NEFİSLERİ ŞEHVET VE LEZZETLERİNDEN
MEN VE ARZULARINA MUHALEFET

Yüce Rabbimiz Nâziàt Sûresi'nin 40 ve 41. ayetlerinde şöyle buyurur:

"Her kim Rabbinin makamından korkmuş ve nefsini şehevâttan alıkoymuşsa, muhakkak cennet, onun varacağı yerdir."

Efendimiz SAS Hazretleri'nin ümmeti üzerine en çok korktuğu şey, hevâsına uyması ve uzun emeller beslemesi olmuştur. Zîrâ, nefsinin hevâsına uymak, mü'mini Hak'tan uzaklaştırır ve men eder. Tùl-ü emel ahireti unutturur. "Muhalefet-i nefs, ibadetlerin başıdır." denilmiştir.

Bazı meşâyihtan;

"--İslâm nedir?" diye sormuşlar.

"--Muhalefet kılıcıyla nefsi kesmektir." demişlerdir.

Zünnûn-u Mısrî (Rh.A) Hazretleri:

"--İbadetin anahtarı düşüncedir (tefekkürdür)."

Tefekkür demekteki isabetinin alâmeti de, nefs ü hevâsına muhalefet ve şehvetlerini terktir. Nefis haddi zatında tînet ve cibilliyet iktizâsı sû-i edeb üzerinedir. Kul da, bunda edebe devamla memurdur. Nefis, tabiatı iktizası kötülüklere meyyal olup, mü'min kul da bunu iyi yollara çevirmekle görevlidir. Her kim, nefsin arzusuna uyarsa, fesat işlerde müfsitlerin ortağı olur. Her kim nefsini devamlı olarak itham etmez ve onun arzularına muhalefet göstermezse, nefis onu kötü yerlere ve işlere sürükler ve helâkine sebep olur. Akıllı bir insana nefsinden razı ve hoşnud olması nasıl mümkün olur ki, Yusuf Aleyhisselâm bile, nefs-i emmârenin kötülüğünden şikâyette bulunmuştur.

Cüneyd (Rh.A) der ki:

Bir gece virdimi yapmak için kalktım. Fakat bir tad ve halâvet bulamadım. Yatmak istedim, olmadı. Oturdum, olmadı. Kapıyı açtım, dışarıya çıktım. Bir de baktım ki, bir adam abasına bürünmüş olduğu halde, kapının önünde duruyordu. Benim çıkışımı görünce dedi ki:

"--Yâ Ebel-Kàsım! Bir dakika konuşmama müsaade eder misiniz?"

Ben de:

"--Bu vakitte hayır ola!" dedim.

Adam:

"--Ben kalbleri tahrik eden Allah'tan senin kalbini de tahrik edip dışarıya çıkmanı istedim." dedi.

Ben:

"--Peki muradın hasıl oldu, hacetin nedir?" dedim.

Dedi ki:

"--Nefsin derdine devâ nasıl olur?"

Dedim ki:

"--Nefsin hevâsına muhalefet edince, dertlere deva olur."

Bunu işiten adam, nefsine dönüp:

"--Duydun mu?" dedi. "Ben sana tekrar tekrar söylemedim mi? Sen illa Cüneyd'den duymak istedin, işte duydun." diyerek ayrıldı gitti.

Nîmet-i uzmâ, nefsin arzılarına karşı koymaktır. Çünkü nefis, kul ile Hàlik arasında büyük hicabtır, yâni, mâniadır.

Sehl ibn-i Abdullah KS Hazretleri, "Nefs-ü hevâya muhalefetten daha a'lâ bir şeyle ibadet olunmadı." demiştir.

Cenâb-ı Hakk'ın gazabına insanı yaklaştıran şey de; "Nefsin ef'al ve harekatına razı olmaktır." demişlerdir.

İbrâhimü'ş-Şeyban KS Hazretleri, nefsine muhalefet kasdıyla kırk sene her tarafı kapalı bir yerde yattığını söylemiştir.

Sırri-i Sakati KS Hazretleri, "Otuz veya kırk seneden beri nefsim istediği halde, eti yağda pişirip de yemedim." demiştir.

Ceddimden işittim ki: "Kulun afeti, nefsinden razı oluşudur."

Yusuf-u Belhi KS Hazretleri, Hatemü'l-Esam KS Hazretleri'ne bir şey göndermişler. O da kabul etmiş, "Neye kabul ettin?" diye sormuşlar. Cevaben, "Almakla kendimin zilletini, onun izzetini gördüm. Geri çevirmekte ise kendi izzetimi, onun zilletini buldum. Bunun için onun izzetini izzetime, zelilliğimi onun zelliliğine tercih ettim." demişlerdir.

