlüllah, fî mâ kàl, ev kemâ kàl.

Okuduğumuz hadis-i şerif, Râmûzül-Ehâdîs'in 107. sayfasının 11. hadisidir. Ebû Ümâme el-Bâhilî RA'den rivayet olunmuştur. Murâbıt'tan bansediyor. Murâbıt; ribatlarda, hudut kalelerinde düşman gelmesin diye nöbet tutup, gözcülük yapıp, bekleyen kimseye derler.

Müslümanlar hudutlarını korumak için kaleler yaparlar, oraya askerleri koyarlar. Bekler, düşman gelirse onlar ilk karşılamayı yaparlar, çarpışırlar, huduttan içeriye düşmanı sokmazlar. Ondan sonra da asıl büyük orduya haber iletilir. O da gelir savaş olur, cihad olur, çarpışılır.

Şimdi, daha savaş yokken bile hudutları beklemek icab eder. Murâbıt, işte bu hudutlarda beklemeyi yapan, gözcülük yapan, bekçilik yapan, gerekirse çarpışan kimse demek oluyor. Bunun sevabı çok büyüktür. Bunu eskiden dervişler yaparlardı. Allah'ın rızasını kazanmak isteyen, Allah yolunda sevap kazanayım, canım fedâ olsun, zamanım öyle geçsin diye düşünen insanlar yaparlardı.

Silahlarını alırlardı, giderlerdi, hudutta bir yer inşâ ederlerdi. Müstahkem bir yer; hemen şöyle itilip kakılınca yıkılıp yakılmayacak bir yer, sağlamca bir yer... Ribat derlerdi buna. Ribat bir çeşit kale gibi bir şey oluyor; kale de olur, kaleden küçük de olur. Kale biraz daha anlı şanlıdır, ribat küçük bir bina da olabilir.

Bu ribatlarda kalan kimselere de murâbıt derlerdi. Yâni mücahid gibi ama, bekçilik yapıyor. Savaş yok, savaş olmadan bekçilik yapıyor, olursa savaşacak. Düşman gelirse çarpışır da, düşman yok. Düşman gelmesin diye bekliyor.

Tabiî bu, mühim bir vazife. Çünkü hudutlar beklenmezse, gözcüler olmasa, nöbetçiler olmasa düşman içeriye sızar, evleri köyleri basar, insanları öldürür, malları yağmalar, zarar verebilir. Bekçi olursa, bekçi olan yere herkes kolay kolay giremez. Gelirse de bir çarpışma olur, ondan sonra imdat istenir, sağdan soldan yardım istenir. Yardım da gelince düşman püskürtülür, cezası verilir. Emniyet için gerekli olan bir şey.

İşte bu murâbıtların sevabı çok büyük oluyor. Çünkü onlar hudutta bekledikleri için, hududun içindeki memlekette yaşayan insanlar, emniyet içinde işlerine güçlerine gidiyorlar, huzur içinde yatıp kalkıyorlar, rahatlıkla ibadetlerini yapıyorlar. Bekçi olmasa, her an kuşkuda olacaklar, her an dikkatli olmaları lâzım!

Aslında dikkatli olmak da bütün müslümanlara emrediliyor. Peygamber SAS Efendimiz buyurmuş ki:

"--Kişinin kılıcını kuşanmış olarak kıldığı namaz, kılıçsız kıldığı namazdan yediyüz kat daha sevaplıdır."

Neden?.. Camide savaş olmaz ama, camiye baskın yapar düşman... Bunlar nasıl olsa namazda diye baskın yapar. "Silahsız şunları yakalayım, camiyi yakayım, adamları içerde öldüreyim!" diye düşünürler; düşünmüşler ve yapmışlar.

Meselâ Yugoslavya'da senelerce önce, Tito zamanında, --belki ondan önce, ben tarihini iyi bilmiyorum-- Drina köprüsü faciası diye bir olay olmuş. Bir bayram gününde müslümanlar bayram namazında iken, bu hain kâfirler saldırmışlar, camide katletmişler. Öldürüp öldürüp, Drina köprüsünden nehire atmışlar müslümanları, oranın ahalisini... Onların hunharlıkları, canavarlıkları, gaddarlıkları, zalimlikleri tarih boyunca böyle...

Allah bir millete, bir ümmete zaaf vermesin. Zaaf oldu mu, her yerden düşmanlar saldırır. Vücut da öyledir. Şimdi bak bizim vücudumuz var, sizin vücudunuz var.

--Nasılsınız?..

--Elhamdü lilâh, iyiyiz.

--Sıhhatte afiyette misiniz?..

--Çok şükür elhamdü lillâh, bir şeyim yok, turp gibiyim, sapasağlamım.

Sen biraz zayıf ol, o zaman bak nasıl mikroplar her yerden hücum ederler. Etrafta mikrop yok değil; havada mikrop var, toprakta mikrop var, suda mikrop var, yiyecekte içecekte mikrop var... Karşısındaki adamda mikrop var; öksürür, aksırır, havaya mikroplar yayılır. Bunu doktorlar söylüyor, biliyoruz.

