YEDİRMEK, İÇİRMEK VE SELÂM VERMEK

İslâm'ın güzel huylarından biri de, yemek yedirmek, susuzları sulamaktır. Bu hususta gerek Cenâb-ı Hakk'ın ve gerekse Cenâb-ı Peygamber'in bir çok emirleri ve teşvikleri vardır:

[Onlar içleri çektiği halde, yiyeceği yoksula, öksüze ve esire yedirirler.] (El-İnsân: 8)

Bu konuda Hazret-i Hasaneyn RA Efendilerimizin şu hareketleri güzel bir misâl teşkil eder:

Bu iki muhteremden biri hasta olmuşlar. Peder ve vâlideleri de, çocukları sıhhatine kavuştuğu takdirde üç gün oruç tutmağı nezretmişler. Hazret-i Ali KV Efendimiz'in mâli durumları pek müsâid olmadığından, iftar ve sahur için biraz ödünç yiyecek almışlar. Akşam iftar edecekleri sırıda kapıya bir miskin gelip, Allah rızası için bir yiyecek istemiş. Bu durum karşısında o akşamki nafakalarını ona vermişler. Kendileri su ile iktifâ etmişler.

Ertesi akşam tam iftar vakti oluca, bir yetim gelmiş. O akşam da iftarlıklarını ona vermişler ve kendileri yine su ile iktifâ edip, ertesi günün orucuna niyetlenmişler.

Üçüncü gün de bir esir gelerek, "Allah rızası için açım..." demiş. Bu akşam da yiyeceklerini o esire vererek iman-ı kâmilin en yüksek derecesini fi'len göstremşilredir. Bu yüzden Cenâb-ı Hak onları Kur'an-ı Azîmüşşân'ında, kıyamete kadar gelecek Muhammed ümmetine örnek olarak bildirmektedir.

Allah-u Zülcelâl vel-Kemâl Hazretleri, bizlere de bu güzel hallerden birer parçacık ihsan buyursun, âmin...

Aç bir mü'mine doyuncaya kadar ikram eden bir mü'mini, Cenâb-ı Hak cennet kapılarından hangisini isterse, oradan onu cennetine koyar ve o kapıdan da ancak onun gibileri girer.

Allah-u Celle ve A'lâ Hazretleri, kullarını doyuran (it'am eden) kimseler ile meleklerine mübâhât eder.

Yemek yedirmenin faziletleri sayılamayacak kadar çoktur. Bu yemekler sebebiyle insanların birbirlerine karşı sevgi ve saygıları, bağlılıkları artar. Kuvvet ise müslümanların birbirine sıkı bağlılıklarıyla olacağından Cenâb-ı Vâcibül-Vücûd Hazretleri, miskîn, yetim ve esirlere sevgi ile yemek yedirenleri medh ü senâ buyurmuştur.

Cenâb-ı Peygamber'e İslâm'daki hayırlardan sorulunca; yemek yedirmek, tanıyıp tanımadığına selâm vermek olduğunu bildirdiğini, Buhârî ile Müslim beyan etmişlerdir.

Ebu Hüreyre RA'in bir rivayetinde, Efendimiz SAS Hazretleri'ne bir adam:

"--Bana bir şey bildir ki, onu işlediğim vakit cennete gireyim." demiş.

Efendimiz SAS cevâben:

"--Yemek yedir, selâmı açıkla, akrabana sıla yap, gece herkes uyurken sen namaz kıl! Bunları yaparsan cennete girersin." buyurmuş.

Diğer bir rivayette de:

"--Sıla-i rahme devam edin, taam yedirin, selâmı açıklayın; selâmetle cennete girersiniz." buyrulmuştur.

Ve yine Efendimiz SAS Hazretleri:

"--Cennette bir köşk vardır ki, içinden dışı, dışından da içi görülür."

Ebû Mûsâ el-Eş'arî RA Hazretleri:

"--Bu kimin içindir?" diye sormuş.

Buyurmuşlar ki:

"--Edeble konuşan, taam yediren ve herkes uyurken gece namazı kılan kimsenindir." buyurmuşlardır.

Sizin hayırlınız yemek yedirendir. Mağfiret-i ilâhîyeyi mucib olan şeylerden biri de, aç müslümanı doyurmaktır ve bunun cennete girmeyi mucib olduğu da bildirilmiştir. Sizin birinizin bir aç kimseye verdiği bir hurma veya bir lokma öyle büyütülür ki, sizin tay ve danalarınızı ve deve yavrularını büyüttüğünüz gibi... O bir lokmanız da Uhud dağı gibi olur. Bundan dolayı şu üç kişinin cennete gireceği bildirilmiştir: Biri, kazanan ve emreden; ikincisi, yapıp meydana getiren; üçüncüsü de, onu miskin veya fakire götürendir.

Bir Arabi gelmiş:

"--Yâ Rasûlallah, bana bir amel bildir ki, benim cennete girmeme vesile olsun!" demiş.

Cevaben:

"--Bir canlıyı azad et, bir köleyi kurtar; bunlara gücün yetmezse, açı doyur, susuzu sula!" buyurmuşlar.

Bir kimse müslim kardeşine doyuruncaya kadar yemeğini, kanıncaya kadar suyunu verirse, Cenâb-ı Hak onu cehennemden yedi hendek boyu uzak kılar. Her hendeğin arası beşyüz senedir. Yâni cehennemden uzak edip, cennetinde karar ettirir. Bunun için en efdal sadaka, aç bir canlıyı doyurmaktır.