Bir zat demiş ki: Ben hacca yalnız gitmek istiyordum. Bana dediler ki:

"--Evvelâ kalbini dünya muhabbet ve sevgisinden temizle! Nefsini hevâiyattan, dilini de boş laflardan koru; sonra istediğin yere, istediğin gibi git!"

"Gecesini ibadet ve tâatle geçirenlerin gündüzleri; gündüzlerini ibadet ve tâatle geçirenlerin geceleri, çok güzel ve hoş olur." buyurmuşlardır.

Her kim şehvetinin terkinde sadakat gösterirse, Cenâb-ı Hak, onun ihtiyaçlarına kâfî olur. Allah için şehvetini terk edenler, Cenâb-ı Hakk'ın azabından emin olurlar.

Cenâb-ı Hak, Dâvud Aleyhisselâma vahiy buyurmuşlar ki:

"--Yâ Dâvud! Ashabını, arzu ettikleri şeyleri yemekten sakındır! Çünkü, dünya şehvetlerine bağlı olan kimselerin akılları, beni idrakten uzaktırlar."

Bir kimse havada oturur halde görüldü de;

"--Sen buna nasıl nail oldun?" diye sordular.

Dedi ki:

"--Arzularımı terkettim. Cenâb-ı Hak da bana bu kudreti müsahhar kıldı."

Bir mü'mine şehvet arz edilse, kendisini rıza-yı ilâhiyeden uzaklaştırırlar korkusuyla, onların hiç birini istemez. Hiç bir zaman işlerini, nefsinin isteklerine bırakmak mümkün olmaz. Ancak, şiddetli bir korku veya son derece aşk ve muhabbet sayesinde mümkün olur.

Her kim kötü arzularını terk eder de onun mukabilinde tad bulamazsa, o adam davasında kâzibdir.

Ca'fer ibn-i Nâsır isminde bir zatı muhterem, Cüneyd KS Hazretleri'ne bir dirhem vermiş, "Bununla bana sultani incir al" demiş. O da alıp getirmiş. İftarda bir tanesini ağzına koymuş, hemen geri çıkarmış ve ağlamış. Yemesi için ısrar etmişler. Cevaben:

"--Kalbime bir ses geldi ki, 'Bizim rızamız için terk ettiğin arzuna uymaktan utanmıyor musun?' denildi.' buyurmuştur.

Bunları okuyup anlıyoruz ki, kemâlât-ı insaniyye bizim bildiğimiz gibi kolay bir şey değildir. Çünkü nefis, haddi zatında insanları kötülüğe doğru götürmeğe memurdur. İnsana yakışan şey, nefsin davet ettiği kötü yollara girmemektir. Nefis bizim için bir binektir. Bununla ahiret yolculuğu yapmak için bu dünyaya gönderilmiş bulunuyoruz. Buna şeriat gemlerini vurmazsak, o bizi helâke götürür ve sonunda yerimiz cehennem olur.

Binâen aleyh, bu kötü àkıbetten kurtulmak için Cenâb-ı Hakk'ın emirlerine son derece sarılıp, yasaklarından da böylece korumak üzere hareket ederlerse, inşaallah bu gibilerin yerleri de cennet olur. Zîrâ, ömür bir cevherdir. Kıymetine baha biçilmez. Bunu ibadetlerle geçirebilirsek bize ne mutlu!

Bu sebepten dolayı büyüklerimiz ve ashab-ı kiram hazretlerinin mücahedelerinden ve nefislerine muhalefetlerinden biraz bahs edelim:

Kırkıncı müslüman Hazret-i Ömer RA, gece ibadetlerini yaparken, nefsi bazen atalet gösterirmiş de mübarek ayaklarını kırbaçla dövermiş. Bir gün, her nasılsa ikindi namazının cemaatini kaçırdığı için, ikiyüzbin dirhem kıymetindeki bahçesini tasadduk etmiştir.

Gene, Talha RA Hazretleri de bahçesinde meşgul iken, cemaatle namazı kaçırınca, o da bahçesini Rasûlüllah'ın emrine tasadduk etmiştir.

Hazret-i Ömer RA'ın oğlu da, kaçırdığı bir cemaatın sevabını kazanabilmek için, yirmibeş vakit namaz fazla kılarmış. Hattâ bir akşam namazını iki yıldız görünceye kadar tehir ettiğinden dolayı iki köle azad etmiştir. (İhyâül-Ulûm, c. 3, s. 367)

ALLAH'TAN KORKU VE RECÂ

"Hikmetin başı Allah korkusudur." Hàif, şeytandan daha ziyade nefsinden korkandır. Davud Aleyhisselâm'ı insanlar hasta diye ziyaret ederlerdi. Halbuki, Allah korkusundan ve ondan hayâsından dolayı hasta gibi olur, herkes de onu hasta zannederdi.