Her santimetreküp, şöyle yüksük içi kadar olan havada beş milyon mikrop var diyorlar meselâ... Saymakla bitmeyecek mikrop var, ama zarar veremiyor. Neden?.. Sen sağlamsın da te'sir edemiyor. Ne zaman çürüsen, zayıflasan, o zaman saldırırlar. Meselâ deri sağlamken bir şey olmaz. Ama deri çizildiği zaman, zedelendiği zaman, oraya bir mikrop bulaşırsa, orda iltihap yapar, hastalık yapar; belki öldürücü hastalık olur. Deri zedelendi, çizildi, yara oldu, oraya mikro yerleşti.

Sen zayıflarsın, uyku uyumazsın, uykusuz kalırsın; vücut kilodan düşer, çaptan düşer. Ondan sonra bakarsın akciğerde rahatsızlık başlar, midede rahatsızlık başlar. Yâni zayıf oldu mu, etraftaki başka yaratıklar insanın vücuduna saldırıyor.

Müslüman toplum da zayıf oldu mu, etraftaki kâfir toplumlar mikrop gibi saldırırlar müslümanların üzerine, üşüşürler.

Peygamber Efendimiz diyor ki:

"--Sizin üzerinize ümmetler, yemek yiyenlerin çanağa kaşık üşüştürdükleri gibi, pilava kaşık salladıkları gibi, yemeğin tabağına hepsi birden yemek için el uzattıkları gibi, sizin üzerinize kâfir milletler saldıracaklar. Hepsi birden saldıracaklar."

"--(Ekılletin binâ yevmeizin yâ rasûlallah?) Ey Allah'ın Rasûlü, bu bildirdiğin hadise ne zaman olacak? Biz o zaman çok az olacağız da, bizim azlığımızdan dolayı mı düşman saldıracak üzerimize?.."

"--Hayır! (Bel entüm kesîrûn) Belki siz çok olacaksınız o zaman; fakat size eski ümmetlerin iki hastalığı bulaşmış olacak. İki mühim hastalık bulaşmış olacak size, hasta olacaksınız. Hasta olunca saldıracaklar.

İki hastalıktan birisi, (hubbüd-dünyâ) dünyayı sevmek... İkincisi, (kerâhiyetül-mevt) ölümden korkmak..."

--E hocam, tabii değil mi bunlar, insan dünyayı sevmez mi? Boğaziçi'nde Emirgân var, çay içiliyor; Çamlıca var, manzarası güzel; köşkler, saraylar, lokantalar, canlı balık lokantası, kızartmalar, kebaplar, kaymaklar, mado dondurması, bilmem ne baklavası... vs.

Eskiler dünyayı sevmiyorlardı, ahireti seviyorlardı. Dünyaya dalmıyorlardı, ahireti kazanmağa çalışıyorlardı. Dünyayı fedâ edip ahiretlerini ma'mûr etmeğe çalışıyorlardı. Eskiler böyleydi.

Kim bu eskiler?... Peygamber SAS Efendimiz, sahabe-i kirâm efendilerimiz (Rıdvânullahi aleyhim ecmaîn), evliyâullah büyüklerimiz, selef-i sâlihînimiz, sâlih ecdâdımız böyleydi. Onlar dünyayı bizim gördüğümüz gibi görmüyorlardı. "Ne olacak, fâni dünya; ne kıymeti var?" diyorlardı.

Yalan dünyasın, yalan dünyasın,
Evliyâullàhı alan dünyasın!

Yalan dünya ile ilgili Yunus'un ne güzel şiirleri var. Keşke tamamını bilsem de, şimdi okusam size... "Yalan dünyasın, inanmam sana, kanmam sana!" diyor. "Yalancı dünyasın, aldatırsın insanı; ondan sonra dönüp, uzaktan bakıp da gülersin, aldatıcısın!" diye dünyaya meyletmemişler.

Ne yapmışlar bu adamlar?.. Bu mübarek adamlar, bu evliyâullah büyüklerimiz ne yapmışlar?.. Dünyalığı ahireti kazanmakta kullanmışlar.

--Paran var mı?..

--Var...

Ne yapmış?.. Allah yolunda hayır, hasenât, çeşme, cami, köprü, su hayırı, yetimlere, dullara bakmak... vs. Ve her şeylerini ahiretini kazanmağa tevcih etmişler, dünyayı sevmemişler.

Dünyanın bir gün elden gideceğini biliyorlardı, bir gün öleceklerini biliyorlardı. Kabre götürüp gömdükleri yakınları gibi, bir gün de sıranın kendilerine geleceğini unutmuyorlardı. Gaflete düşmüyorlardı, ahirete çalışıyorlardı.

--E peki, müslümanların içinde zengin yok muydu?