Herhangi bir mü'min, bir mü'mini açlığından kurtarırsa, Cenâb-ı Hak da onu kıyamet gününde cennet meyvalarıyla it'am edecektir. Herhangi bir mü'min, susamış bir mü'mini sularsa, Cenâb-ı Hak da kıyamet gününde onu ağzı mühürlü cennet şaraplarıyla sulayacaktır. Yine hangi bir mü'min, çıplak bir mü'mini giydirirse, Cenâb-ı Hak da kıyamet gününde ona cennet elbiseleri giydirecektir. Kıyamet gününde bütün insanlar çıplak, aç, susuz oldukları halde haşr olunacaklar; ancak kim Allah için yedirdi, giydirdi veya suladı ise, Cenâb-ı Hak da onları yedirip, içirip, giydirecektir.

Bir gün Rasûlüllah SAS Efendimiz sormuşlar:

"--Sizlerden bu gün oruçlu olanınız kimdir?"

Ebûbekir RA:

"--Benim yâ Rasûlallah!" demiş.

Tekrar sormuş:

"--Bugün sizden kim bir miskine yemek yedirdi?" demiş.

Yine Ebûbekir RA:

"--Ben..." diye cevap vermiş.

Efendimiz SAS sormuş:

"--Bugün sizden hanginiz bir cenazeye gitti?" demişler.

Yine Ebûbekir RA:

"--Ben..." demiş.

Tekrar sormuşlar:

"--Bugün hanginiz bir hasta ziyaretine gitti?" demişler.

Yine Ebûbekir RA:

"--Ben..." diye cevap vermiş.

"--Bugün hanginiz sadaka verdi?" diye sormuşlar.

Yine Ebûbekir RA:

"--Ben yâ Rasûllülah!" demiş.

Efendimiz SAS buyurmuşlar ki:

"--Bu huylar kimde toplanırsa, o ancak cennete girer." buyurmuşlardır.

Üç şey kimde varsa, Allah-u Teàlâ onu himayesi altına alır ve cennetine idhal eder. Bunlar; zaife rıfk, valideyne şefkat, kölelerine ihsandır.

Yine üç şey vardır ki kimde bulunursa, Cenâb-ı Hak onu himayesi altına alır; rahmetini eriştirip azabından uzak eder. Bunlar da; soğuk havalarda abdesti tam almak, karanlıkta mescide gitmek ve açları doyurmaktır.

Fukaralara ve miskinlere yardım edenlere ve iyi davrananlara vaad olunan bu mükafatlar karşısında, din kardeşlerine yapılan ziyafetler de köle azadından sevgili olduğu gibi; bir din kardeşine bir lokma ile bile yaptığı ikramın bir miskine verilen bir dirhemden ve yine bir kardeşine verdiği bir dirhemin, miskine yapılan yüz dirhemden daha sevgili olduğu bildirilmiştir. Bu tasaddukların mükâfatı olarak yarınki kıyamet gününde, vermiş oldukları zuafa, fukara ve abidlerin de ayrıca şefaatlerine nâil olacaklarına dair bir çok rivayetler mevcuttur.

Bir kişi hararetin şiddetli olduğu bir zamanda yolda bir kuyuya rastladı. Kuyuya indi, su içerek çıktı. Tam o sırada kuyunun ağzında bir köpeğin susuzluktan, ıslak toprakları yalayıp durduğunu gördü. Kendi kendine, "Benim gibi bu zavallı da çok susamış." dedi. Tekrar kuyuya indi, mestini su ile doldurdu, dişleriyle tutarak çıkıp köpeği suladı. Bunun bu hareketini beğenen Cenâb-ı Hak, onun bütün günahlarını mağfiret etti. Her canlı için bu mükâfatın cârî olduğu ve bir rivayette cennete idhal olunacağı beyan buyrulmuştur.

İbn-i Mübarek'in rivayetinde; bir adamın dizlerinde çıkan bir çıban, yedi sene devam etmiş. Yapılan ilaçlar fayda etmediği gibi, doktorlar da aciz kalmış. Ebû Abdurrahman diyor ki:

"--Git, halkın suya muhtaç olduğu falan yerde bir kuyu kazdır! Umarım ki, oradan çıkacak su sebebiyle senin yaran şifa bulur."

Adam bunu yaptı. Cenâb-ı Hak da ona şifasını verdi. Bunlar bize insanların hemcinslerine faydalı olmalarının, Cenâb-ı Hak tarafından mükâfatsız bırakılmayacağına dair kuvvetli delilerdir.

Şimdi bizim bir Ramazanımız vardır. Bu mübarek ayda yapılan her ibadet ve hayırlar, yetmiş mislini yapmış gibi oluyor. Ramazan sabır ayıdır. Sabrın mükafatı da cennettir. Ramazan ihsan ayıdır. Mü'minin rızkı arttırılır. Her kim bir oruçluyu iftar ettirirse, onun günahlarına keffaret ve mağfirete sebeb olduğu gibi, cehennemden de azad olur ve oruçlunun ecri kadar da ecir verilir. Oruçlunun ecrindense bir şey eksilmez.