Ağlayıp gözlerinin yaşını silene hàif denmez, asıl hàif azab olunmak korkusundan kötülükleri terk edendir.

Hàif, ancak Allah'tan korkana denir. Havf ile recâ, erkek ile kadın gibidir. Hakîkat-ı iman bundan doğar. Korkudan, rahmet, ilim ve rızâ hasıl olur. İmanın kemâli ilimle, ilmin kemâli ise Allah korkusuyladır. İlim, imanı kazandırır, korku da, ma'rifet-i ilâhiyeyi. Muhabbet şerbetini ancak Allah'tan korkanlar içebilir.

"Allah'tan korkar mısın?" sualine susmak lhazımdır. Çünkü, "Hayır!" desen, küfre gidersin; "evet!" dersen, yalan söylemiş olursun. Zîrâ sıfatlarımız, Allah'tan korkanların sıfatlarına benzememektedir.

Allah'tan korkanların ulemâ-i billâh olduklarını ve bu korkunun kalbdeki bütün kötü ahlâkları yakıp, beden ve cevâriha sirayet ettiğini ve bu suretle de bütün maâsîlerden uzaklaşıp, tâat-ı ilâhiye ile meşgul oldukları bir gerçektir. Çünkü bir şeyden korkanın ondan kaçtığı gibi, Allah'tan korkanların da günahlardan kaçması tabii bir şeydir. Zîrâ, bütün kötülüklerin bir zehir olduğunu bilir de, onlardan uzak kalır. Bütün a'zay-i cevarih, huzu' ve huşu' içerisinde evamir-i ilâhiyeye teslim olurlar.

Murakabe, muhasebe, mücâhede, hep Allah korkusundaki kuvvete bağlıdır. Allah'tan korkanın kuvveti, kulun Cenâb-ı Hakk'ın celâl ve azametine ma'rifeti nisbetindedir.

Korkunun en küçük derecesi, mahzurattan kendisini men etmesidir. Hattâ, işlenmesinde mahzur olmayan şeyleri terk etmesi dahi, kendisinin korkusundaki sıdkına delildir. Onun için, bu gibi zevat dünyanın hiç bir şeyine iltifat etmezler ve ellerindeki mal ve mülkü ve hattâ nefeslerinden hiç bir nefesi bile Allah-u Teàlâ'nın razı olmayacağı bir yere harcamazlar. Bu korkudaki sıdkları sebebiyle sahib-i iffet olup, şehvetlerinin arzularına tâbî olmazlar.

Bu korku, ahirette insanın saadet-i uzmâsıdır. Kul için en büyük saadet de Mevlâsına mülâkî oluşudur. Halbuki, bu saadete ulaşmak, ancak Hakk'ın muhabbetini kazanmakla olur. Bu muhabbet de, ma'rifet-i ilâhiye ile hasıl olur. Ma'rifet-i ilâhiye ise, ancak devamlı bir tefekkür ve zikrullah ile hasıl olur. Buna nâiliyet ise, ancak dünya muhabbetinin kalbden çıkmasıyla olur. Bu da ancak dünya lezzet ve şehvetlerini terk ile mümkündür. Bunun için de, ancak şehvetleri yıkıcı hakîkî bir korku lâzımdır. Bu korku, öyle bir fezàili cami'dir ki, iffeti, takvâyı, vera'ı, mücahedeyi ve Allah-u Celle ve A'lâ'ya sevgili olan amelleri yapmasına ve Cenâb-ı Hakk'a tekarrübe vesîle olur.

Hidayet ve rahmet-i ilâhiye, Hak'tan korkanlar için olduğu gibi, Allah-u Teàlâ'nın kullarından ve kullarının da Allah-u Teàlâ'dan razı olmaları, bu korkuya bağlıdır. Hak'tan korkanlar, Refikul-A'lâda peygamberlere arkadaş olurlar. Refikul-A'lâ en büyük makamdır ki, Resul-ü Ekrem SAS Efendimiz ölüm hastalığında iken, dünyada kalmakla, ahirete göçmek hususunda muhayyer bırakıldıkları zaman, bu makamı istemişlerdi.

"Allah-u Teàlâ'nın indinde, sizin en ekreminiz müttakîlerinizdir." buyrulmuştur. (Hucürât: 13)

Onun için hiç bir mü'minden Hak korkusunun ayrılması tasavvur olunamaz. Hak korkusunun za'fiyeti, iman ve ma'rifet-i ilâhiye zayıflığından ileri gelir. Hakîkî korkucular cennât-ı âliyata hesapsız dahil olurlar.