Vardı; Ebûbekr-i Sıddîk Efendimiz, Hazret-i Osmân-ı Zinnûreyn --radıyallàhu anhümâ-- zengin insanlardı, daha başka zenginler vardı. Tarih boyunca zengin insanlar olmuştur. Has müslümanlardan, cennetlik olduğu bilinen müslümanlardan zengin olanlar olmuştur. Ama onlar mallarını helâlden kazanıyorlardı, hayırlara harcıyorlardı. Gözleri dünya hırsıyla kanlanmamıştı, kapanmamıştı, kör olmamıştı; Allah yolunda masraf yapıyorlardı, Allah yolunda dünyalığı harcıyorlardı.

Bir de ölümü istiyorlardı, gece gündüz dua edenleri var... Bir tanesi, Kitâbüş-Şifâ'nın sahibi Kàdı Iyâz Rahimehullah, şu zat diyor, ismini söylüyor; her akşam yatsı namazından sonra el açıp dua edermiş:

"--Yâ Rabbi bâri bu akşam canımı al! Dün akşam almadın, hiç olmazsa bu akşam canımı al, şu Muhammed-i Mustafâ'ma kavuşayım, sevdiklerime kavuşayım, öldür beni yâ Rabbi!.. Kavuşayım, dayanamıyorum seviyorum; onlar ahirete gitti, ben de onların yanına gitmek istiyorum." diye dua edermiş.

Ölümü temennî ederlermiş, ölümü isterlermiş. Ölümün hak yol üzere, kendileri ibadet ve tâatte iken olmasını isterlermiş. Onun için kılıcını kuşanır, eşine dostuna helâllik dilermiş, vedâ edermiş, gelirmiş bir ribata, bir kaleye yerleşirmiş. Ölümü istiyor, düşman gelirse çarpışacak, ölecek.

Veya, "Yâ Rabbi, ben savaşa giriyorum; hayırlısıyla sen bana şehidliği nasib et!" diye savaşa girerlermiş. Savaştan gàlip çıkınca, sağlam çıkınca oturup köşede hüngür hüngür ağlarlarmış.

Çanakkale Harbi'nde böyleleri var... Komutanın birisi bakıyor ki, iki askeri ağlıyor. Şöyle başbaşa vermişler, ağlaşıyorlar.

"--Gelin bakayım buraya! Niye ağlıyorsunuz?" demiş.

Ses yok... Çanakkale Harbi'nde bu, yakın zamanda.

"--Yâhu, erkek adam ağlar mı, niye ağlıyorsunuz, ölümden mi korkuyorsunuz?"

"--Yok komutanım!"

"--Çoluk çocuğunuzu mu özlediniz, acı bir haber mi geldi?.."

"--Yok komutanım!"

"--Allah aşkına söyleyin, niye ağlıyorsunuz?" deyince; o zaman söylemek durumunda kalmışlar.

Demişler ki:

"--Komutanım biz buraya kefenlerimizi yanımıza alıp, Allah yolunda şehid olmağa geldik. Kaç çarpışmaya giriyoruz, hâlâ ölmedik. 'Acaba Allah bize şehidlik nasib etmeyecek mi, bizim bir kusurumuz mu var?' diye düşünüp ona ağlıyoruz." demişler.

Dünya sevgisi yok, dünyaya metelik vermiyorlar, gerektiği zaman Allah yolunda vermelerinden belli... Bizim gibi böyle sımsıkı değiller, veriyorlar. İkincisi, ölümden korkmuyor, ölümü istiyor, temenni ediyor. İşte bu ikisi sıhhatli duygu, imanlı insanda sıhhatli alâmet bunlar... Hem dünyalığı sevmiyor, dünyalığı Allah yolunda verebiliyor, vaz geçebiliyor, fedâkârlık yapabiliyor; helâlinden kazandığ gibi hak yola harcamaktan çekinmiyor; hem de ölümden korkmuyor.

Başkaları?.. Başkaları ölümden korkar. İnsanoğlu ölümden korkar. Hayvan da korkar, insan da korkar. Bütün canlılar canını korumak ister. Canını korumak istemesi tabiî, ölümden korkması tabiî... Aslan saldırınca ceylan kaçar. Bir kaçmaca, bir kovalamaca... Neden? Canından korkuyor. Canlılarda canını korumak içgüdüsü var, herkes canını korumağa çalışır; ama mü'mine gelince, mü'min canını vermeye çalışır. Allah yoluna canını vermeye çalışıyor.

Dünyayı sevmek bir hastalıktır, ölümden korkmak ikinci bir hastalıktır. Bu iki hastalık geldiği zaman; siz dünyalığı sevdiğinizden, ölümden de korktuğunuzdan düşmanlar sizin üstünüze saldıracaklar, çullanacaklar.

Demek ki nasıl olmamız lâzımmış muhterem kardeşlerim? Efe olmamız lâzımmış biraz, hepimizin efe olmamız, kabadayı olmamız lâzımmış.

--Yâ hocam, dervişliği ben sizin anlattığınız gibi sanmıyordum. Sanıyordum ki dervişlik bir kenara çekilip, boynunu bükmek, ses çıkartmamak, oturmak... vs.