Her kim Ramazan ayında helâl kazancından bir oruçluya iftar ettirirse, ona bütün Ramazan geceleri, rahmet melekleri mağfiret dilerler ve Cebrâil Aleyhisselâm da, Kadir gecesinde onunla musafaha eder. Her kimle ki, Cebrâil Aleyhisselâm musafaha ettiyse, onun kalbi rakik olur, imanı artar, Allah'tan korkusu çoğalır. Amel-i salihini arttırır. Bunun için herkesin elinden geldiği kadar, bir lokma, bir yudum su ile de olsa, bu büyük nimetlere ve ihsanlara kavuşabilmesi için çok gayret göstermesi ne kadar gereklidir. (Et-Tergîb, c. 2, s. 65)

AHİRET SEVGİSİ VE DÜNYAYA BUĞZ

Ahiret sevgisi her mü'min ve muvahhid için en önemli bir vazifedir. Zîrâ ahiret bâkî, dünya ise fânîdir. Binâen aleyh, bâkî olan ve her türlü arızalardan àrî, nimetleri tükenmez, her zaman istediğine nâil olmak, hastalık, fakirlik ve ölüm gibi hallerin de olmayacağı ve en a'lâsı ise, varlıkların sahibi, bütün nimetleri bize bahş eden Allah-u Zülcelâl Hazretleri'nin cemâlini de müşahede etmek, nîmet-i uzmâsına mazhariyet de ahirette olacağına göre, fânî olan dünyaya, ahiret sevgisini tercih etmek elbette en akıllıca bir iştir.

Dünyaya buğza gelince; ahiret yolu olan bu dünyada, imana ve ahiret sevgisine zarar verecek, kötü ve yasak olan fenâlıklardan uzak kalma demektir. Dünya sevgisiyle ahiret sevgisi bir arada imtizac edemeyeceğinden, bunlar terazinin iki kefesine benzetilmiştir. Dünya tercih edilince, ahiret kefesi boş kalır. Ahiret tarafı tercih olunsa, dünya kefesi boş kalır. Binâen aleyh, îtidal ile kullanabilmek ve yaşayabilmek en akıllıca bir iştir. Çünkü, dünya sevgisinin bütün günahların başı olduğu herkesin ma'lûmudur.

Cenâb-ı Hak cümlemizi dünya fitnelerinden muhafaza buyursun ve ahiretin, gözlerin görmediği, kulakların da işitmediği, hatırlara bile gelmeyen güzel nîmetlerine de nâil eylesin... Âmîn, ve sallallàhu alâ seyyidinâ muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn.

DÜNYANIN KEYFİYETİ

(Erzurumlu İbrâhim Hakkı Hazretleri'nin Ma'rifetnâme'sinden)

a. Dünya Nedir?

Üçüncü kısım: Dünyanın keyfiyyeti, mihnet ve meşakkati, ona meyl edenlerin şekàvetini, terk edenlerin de saadetini bildirir.

Ey aziz, ehlullah demişler ki: "Dünyanın misali, uyku ve gölgeler gibidir. Dünya dar-ı fenâ, yorgunluk ve meşakkat yeridir. Şimdiye kadar kimsenin elinde kalmamıştır. Dünya, meşakkat, mihnet yeri ve günahlara vesile olan bir yerdir. Aynı zamanda intikal yeridir. Akıllı ve zeki insanlar dünyayı boşamışlar, yâni, ona iltifat etmemişlerdir.

Dünyanın terki büyük bir saadet ve devlettir. Dünyaya rağbet ise, Halik-ı Zülcelâl'in gazabını mucibdir. Dünya tıpkı bir bulut gölgesi gibidir. Uykuda görülen rüyalar ve aldanmalar gibidir. Dünya, bir zıll-i zâil ve uykuda olanın halidir. Ona meyleden gàfil, elbette pişman olacaktır. Dünya, dâimâ değişen ve bir hal üzere olmayan bir yerdir. O seninle kalsa da, sen onunla kalmazsın, kalamazsın.

Dünya, mü'minin zindanıdır. Ölüm, onun emniyet yolculuğunun ve yerinin başlangıcıdır. Cennet, onun mekanıdır. Kim ki dünyayı terk eder, onun ayıplarını anlamıştır. Dünyadan cesedin çıkmazdan önce, sen onu kalbinden çıkar. Zîrâ, dünyanın Allah-u Teàlâ yanında hiçbir kıymeti yoktur. Ona muhabbet, her belânın esasıdır. Dünya lezzetlerini terk eden, cennet nimetlerini bulur; iki alemde aziz ve muhterem olur.

Dünya harabdır, şarapları seraptır, nimetleri azabdır, safâsı kederdir. Dünya, bedenleri yok eder, emelleri tazeler. Kendini sevenlerden yüz çevirir, sevmeyenlere de ikbal eder. Dünya kuşları ve balıkları tutan bir ağdır. Ona meyleden àkil değildir. Dünya, zehirli bir helvaya benzer. Ona aldanıp yiyenin hali ma'lûmdur. Dünya nimetleri elden ele dolaşır. Ahvali daim değişiktir. Sen ona aldanmadan dünyadan çıkarsan, selâmete erişirsin.

Dünya ve ehline îtimad ve îtibar olunmaz. Zîrâ, dünyada ve ehlinde vefâ ve safâ bulunmaz. Allah'ı isteyenler, buradan geçer gider. Ahirete râgıb olanlar, onu sevenler ve isteyenler, buradan kaçarlar. İmdi, fânîyi terk edip bâkî olan ahireti alasın!

Dünya sevgisi, bütün fitnelerin başı, mihnetlerin aslıdır. Dünyayı terk ise, bütün necatların başı ve felâha sebeptir. Fânîyi terk, bâkîyi almak hünerdir. Ne taaccüb olunacak şeydir ki, kendini ve nefsini bilen kişi bu dünya ile nasıl ünsiyet edebilir? Dünyanın sonu fenâdır. Dinin gayesi ise, rızaullahtır. Eşkiyaların rağbeti dünyayadır. Saidlerin, mes'ud olanların rağbeti de ahiretedir. Dünyanın çokluğu, ahiret için zarardır. İzzeti de, nihayet zillettir (yâni ahirette, belki dünyada da.) Dünyaya aldananlar cahillerdir. Akıllılar ise, onu kabul etmekten kaçmışlardır.