O da var! O da var, o da var; yerine göre... Geceleyin kalk ibadet yap, gündüzleyin koş, Allah yolunda çalış!.. Hepsi var. Bir ibadeti yapınca öteki ibadeti yapmamak diye bir şey yok... Hem ibadetini yap, hem cihadını yap! Hem namazını kıl, hem orucunu tut, hem de İslâm için çalış çabala!

İşte murâbıt böyle bir insan; canını vermeğe fedâkârca razı, hududa gitmiş, bekliyor.

Şimdi paralı asker var, düzenli ordu var, ordular bekliyor. Ama eskiden bu işler, birçok işler fî sebîlillâh yapılırdı. Bu camilerin hepsini hükümet mi yaptı? Hayır. Hiç bir zorlama olmadan parası olan vezir, paşa, ağa, zengin hayır yaptı; cami yaptı, çeşme yaptı, köprü yaptı... Bütün hayır hizmetleri hayır duygusuyla hareket eden mü'min insanlar tarafından yapıldı.

Çok şeyler borçluyuz mü'minlere! İslâm'a çok şey borçluyuz. Bir kere şu vatanı borçluyuz müslümanlara... Müslümanların karşısında olanlar tarihe nankörlük ediyorlar. Kendilerine iyilik etmiş olanlara nankörlük ediyorlar. Evvelâ Allah'a nankörlük ediyor, kâfirlik ediyor; ondan sonra da kendilerine sonsuz iyilik yapmış olan ecdâda nankörlük ediyor.

Çok şeyler borçlu... Bu devrin insanı İstanbul'da oturuyorsa, İstanbul'u fetheden Fatih Sultan Mehmed'e borçlu.... Fatih Sultan Mehmed Han'ın o mübarek ordusuna borçlu... Bu camide oturuyorsak, bu camiyi yaptıran adama borçluyuz biz... Allah razı olsun, yaptırmış.

--Canım, bakılmasaydı şimdi harab olurdu. Şimdi gıcır gıcır, tertemiz, pırıl pırıl, dayalı, döşeli, sıcak, elektrikli, pervâneli, her türlü rahatı var...

Demek ki, bunları yapanlardan da Allah razı olsun, bu da bir şey... Çok şeyler borçluyuz. Sen burda gelip oturuyorsun, ben burda gelip oturuyorum. Önümde mikrofon, ben bunun parasını vermedim. Bir hacı kardeşimiz verdi, hayır sahibi. Kesesinin ağzını açmış, emretmiş, ricâ etmiş, demiş ki:

"--Çok güzel bir ses tertibatı yapılsın, paradan kaçınılmasın; hepsini vereceğim!" demiş.

Onun için tıkır tıkır dinliyoruz. Ben konuşuyorum, benim sesim sivrisinek vızıltısı gibi iken, gökgürültüsü gibi çıkıyor. Bu, sesi büyütüyor.

Bu bir para, hadi almağa çalış! Hadi bakalım sen bir tane evine almağa çalış. Kaç para olduğunu gör! Teknik alet ve edevatın parasının ne kadar yüksek olduğunu gör!..

Çok şeyler borçluyuz. İşte malını veriyor, kimisi de canını veriyor. Bir gül bahçesine girercesine harbe giriyor, isteye isteye saldırıyor, Allah Allah diyor, düşmandan yüzünü döndürmüyor, çarpışıyor.

Ama şimdi muhterem kardeşlerim, böyle yapsan, düşman böyle yapmaktan korkmuyor. Bunu ben de yapacağım, sen de yapacaksın ama, bu devirde...

"--Hadi kalk, kılıçları kuşanalım! Kılıçlı namaz kılmak yediyüz misliymiş, hadi bakalım yeniden bir kılıççı ustası bulalım, İskenderpaşa cemaatinin her birisine, boyuna posuna uygun, beline koluna uygun birer kılıç yapsın, kınını yapsın; belimize bağlayalım, kılıçlı cemaat olalım!.."

Gülerler adama, bu devirde gülerler. Adam senin yanına yanaşmıyor ki, tâ uzaktan uzun menzilli silahla takır takır ateş ediyor. General helikopterden inerken, uzun menzilli silahla güp, aşağıya gidiyor. O kadar tedbirli olunmasına rağmen..

O halde ne olacak?.. Bu devrin şartlarına uygun hazırlık yapılacak. Kılıç yetmez. Kılıç insanı iki metredeki düşmana karşı korur. Beş metredeki, on metredeki düşman tabancasını çekerse, kılıçlıyı vurur yere devirir. Kılıcın devri geçmiş.

--Tabancanın?..

Onun da devri geçmiş, çünkü daha ileri silahlar var. O halde biz her sahada en ilerisini yapmak zorundayız.

Neden biz Ak-Radyo'yu kurduk, niye Ak-Televizyon'u kurmağa çalışıyoruz; niye hastaneler açıyoruz; niye mektepler açıyoruz, niye üniversite kurmağa çalışıyoruz?.. Bu devirde bunlar lâzım da ondan. Cihad bununla oluyor.