Eğer cihânı gönlünden cüdâ edersen sen;
Huzur-u zevkle zikr-i Hudâ edersin sen!

Dünya işlerinde cahil ve lâin, din işlerinde àkil ol. Bedeninle dünyada ol, kalbinle ahireti bul. İlm-i yakîni sahih olan, bâkîyi bırakıp fânîyi almaz. Şehvetleri terk eden pak olur. Afetlerden selâmet bulur. Dünyayı anlayan zühd eder. Daima Hak'la beraber olmak isteyen yalnızlık arar. Kıble-i hâcât, Hazret-i Hak'tır. Hakk'ı bırakıp, halktan isteyenler zarardadır.

Allah-u Teàlâ'yı çok zikr edenler, dünyaya aldanmazlar. Kim ki Allah için bir nesneyi terk eder, Hak Teàlâ ona, ondan daha hayırlısını ihsan eder. Rahat ve selâmet isteyen, dünya ile kalmaz ve meşgul olmaz. Kim ol Mevlâsını bulmuştur. Mevlâsını bilene dünya hizmet eder. Her doğurduğunuz, netice itibariyle toprağa girer. Her yaptığınız da, nihayet harab olur, yıkılır gider. Dünyada kanaat tükenmez bir hazinedir.

Bu dünya, ibadet edenler için bulunmaz bir ganimettir. İbretle bakanlar için bin hikmet yeridir. Mânâsını anlayanlar için selâmet evidir. Dünya dar bir yer ve meşakkatle doludur. Ahiret ise, hem bâkî hem de çok geniş, sonsuz saadet ve selâmet yeridir. Cenâb-ı Hak'la ünsiyet ve huzur yeridir. Artık hangisini istersen, beğenirsen, onu almak senin elindedir buna ihtiyar-ı cüz'î derler. Mükâfat ve mücâzatlar da buna göre olacaktır.

b. Dünya ve Ahiret

Dördüncü Kısım: Nelerin dünyadan ve nelerin ahiretten olduğunu bildirir.

Ey aziz, Ehlullah demişler ki, her nesne ki insan için ölümden evveldir, (hayır olsun, şer olsun) dünya cümlesinden ma'duddur. Habîb-i Ekrem SAS Hazretleri, dünyayı bize anlatırken, hayırlı şeyleri ayırıp, ibâdât, tâat, Kur'an-ı Kerim okumak, dini sözler, ameller ve hallerin, mezmum olan dünyadan olmayıp, ahiret amellerinden sayıldığını bildirmiştir. Halbuki, bunlar da yine bu dünyada kazanılmaktadır. Zîrâ, kul öldükten sonra, bu hayırlı işlerini yanı başında bulacaktır.

Bundan anlaşılıyor ki, her lezzet kesilir; insan öldükten sonra onun semeresi bâkîdir. O lezzetler bu mezmun olan dünyadan değildir. Vâkıa o lezzetler, yine bu alemde ve bu dünyada hasıl olmaktadır. Fakat bunların semerelerinin ahirette bulunmasından nâşi, bunlar da ahiretten sayılmıştır. Dünyada yapılmış, fakat ahiret için yapıldığından ötürü, ahiretten addedilmiştir. Zîrâ dünya ahiretin tarlasıdır.

Ahiret için olan şeylerin hepsi, ahiretten bilinmiştir; makbul ve memduh, medh ü sena kılınmıştır. Amma ol eşya ve ameller ki, öldükten sonra onların hiç bir faydası olmayacaktır; maâsi, günahlar ve emsâli, hacetten fazla mübahlar ile iştigal vs. bunların hepzi mezmum olan dünyadan ma'duddur.

Ahirete yardımı olan ve onlarsız yaşamak ve ibadet etmek mümkün olmayan, yeme, içme, uyuma, kazanma, ticaret, sanat ve zîrâat gibi şeyler de yine dünyadan sayılmayıp, ahiretten sayılmıştır. Şu kadar var ki, bunları yaparken günahları ve haramları irtikâb etmeyip, ibadetlere de noksanlık vermemek şarttır. Meselâ; yerken öyle aç gözler gibi karnını tıka basa doldurmak, envâ-i çeşit meşrubatı israf edercesine içmek ve sabahlara kadar uyumak, süslü, saltanatlı, zînetli evlerde oturmak; süslü, kıymetli, zînetli elbiselere iltifat etmek, doğrusu ahiret yolcusu bir müslümana hiç yakışmaz.

Daha iyisi, bunlardan yapılacak iktisatla muhtaçların yardımına koşmak ve onları sevindirmek, onların dualarını almak ve bunun için herhalde iktisada riayet etmek mecburiyetinde olduğumuza inanarak, Peygamberimiz SAS Hazretleri'nin ve ashabının yolunu yol edinmek en doğru ve en akıllıca bir iştir.

Hattâ bu hususta biraz da sözlerinde iktisad eder, fazla ve lüzumsuz şeyleri konuşmamağa dikkat ederse daha iyi olur. Ma'lûm ya insan, bir şeyle meşgul iken diğer işlerden gàfil olursa, bu sefer gönülde asıl maksad ve gaye olan huzurdan mahrum kalacağını düşünerek, sözleri muhakkak terk etmek gerektir.

Dünyada bizlere verilen her çeşit mal, mülk, hayvanat, bağ ve bahçelerin, tabiatiyle hiçbir kabahati yoktur. Kabahat, yalnız bunları kullananlarındır. Bu nimetleri, ahiretimizi kazanabilmek için kullanırsak, bunlar ahiretten sayılır. Hatta muharebelerde kullanmak için bu hayvanlara, atlara verilen yemler, sular ve hattâ bunların gübrelerinin bile kişinin terazisine konulacağı muhakkaktır.

Şu halde bunlar, dünya nimetlerinden olmakla beraber, ahiret saadetini kazanmaya vesile oldukları için, ahiretten sayılmışlardır. Bil'akis bunları kullanan zât, iman ve İslâm'dan uzak, sırf kendi menfaati iktizası iftihar ve gurura, diğer günahlara ve israflara vesile olarak kullanırsa, elbette o zaman bu mallar ve mülkler, servetler mezmum olan ve insanı huzur-u Hak'tan alıkoyan, dünyadan addolunmuştur.

Bu sebepten, mal ve mülk, iyi ve sàlih kimseler için ne kadar güzelse, sàlih olmayan kişiler için de o kadar kötüdür vesselâm. Binâen aleyh, yemek ve içmekte, Peygamber yoluna gidip, iktisada riayet ederek, boş sözleri de bırakarak, hayır ile konuşsa ve ilm-i halini de öğrenip bilse, muhakkak o kimse, dünya lezzetleri ile beraber Mevlâ'nın rızasını da bulmuş olur.

Bunlardan anlıyoruz ki, mezmum olan dünya öyle bir şeydir ki, seni ahiret amellerinden mahrum ve Hak'tan meşgul eder, alıkor. Her ne ki, Hak Teàlâ'ya teveccüh etmek, O'na dönmeye, tâat ve ibadetine yardımcıdır, o şeyin aynen ahiret ameli olduğu, ehli indinde sabittir. Hakikatte din umurundan sayılmıştır. Bir kâmilin dediği gibi, "Seni Mevlâ'dan uzaklaştıran her şey dünyaya aittir."

Halbuki, cemî insanlar, ibadet için halk olunmuşlardır. İbadetlerdeki esrarlar da, mâsivâdan fâriğ olan kalb-i selim ile, celâl ve cemâl-i Ma'bud'u zikir ve fikir edinmek bilinmiştir. Binâen aleyh, seni bundan alıkoyan her şey, mezmum olan dünyadan olup, işçi, amele ve hizmetkârlarla, mal ve mülkünün kesreti ile avunarak, iftihar ve gururlar, kibir ve ucübler, hırs ve hasedlerle ve şehvetleriyle meşgul olarak, Rabb'ine teveccüh edemeyen zavallı insana ne kadar yazıktır dersek azdır. Çünkü, asıl özü, cevheri bırakmıştır, posası ile meşgul olmaktadır. Bu, elbette akıllılar işi olmadığı cümlece ma'lûmdur.

Onun için, Peygamber Efendimiz SAS Hazretleri buyurmuşlar ki:

"--Benim indimde, gıbta olunacak, imrenilecek evliyâ, şol mü'mindir ki, yükü hafif, namaz ve orucundan fazlasıyla nasibini almış, gizli ve aşikâr, Rabbine gerçek ibadet kılan ve nas içinde kendisi meşhur olmayıp, gizli bulunan ve herkes tarafından bilinmeyen, miktar-ı kâfî rızıkla geçinen ve her haline sabredendir."

Sonra onun hüsn-ü halinden, malının azlığına, dünya ziynet ve saltanatlarına kıymet vermediğinden ve çok sevinç ve aynı zamanda korku ve hüznü olmadığına taaccüben; "Her arzusu hazır ve her safâsı tebrik olunmağa şayeste bir kimsedir, bir mü'mindir."diye medh ü sena buyurmuşlardır.

Nazım

Bu vücûdun mülkü elinden çıkmadan,
Devr-i eyyâm ol hisarı yıkmadan,

Sûret ü mânâ ikisi yar iken,
İki alem de elinde var iken,

Hubb-u dünyayı içinden gider;
Ta alasın àlem-i candan haber.

Nûr u zulmetten yoğurmuşlar seni.
Canını nûr anla, zulmet bu teni.

Ten, murad ı ekl ü şürb, mülk ü mal;
Can temennâsı, cemâl-i Zülcelâl.

Lâ cerem ednâ yeri ednâ sever.
Yâni, ten dünya ve can Mevlâ sever.

Àriyet gömlektir on günlük tenin;
Besle canı àriyet nendir senin?

Àlemin hem cânı hem sultanı sen;
Yazıktır kim olasın mağlûb-u ten.

Mecmaul-bahreyn sensin, aç gözün;
Câm-ı cemsin, hiçe sayma kendüzün.

Son beyit pek canlı bir şekilde insanın ne demek olduğunu ve onun kemâlini pek açıkça anlatmaktadır. (Mecmaul-bahreyn), iki derya yâni, sen dünya ve ahiretin en makbûlü bir mahlûksun. Aynı zaman yine sen (câm-ı cem) öyle bir aynasın ve öyle bir meta'sın ki, mahlûkat içinde emsâlin bulunmaz ve sende Hak Sübhànehû ve Teàlâ'nın celâl ve cemâli, kudret ve azameti, pek aşikâr bir surette görülür.