Adam hristiyan, adam misyoner, adam müslümanları dininden döndürüp kâfirleştirmeye çalışıyor. Parası bol, gelmiş Türkiye'de bir televizyon kanalını yakalamış, televizyon yayını yapıyor. Sen onun papaz olduğunu bilmiyorsun, misyoner olduğunu bilmiyorsun, televizyonda papazın yayınını dinliyorsun, seyrediyorsun. Adam papaz, İslâm düşmanı, hristiyan...

Biliyormuydunuz bir kanalın papaz kanalı olduğunu İstanbul'da, Türkiye'de?.. Ama iş böyle... Ne yapmak lâzım? O zaman bizim de onları yapmamız lâzım! Nasıl yapılacak bunlar?..

Bizim cemaatimiz Allah razı olsun, dut ağacı gibi... Çeşme başına dikilmiş dut ağacı gibi mâşaallah bizim kardeşlerimiz. Sahipsiz, herkes çıkar üstüne, dutlarını yerler, dallarını kırarlar... Sahibi yok, izin almazlar. Meyvaları yerlere dökülür. Bizim cemaat öyle...

Bizim cemaat şöyle bir toplanalım da, "Yâhu bu hoca niye uğraşıyor, ne yapmak istiyor?" diye bir düşünelim!.. Düşmanlar daha iyi takib ediyor. Bizim için yurtdışında yayın var... Yurtdışındaki gazetelerde hakkımızda yayın var. Ben kestim, İngilizce yayın var. Yurtdışı bizimle ilgili yayın yapıyor. Benim kardeşlerim yurtdışında bir yere gitmek istediği zaman soruyorlar:

--Sen tarikatçımısın?..

--Tarikatçıyım, ne olacak?

--E niye gidiyorsun oraya? Ordaki müslümanlara tarikatı aşılamak, İslâm'ı öğretmek için mi gidiyorsun?

--Evet, İslâm'ı öğretmek için gidiyorum, ne olacak?

--Onları serbest bıraksanız da güzelce entegrasyonlarını tamamlasalar ya!.. Onların yakasını bıraksanız ya!..

Entegrasyon ne demek?.. Entegrasyon, uymak demek. Müslüman oraya gitmiş, o kâfir toplum içinde yaşıyor; ona entegre olacak, uyacak yâni...

--Ne demek yâni?..

Müslüman kâfire benzeyecek; onu istiyor. "Yakasını bıraksanız da bu gönderdiğiniz halkın, onlar oraya entegre sağlasalar, uyum sağlasalar. Tamam, kâfirlerle kucak kucağa, yan yana, omuz omuza, kol kola, kafa kafaya, kadeh kadehe yaşasınlar." diyor.

Öyle şey olur mu?.. Benim dünyada vazifem var, senin de var; Allah'ın emri herkese... Benim vazifem İslâm'ı yaşamak, İslâm'ı anlatmak, İslâm'ı yaymak... Onun için ben dünyanın her yerine gideceğim. Orta Asya'ya da gideceğim, Avrupa'ya da gideceğim, Kanada'ya da gideceğim, dünyanın her yerine gideceğim. Afrika'ya da gideceğiz, her yere gideceğiz. Hepsine ben yetişemem, bir kısmına da siz gideceksiniz.

Neden?.. Allah bize müslüman olmamızı emretmiş, bir de İslâm için çalışmayı emretmiş. Bak, dedelerimiz hudutlara kadar gidiyormuş, murâbıt oluyormuş. Biz ne yapacağız?.. Biz de bu devrin murâbıtı olacağız. Biz de gideceğiz, biz de bir yerlerde nöbet tutacağız, biz de İslâm için çalışacağız. Onlar mallarını canlarını vermiş, biz de vereceğiz.

Bize devlet desteği yok bu işleri yapın diye; biz nerden yapıyoruz bu işleri?.. Para istemek de ağır geliyor bize... Ben bir kaç defa zekâtlarınızı şuraya verin, buraya verin dedim; millet ya veriyor, ya vermiyor. Dut ağacı gibi; başkası yiyebilir, herkes istifade edebilir... Nakşîler dut ağacı gibidir, buyurun, bütün herkes istifade edebilir. Para istenmiyor, zekât istenmiyor, herkes kendi bildiğini yapıyor.

Ne oluyor? "Şirket kuralım, çalıştıralım, kârıyla şu işi yapalım!" diyoruz, didiniyoruz, uğraşıyoruz. Üniversite kuracağız, hastane kuracağız, kolej kuracağız, radyo-televizyon kuracağız.

Radyo televizyonda ulusal televizyona geçemedik. Neden?.. Paramız yok, geçemedik. Para olsaydı geçerdik. Biz de uydu kirasını verseydik, şu kanallardan birisi de bizim olacaktı. Ama yapamadık. Neden?.. Parasızlıktan... Para olmadığından mı?.. Para var ama para toplanmıyor, beraber iş yapılmıyor.