Binâen aleyh, kadr ü kıymetini bil de, kendini yok yere ve boşu boşuna zayi' edib, topraklar içinde çürüyüp gitme! Bu dünyada gelen sayısı belirsiz insandan hiç kimse kalmamış, vaktini dolduran, bu misafirhaneyi bırakıp gitmiştir. Sen de bunu unutma!

Ey aziz ve sevgili evlâd! İnaddan bir şey elde edilmez. Firavunluktan da bir şey hasıl olmaz. Gel, iyi düşün, Hakk'a yönel. Ölümden sonra başa gelecek cennet nimetlerini bırakıp, cehennemi satın alma!

c. Dünyanın Kandırması

Beşinci Kısım: Dünyanın insanları kandırmakta, aldatmaktaki hünerlerini ve saadet sahiplerinin de kanaatle, onun hilesinden emin olup, rahat ve selâmete erdiklerini bildirir.

Ey aziz! Ehlullah demişler ki: Dünya, bir sâhire sihirbazdır ki, kendisini dâimâ seninle sakin gibi gösterir. Sen öyle zannedersin ki, ol seninle ebedi kalır. Halbuki, gece ve gündüz o senden firar üzeredir. Dünyanın ömrü, bir gölgenin durmayıp gittiği, bir suyun aktığı gibi akıp gitmektedir. Öyle ise bunda nasıl ikàmet olunur.

Bu dünya bir gaddar, bir zalimdir ki, sana sadakatler arzeder, muhabbetler gösterir ve seni kendine meyil ve muhabbet ettirdiği zaman, derhal yüz çevirip katline kasd eder. Yine bu dünya öyle bir ihtiyar kadına benzer ki, kendini gayet zînetli altın, gümüş, yakut, inci gibi şeylerle süsleyip, seni kendisine rağbet ettirerek evine misafir edince, hemen senin canına kasd eder. Evinde soyunduğu vakit, kendisinin bütün ayıpları meydana çkar. Sen pişman ve nâdim olarak kaçacak yer ararsın amma, bir kere kafese tutulan kuş gibi çıkacak hiç bir yer bulamaz, onun elinde helâk olursun.

Nitekim, feyiz kaynağı olan İmam-ı Gazali KS Hazretleri de, şöyle izah eder:

"Bu dünya misafirhanesinde misafirliğini, kendini ve Rabbini unutan adamın misali şöyledir: Şol hacı kafilesine takılıp hacca giden gàfil kişi gibidir ki, bazı güzel gördüğü çöllerde, hayvanını besler ve onu tımar eder; bazan da hayretlere düşüren güzel manzaraları temaşa ederken, kafilesini unutup kaçırır ve o çöllerde yalnız başına kalır; yırtıcı canavarlar tarafından parçalanarak mahvolur."

İşte dünyanın nefis yemeklerine ve süslü, zînetli elbiselerine, muhteşem konak ve saraylarına aldanıp, ibadet ve tâati unutan, iman ve İslâm'dan mahrum kimselerin hali de tıpkı böyledir. O kafilesini kaçırıp yalnız başına kalarak, canavarlara yem olan gafil kişi gibi, Cenâb-ı Hak cümlemizi dünyaya aldanıp, bu acı akıbetlere düşmekten muhafaza buyursun, âmin...

Şüphesiz akıllı ve uyanık o kimsedir ki, kendi nefsî işlerinde ve dünyası hususunda bir gam ve keder çekmez. Emelini mümkün mertebe kısaltıp, yarını düşünmez. İbadette kuvvet bulacak ve àrifler yoluna sâlik olacak miktardan ziyade maişet düşüncesi yapmaz.

Bundan anlaşılıyor ki, saîd odur ki, niçin halk olunduğunu bilip, ona göre hazırlanır ve ondan başkasını terk edip, istemez. İşleriyle, ancak zaruri ihtiyaçları kadar meşgul olur. Şakî de o kimsedir ki, şehvet ve gafleti kendisine gàlip olur. Nefsi ve dünyası için çalışır, yiyip, içip şehvetiyle lezzetlenir. İbâdât ve tâati bırakıp ticarete gider.

Gider ama bu dünyadan gözlerini yumunca, ahirete de eli avucu boş olarak gider. Lâ havle ve la kuvvete illâ billâh... Yâ Rab, bizi ve kardeşlerimizi, senden ayıran her şeyden muhafaza eyle... Hak yolunda hidâyetler nasib eyle ve bizleri dàl ve mudıl olanlardan etme yâ Rab!.. Ve sallallàhu alen-nebiyyi muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn...

Ey gönül gafletten agah ol, hazer kıl zinhâr;
Mekr eder, bidâr-ı hasm olmuş sana bu rüzgâr.

Kısmet-i mîras-hordur, mülk ü mal sandığın;
Hubb-u mülk ve cem'-i mâlı koy, hiç etme îtibâr.

Bu cihan dârül-belâdır, ol cihan dârüs-sürûr.
Bu cihan bi'sel-karîn, ol cihan ni'mel-karâr.

Zahmet-i dünyâ kadardır, nîmet-i ukbâ sana.
İzzinin cevri kadar lezzet verir, dâr-ı diyâr.

d. Dünya Mü'minin Düşmanıdır

Yedinci Kısım: Dünya, ehl-i dünya ve nefs-i hevânın mü'mine düşman ve tâatlerine ve Hakk'ın huzuruna mani' olduğunu bildirir.

Ey aziz! Ehlullah demişler ki: Mü'min kulunu ibadet ve huzur-u Mevlâ'dan alıkoyan mânîlerden sakınmak, en mühim işlerden biridir. Halbuki, tâat ve huzur-u Hak'tan kesilenlerin, ya dünya ile, ya halk ile veya nefsiyle meşgul oldukları mücerreb ve meşhurdur. Amma dünya sana lâzımdır. Ancak andan zühd edip sakınca üzerine olasın.

Zîrâ, emir üçten hali değildir: Ya sen basiret ve fıtnat ehlindensin; bu sana kifayet eder ki, dünya senin dostun ve habibin olan Rabbinin düşmanıdır. Yahut sen, ibadete himmet ehlindensin; sana bu da kifayet eder. Veya, sen cehil ve gaflet ehlindensin, ne basiretin var ki, Hak ile olasın ve ne himmetin var ki, ona ibadet kılasın, tâ ki huzur-u ünsü bulasın; o da sana kifayet eder.

Muhakkak dünya bâkî kalmaz, ya sen dünyadan ayrılırsın veya o senden ayrılır. Eğer sen onunla kalsan, o seninle kalmaz. Dünya böyleyken, onu talep etmekte ve ömr-ü azizi telef etmekte ne fayda vardır?

Amma halk sana lâzımdır ki, bunlardan uzlet edesin. Eğer sen halk ile ihtilat edip, âdât ve hevâlarında onlara muvafakat edersen, kalbin halini ifsad ve ahiretin umûrunu berbad ederler. Eğer onlara muhalefet edersen ve doğruyu söylersen, cefalarıyla müteezzî olursun. Sonra şerlerinden emin olmayıp, düşmanlıkları, adâvetleri fikrinde kalırsın.

Eğer seni medh ve ta'zim etseler, senin için ucüb ve fitneden korkulur. Eğer seni zem ve tahkir etseler, o zaman sende ya hüzün ya gazab bulunur. Öyle ise gerek medh ve gerek zem, âfât-ı mühlikedendir. Böyle olunca, bu vefasız kalble ömrünü zayi edersin ve Mevlâ'ya dönüp ibadet eylemezsin ki, àkıbet ona rücû edip gidersin.

İnsan, şehvet halinde korkunç bir deli gibidir. Gazab halinde, yırtıcı bir canavar kesilir. Musibet halinde, çocuk gibi korkak olur. Nîmet halinde, Firavun misalidir. Aç kalırsa feryad ve figanı basar. Tok olduğu zaman, boş sözler söyler. Böyle bir dünyaya akıllıca bakan bir insan, elbette bundan kaçmaktan başka çare bulmaz. Hem bekàsı yok, hem de kalbi meşgul eder ve bedeni zahmetlere, zararlara sokar.

Binâen aleyh, sen dünyada zâhid olursan, ondan ancak ibadette kuvvet bulacak miktarını alırsın. Sâir nimetler ve zînetlerden kaçarsın. Böylece de selim bir kalb ile huzur-u Hakk'a gidersin.

İyi bil ki, halkın asla vefası yoktur. Sana olan zahmet ve sıkıntıları, yardımlarından daha çoktur. Sana yakışan, halktan kaçıp, hayırlarıyla intifâ, şerlerinden uzak kalmandır. Nâs ile ateşe olan ihtiyaç kadar muamele edersin. Ateşe yakın olursan, seni yakacağı muhakkakdır. Öyle ise, senin muinin olan ve senin halikın olan Allah'ınla ol. Halktan uzak olduğun kadar, Hakk'a yakın olursun, saadet bulursun.

Yine iyi bil ki, nefs-i emmâre, gayet şerli ve bir hilekârdır. Akl-ı külle àsî ve ehl-i ahirete büyük bir düşmandır. Öyle ise, az uyumak ve az konuşmakla beraber, gàfil insanlardan da uzak kalırsan, nefsini kendine mutî eder ve onun düşmanlığından ve şerrinden halâs olup huzur-u Mevlâ'ya gidersin.

Ebû Tàlib-i Mekki (Rh.A) demiştir ki:

"--Evliyalar evliyâ olmadılar; ancak açlık, uykusuzluk, sükût ve uzletle oldular."

Bu zat Mekke-i Mükerreme dağlarında, on veya daha ziyade seneler, otlarla gıdalanıp, uzletle yaşamıştır. Sonra şehre inip, Ktül-Kulûb ismindeki kitabını yazmıştır.

Bir kâmil der ki:

"--Sermaye-i saadetimiz açlıktır. Yâni, bizim için hasıl olan zevk ve mağfiret, şevk ve muhabbet, ilim ve hikmet, neler varsa, hepsi açlıkla bulunur."


Kevn ü fesad àlemînin şanıdır fenâ.
Bu şeş cihette gayre taallûk nedir ınâ.

Nûr-u Hudâ olur, çü gıdâ ruha dem bedem;
Bu nânı, âbı yüklem olmaz ona gıda.

Dil verme bu hayata, sakın kılma îtibar;
Kim sende àriyettir, onu hem alır Hudâ.

Ver Hakk'a bu emâneti, sen zinde ol ebed;
Âb-ı bekà ile doludur kâse-i fenâ.

Birdir iki cihan ve bir aynadır hemen;
Zahri bu àlem oldu, yüzü àlem-i bekà.

Hakkı, cihân-ı fânîye dil verme, fânî ol.
Tâ àlem-i bekàda bula cân ve dil bekà.

e. Dünyadan Uzak Olmak

Sekizinci Kısım: Dünyadan ve ehlinden uzak olmayı ve nefsini koyup, gönülden içeri Mevlâ'ya rücû edip gitmeyi bildirir.