Eskiler yapmışlar, topluca hareket etmişler. Ölümden korkmamışlar, hayata değer vermemişler, mal depo etmemişler. Allah yolunda çalışmışlar, harcamışlar. İslâm yayılmış. Nereye kadar yayılmış. Viyana'ya kadar yayılmış. İspanya'dan Fransa'ya kadar yayılmış. Tunus'tan Sicilya'yı almışlar, İtalya'ya kadar yayılmış. Toronta kalasini Fatih Sultan Mehmed zamanında almışız, bizim olmuş. Kırım bizim olmuş, Karadeniz Türk gölü olmuş. Romanya bizimmiş, Bulgaristan, Tuna Vilâyeti bizimmiş, Kafkasya bizimmiş. Şimdi nasıl?

--Şimdi bizim değil.

Neden?.. Bizim bir araya gelmememizden, bizim silahların asrın icabına göre olanlarını hazırlamamamızdan. Bizim dünyayı sevmemizden, bizim ahireti kazanmak için masraf yapmamamızdan.

Eğer biz şu asrın değişmesi zamanında petrolümüze sahip olsaydık, otomobili ve sâireyi önce biz yapsaydık, Osmanlı devleti olarak motorize bir kuvvet olsaydık; atların üzerinde gitmek yerine, mekkâreler kullanmak yerine, katırlarla cephane taşımak yerine ordumuz motorize olsaydı; uçaklarımız olsaydı. Çanakkale savaşında düşman bize karşı uçak kullandı, bizim uçağımız yoktu. Verseydik parayı, alsaydık... Kuru ekmekle peynir yeseydik, zeytin yeseydik, ot yeseydik... Ot var bizim memlekette, otları topluyorsun, yemek oluyor. Hem de doktorlar da tavsiye ediyor. Kolesterolü azmış, bilmem neymiş, bilmem ne...

Ot yeseydik, kuru ekmek yeseydik, tayyaremiz olsaydı da düşman Çanakkale'ye gelip beşyüzbin tane müslüman askeri şehid etmeseydi. Balkanları kaçırmasaydık, Tunus'u, Cezayir'i, Afrika'yı elden çıkartmasaydık... Petrol bölgelerini İngilizlere, Amerikalılara, Fransızlara kaptırmasaydık.

Bu hep işte bu murâbıtlıkla ilgili, Allah yoluna hayatını vakfetmekle ilgili, malını vermekle ilgili...

E bu devirde böyle yapan insan yok! Bunlar ne, aptal mı bunlar? Bunlar niye böyle yapmışlar? Bunların ağzı dili yok mu, midesi yok mu, keyfi zevki yok mu, vücutları istirahat istemez miydi?.. İsterdi ama, onların imanları sağlamdı. Onlar ahirete inanıyorlardı, ahirete hazırlanıyorlardı. Dünya gözlerinde yoktu, ana nokta bu... Dünyaya meyilleri, sevgileri, muhabbetleri yoktu.

Peygamber Efendimiz diyor ki:

(Hubbüd-dünyâ re'si külli hatîeh) "Dünya sevgisi bütün hatâların başıdır."

Hased ondan olur, rekabet ondan olur, kavga ondan olur; kardeşlerin mirasta birbirleriyle küsmesi ondan olur, iki dükkân komşusunun kavgası ondan olur, iki köy halkının silah alıp birbirleriyle çatışması ondan olur. İki paralık dünya için...

Birinci kusur bu: Dünyayı sevmek, dünyaya aşık olmak, dünyaya bağlanmak, ahireti unutmak, ahireti düşünmemek...

İkincisi de, ölümden korkmak... Ölümden istediğin kadar kork; ölümden korkmak ölümü insandan öteye uzaklaştırmaz. İnsan ne zaman ölecekse, o zaman ölür. Yanaşsa, sürtünse, kaşınsa, ölemez insan... Gitse silahlı bir insana öldür beni dese; Allah yazmayınca öldüremez. Ya silah patlamaz, ya adamın parmağı çekmez, ya şöyle olur, ya böyle olur... Allah'ın yaşatacağı insanı kimse öldüremez.

Koca bir kavim tek bir babayiğiti, İbrâhim AS'ı öldürebildi mi?.. Öldürmek istemediler mi, yakmağa teşebbüs etmediler mi, yakalamadılar mı, ellerini ayaklarını bağlamadılar mı, ateşin içine atmadılar mı yâhu?!..

--E attılar.

Öldü mü?.. İbrâhim AS öldü mü ateşe atılınca?..

--Ölmedi!

Demek ki Allah öldürürse öldürür, Allah öldürmezse kimse öldüremez. Koca bir kavim bir araya gelse, sabahtan akşama uğraşsalar, öldüremezler.

Firavun Mûsâ AS'ı öldürmek istedi, öldürebildi mi?.. Öldüremedi, öldüremez!

Peygamber Efendimiz'i öldürmek istediler, evini kuşattılar, öldürebildiler mi?.. Mağaraya kadar takib ettiler, öldürebildiler mi?.. Arkasından at koşturdular mızrakla, öldürebildiler mi?.. Öldüremediler. Ordu çektiler, geldiler Medine-i Münevvere'ye, öldürebildiler mi?.. Öldüremediler, öldüremezler.

Allah bir insanı yaşatmışsa, kaderinde şu kadar yıl yaşayacak, şu sene ölecek diye yazılmışsa, onu kimse o zamana kadar öldüremez.

Ölümden korkmak o zaman, aptalca bir şey... Niye korkuyorsun ölümden?.. Bir dakika öne de gelmez, bir dakika sonraya da gitmez; ölümden niye korkuyorsun kardeşim?

Hâ, işte bu iman oldu mu, ölümden korkmuyor. "Dünyadan da bir şey beklemiyorum. Para pulda da, mevkîde makamda da gözüm yok..." diyor. Tamam, bu insanı kimse yenemez, bu insanın sırtı yere gelmez.

Amma dünyayı sevdi mi, paraya kanar, mevkii makamı düşünür, hesap yapar; düşmanla işbirliği yapar, düşmanın rüşvetini kabul eder, "Eyvallah, tamam, yan cebime koy; ben onların aleyhinde çalışırım!" der; casus olur, ajan olur, maşa olur, onların oyununa düşer, her şeyi yapar.

Neden?.. Dünyayı seviyor. Dünyayı sevdi mi, böyle olur. Ahireti düşünmüyor. Ahirette mahkeme-i kübrâ var, Allah hesap soracak.

Dedikodu yapıyorlar bizim aleyhimize... E, yapsın...

Çok hoşuma gidiyor Cüneyd-i Bağdâdî veya Hasan-ı Basrî (Rh.A), kendisine dedikodu yapana bir tepsi kıymetli meyva göndermiş. "Sen dedikodu yapıp, gıybetimi yapıp sevaplarını bana veriyormuşsun, ben de sana bunu hediye gönderiyorum." demiş.

Bir tanesi de diyor ki: "Gıybet yapmam ya, eğer gıybet yapacak olsam, anamı babamı gıybet ederdim. Çünkü gıybet yaptığım kimseye sevaplarım gidecek ya, bari sevabım anama babama gitsin diye... Hiç olmazsa anamı babamı gıybet ederdim ki, benim sevaplar yabana gitmesin, anama babama gitsin." diyor, anlayın.

Peygamber Efendimiz'e iftira atmadılar mı?.. Attılar. Mecnun demediler mi, sihirbaz demediler mi, kâhin demediler mi?.. Dediler. Yalancı peygamberler çıkmadı mı?.. Çıktı. Bir şey değil, onlara gelmiş imtihan... Yapan utansın, söyleyen utansın!

Allah-u Teâlâ Hazretleri gafletten cümlemizi uyarsın... Gözümüzden perdeleri kaldırsın, ahiretini unutmayan mü'min-i kâmiller eylesin...

İmanın kuvveti ahirete bağlılıktandır. Yoksa, ahiret inancı olmazsa, inanç olmaz. "Ahirete inanıyorum ben, mahkeme-i kübrâya inanıyorum, adâlet-i ilâhiyyeye inanıyorum, cennete cehenneme inanıyorum!" diyen insan başka türlü insan olur. Böyle insan olmaz, bu tip insan olmaz.

Bu devirdeki insanları Peygamber Efendimiz'in söylediği iki hastalık sarmış. Dünya sevgisi, para sevgisi, mal sevgisi, mülk sevgisi, ticaret sevgisi, köşk sevgisi, yalı sevgisi, otomobil sevgisi, banka sevgisi, banka cüzdanı sevgisi, hesap sevgisi, sermaye sevgisi, lüks sevgisi, servet sevgisi, eğlence sevgisi, tatil sevgisi, av sevgisi, kumar sevgisi... Bir sürü sevgiler sarmış. Hubbüd-dünyaya dalmışlar; en büyük hatâ!

Dünyayı seviyorlar, bir de ölümden korkuyorlar.

--Hiiih, ölmek de mi var, hapı yuttuk!..

Tabii yuttun ya, herkes yutacak. Ölümü yutmayan, ölüm şerbetini içmeyen var mı?.. Hazırlanacaksın; her an gelebilir, birden gelebilir, aniden gelebilir, pattadak gelebilir, hiç belli olmaz.

Onun için hem ölümden korkmayacağız, hem de ölüme hazır olacağız. Dervişlik ne?.. Dervişlik ölüme hazır olmak sanatıdır. Hazır mısın ölüme, hazır mısın hemen şu anda?..

Ferîdüddîn-i Attâr'ın dükkânına --daha mübarek, böyle dükkâncılık yaparken-- birisi gelmiş; konuşmuşlar, dervişliği methetmiş, Allah'a teslimiyeti anlatmış, hayatın değersizliğini anlatmış. Ondan sonra, "Sen bunları yapabilir misin?" deyince; "Yaparım inşaallah!" demiş. Yatmış yere, "Allah!" demiş, canını vermiş. Yâni köprünün öbür tarafına adımını atıvermiş. Hazır; borcu yok, hesabı yok, sözü yok, bir şeyi yok, her şeyi hazır!