Ey aziz! Ehlullah demişler ki: "Kim ki dünyadan zühd ve i'raz edip Mevlâsına teveccüh ve rağbet eder; Hak Teàlâ ona inayet edip, ma'rifet ve muhabbetini i'tâ ve ihsân eder. Bu hak ile ünsiyette şad edip ondan razı olur ve ahiretteki yerini rıdvan bahçeleri eder. Kim ki, Mevlâsını unutup, zikir ve fikirden, ibadet ve tâatten i'raz ile dünyaya ve ehl-i dünyaya meyil ve muhabbet eder ve nefsine uyup, heva ve arzusunca giderse, Hak Teàlâ ondan i'raz edip, ona olan lütuflarını alır ve onu kendi hevasına bırakıp, ahirette cehennem'e odun olur.

Nitekim, Hazreti Musa Aleyhisselâm zamanında Erzurum'un cenup tarafında büyük ve meşhur bir alim, oradaki dağın tepesinde inziva halinde bulunmaktaydı. Büyük velîlerden Bel'am ibn-i Bağur ismiyle şöhret bulan bu zat evliyâ makamlarının en üstününe ulaşmıştı. Buna rağmen hatası, dünyaya ve ehl-i dünyaya meyledip, Hazreti Mûsa Aleyhisselâm'a isyan ile muhalefete düşmüştü. Hak Teàlâ onu kahredip, ma'rifetini almış ve huzurundan tard edip bir kelb misâli kılmıştır. Bu zatın ilk devirlerinde, vaaz meclislerinde, onikibin kişi divit ve kalem ile bunun sözlerini dinler ve yazarlarken, son zamanda bu dünya sevgisi sebebiyle helâk olup gitmişti.

Artık sen bu dünyayı kıyas eyle ki, ona meyil ve rağbet eden ulemâ ve sulehàyı ne belâlara düşürüyor. Hemen Rabb'ine ibadet kıl ki, Ol sana Hadi ve nasırdır. Dünyayı ve ehlini terk et ki, afatları pek çoktur.

Öyle ise ey kardeş, Kerîm olan Allah CC için hulûs ile àmil ve rızasına mâil ol ki, amelin makbul ve sa'yin meşkûr ola ve senden razı olup, sana muhabbet kıla ve seni cümleden müstağni kılıb, sana avn ü inayetiyle kifayet ede ve seni herhalde hıfzı ile sıyânet ede... Eğer irade ve sa'yini Allah için etmeyip, kulların rızasını murad edersen, o Allah kalbleri senden i'raz ettirir, kullar da senden nefret ederler. O zaman çok pişman olursun. Gel bu vefasız insanları unutup, ol Rabbine ibadet kıl ki, seni yok iken var eden odur. Sonra seni güzelce yetiştirip, sana hesapsız nimetleriyle berhudâr etmiştir. Zîrâ dünyayı ve halkı terk edip hevâ-yı nefsinden geçen, kalbinden Mevlâsına gitmiştir.

Li külli şey'in izâ faraktehû ivezun,
Ve leyse lillâhi in farakte min ivezin.

Mânâsı: "Allah için terk ettiğin şeyin bir karşılığı bir mükafatı, Allah'ın cenneti, cemâli vardır. Lâkin Allah'ı bıraktığın vakit sana hiçbir şey yoktur; belki, azab ve ıkàbı vardır." Bunu iyi bilmek lâzım!

Sana ey dil, felekler gerçi zâhir sâyebân olmuş.
Velî sen, sende seyr et kim makamın arş-ı can olmuş.

Bir ayak cisme bas, ol bir kademde can zuhur eyler.
Anınla dilde sâkin ol ki, cism ehl-i revân olmuş.

Tevaz eyle mahlûk-u Hudâ'yı senden a'lâ bil.
Ki zül ve ihtikar evc-i a'laya nerbüdan olmuş.

Namaz olmuş anınçün mü'minin mi'râcı her sâat.
Ki re'si arza vaz' etmek urûc-u âsumân olmuş.

Namaz ve ravza-i arif ki, hıfz-ı Hak'tır ol sanma.
Salâtı hırz-ı can olmuş, sıyamı hıfz-ı nân olmuş.

Rızâ-yı Hak içindir dâimâ ef'al ve akvâli.
İbâdullàha ikrâmı, kamu bi imtinân olmuş.

Kitab ve sünneti hıfz et, amel tohmun zîrâat kıl.
Ki mahsûl-ü cihan, cânı mezra' bu cihân olmuş.

Çü buldun nûr-u Kur'an'ı, ne hàcet ilm-i yunânî.
Ki ol aşkı ıyân etmiş, bu eşyâyı beyân olmuş.

Ölüm aşk ile yek zinde olmaktan bu akl ile.
Ki aşkın şânı irfandır, bu akl andan zemân olmuş.

Eğer irfan ve burhânın dilersen farkın, andan bil.
Ki àrif dostunu bulmuş, o àkil nâm ü hân olmuş.

Gözün bend eyle, tâ her kıl dibinden bir göz açılsın;
Lisânın bağla bak kim, her sırrın bir lisan olmuş.

Tealluk kes kamu hâheşten, âzâd ol cehennemden!
Gözün yum kendine bak kim, cânânın çok cinân olmuş.

Ko, sûret-i zînetin, kalbin güzel huylarla tezyîn et!
Ki sûret-i zînetin, mânâda mâr-i cânsitân olmuş.
(Ma'rifetnâme, s: 281, 282; İst. 1330)