--Hazır mısın hemen ölmeğe?.

--Daha dur bakalım hocam, daha hacca gitmedim, emekli olmadım, çocuğu evlendirmedim, evi tamamlamadım, borcumu ödemedim...

Bir sürü alâkan var, ama bunları hiç dinlemez ölüm. Ölüm bir geldi mi:

Alır yiğidin âlâsın,
Divane eyler anasın.
Gelinlik kızların saçın,
Teneşirde yıkar ölüm.

Ölüm birden gelir. Onun için hem korkmamak lâzım, hem de hazır olmak lâzım!

Ölüm nedir? Dünya imtihanının bittiğini gösteren bir işaret... Bitti elhamdü lillâh; meşakkat bitti, üzüntü bitti, hastalık bitti, dert bitti, hasretlik bitti... Tamam, sevgilinin sevdiğine kavuştuğu andır ölüm! Perdelerin kalktığı andır. Mü'min için tabii... Cennet ile insan arasında ölüm bir perdedir. Öldüğü zaman perde kalkıyor, cennete gidecek.

Bir insan her namazın ardından Ayetel-Kürsî'yi okursa.... Niye okuyoruz Ayetel-Kürsî'yi?.. Kimse bilmiyor. Anasından, babasından öyle gördüğü için okuyor. Peygamber Efendimiz tavsiye etmiş ve buyurmuş ki:

"--Namazın arkasından bir insan Ayetel-Kürsî'yi okursa, onun cennete girmesine sadece ölüm mânidir. Başka bir mâni yok, hayatta olduğundan giremiyor cennete; ölmüş olsa cennete girecek."

Ondan okuyoruz Ayetel-Kürsî'yi... O tesbihleri çekmemizin sebebi var, salât ü selâm getirmemizin sebebi var... İnsanın okuması lâzım, dininin kaynaklarını okuması, bilmesi lâzım; yaptığı şeyi bilerek yapması lâzım!..

Adam gitmiş kalede nöbet tutuyor, Para da almıyor, maaş da istemiyor. Allah rızası için... Allah rızası için cihad, Allah rızası için bekçilik, Allah rızası için hayır, Allah rızası için imamlık, Allah rızası için müezzinlik... her şey Allah rızası için; ne güzel!

"(İnnel murâbıta fî sebîlilâh) Allah yolunda murâbıt olan kimse, hiç şüphe yok ki, (a'zamü ecran) ecir bakımından daha büyük mazhariyete sahiptir, daha büyüktür; (min racülin) şu adamdan daha çok sevap kazanır ki, (cemea kâ'beyhi yertâdü şehran sàmehû ve kàmehû) adam gayrete gelmiş bir ay gündüzleri oruç tutarak, geceleri uyumayıp ibadet eden gayretli insanın sevabını alır."

Bir günlük veya bir miktarlık murâbıtlıktan bu sevabı alıyor. Arkada, geride rahat ibadet edenlerin hepsinden hisse alıyor. Bir ay gündüz oruç tutup, gece kalkıp gece namazları kılıp ibadet eden gayretli müslümandan derecesi daha büyüktür murâbıtın... Bir günlük murâbıtlık böyle... İşte böyle olmamız lâzım!..

Ama, şimdi ben kalkayım Edirne'ye gideyim, Kapıkule'nin yanında, askerî kulede silâhı alayım, nöbet tutayım; ne olacak?.. Gelmez ki Bulgar... Ordan gelip de ne olacak, harp olur.

Düşman öyle gelmez, turist vapuruyla gelir. Karaköy rıhtımına yanaşır. Uçakla gelir, Yeşilköy Havaalanı'nda iner, arana girer. Para gönderir, burdan adam tutar; dergi çıkartır, gazete çıkartır, müstehcen yayınlar, Peygamber Efendimiz'in aleyhine, dinin aleyhine, ahlâkın aleyhine çirkin neşriyat yapar, öyle yıkmağa çalışır.

Şimdi Kapıkule'de nöbet tutmanın kıymeti azaldı. Asıl kıymet, iman nerden darbe yiyorsa orda düşmana karşı koymak, orda düşmanı yenmek, orda müslümanları korumak!.. Onun için dergi çıkarıyoruz, onun için radyo yayını yapıyoruz, onun için televizyon yayını yapacağız, onun için her türlü yayınları yapacağız. Siz de yapmak isterseniz elbirliğiyle yapılacak.

.........................

Sübhâneke lâ ilmelenâ illâ mâ allemtenâ inneke entel-alîmül-hakîm. Sübhâne rabbinâ rabbil-izzeti ammâ yesıfûn. Ve selâmün alel-mürselîn. Vel-hamdü lillâhi rabbil-àlemîn.

1. 12. 1996 - İskenderpaşa / İST.