Bu sebebledir ki, Rasûl-ü Ekrem SAS Efendimiz, İbn-i Mes'ud RA'a:

"--Benden sonra bana mülâkî olmayı istiyorsan, Allah'tan korkmayı çoğalt, kuvvetlendir! Allah korkusu, insanları hayırlara sevk eder. Zikrullah da yine Allah korkusu olanlarda bulunur. Bunlara iki cennet va'd olunmuştur. Allah'tan gayrisinden korkanı ise, Allah her şeyden korkutur. Allah'tan çok korkmak, aklın kemâline alâmettir." buyurmuşlardır.

Yahyâ ibn-i Muaz (Rh.A) buyurmuş ki:

"--Ademoğlu fakirlikten korktuğu gibi ahiret ateşinden de korksaydı, şüphesiz cennete girerdi."

Zünnûn-u Mısri KS Hazretleri de:

"--Allah'tan korkanın kalbi erir ve Allah'a muhabbeti artar. Saadetin alâmeti şekàvetten korkmaktır." buyurmuşlardır.

Çünkü korku, Allah ile kul arasında bir râbıtadır. Korkunun yokluğu ile o vasıta ortadan kalkar ve kişi helâke gider. Kıyamet gününde halkın emniyette olanlarının, bugünkü korku sahipleri olacakları da bildirilmiştir.

Sehl ibn-i Abdullah RA Hazretleri:

"--Helal lokma yemeyenlerin içlerinde Allah korkusu bulunmaz." demiştir.

Süleymân-ı Dârânî KS Hazretleri de, korkudan àrî olan kalblerin harab olacaklarını beyan etmiştir.

Hazret-i Aişe RA Validemiz, Rasûlüllah SAS Efendimiz'e sormuşlar ki:

"--Allah-u Teàlâ'nın verdiklerini tasadduk edenlerin kalblerindeki korku nedendir? Bu adam hırsızlık mı yaptı, yoksa zina mı işledi?"

Efendimiz SAS Hazretleri buyurmuşlar ki:

"--Hayır, ne zina ve ne de hırsızlık yapmıştır. Belki bu adam, oruç tutar, namaz kılar ve tasadduk da eder. Bununla beraber kabul olunamamak korkusu içerisindedir. Hiçbir kul yoktur ki, Allah korkusundan dolayı gözlerinden bir damla yaş çıkarsa, onun yüzüne cehennemin ateşi değmeyecektir. Ve yine mü'minin kalbinin Allah korkusundan titremesi ile, yaprağı kuruyan ağaçların yapraklarının döküldüğü gibi, onun da günahları dökülür."

Bu suretle Allah korkusundan dolayı ağlayan gözlerin sahibi kimselerin cehennem'e girmeyeceği de bildirilmiştir.

Ukbe ibn-i Âmir'e:

"--Necat ne ile mümkündür?" diye sormuşlar.

Cevâben:

"--Dilini tut, evinde otur, yâni fitnelere karışma ve hatalarına ağla!" demiştir.

Hazret-i Aişe Validemizin:

"--Yâ Resulallah, ümmetinden cennete hesabsız girecekler var mıdır?" sualine cevaben Efendimiz SAS:

"--Evet, günahlarını hatırlayıp ağlayanlardır." buyurmuşlardır.

Allah-u Teàlâ Hazretleri'ne en sevgili damlalar, fi sebilillah şehidlerin kanları ile, Allah korkusundan ağlayanların göz yaşlarıdır.

Kıyamet gününde, Arş'ın gölgesinden başka hiçbir gölgeliğin bulunmadığı zamanda, ancak Allah korkusundan göz yaşları akıtanlarla, gizli olarak Allah'ı zikr edenler, Arş'ın gölgesinde gölgeleneceklerdir. Yâni, ancak onlar istirahat-ı kâmile sahibidirler.

Ebu Bekrini's-Sıddık RA Hazretleri de:

"--Ağlamaya gücün yeterse ağla! Ağlayamazsan, ağlar gibi hüzünlü ol!" buyurmuşlardır.

Bazı büyükler ağladıkları vakitte, göz yaşları ile yüzlerini mesh ederler ve "Göz yaşlarının değdiği yerlere cehennem ateşi değmeyecektir." derlermiş.

Ka'bül-Ahbar (Rh.A) Allah-u Teàlâ'ya kasem ederek, buyurur ki:

"--Allah korkusundan dolayı gözlerinden yaşların akması, bana, bir dağ altının tasaddukundan sevgilidir."

Abdullah ibni Ömer RA:

"--Allah korkusundan dolayı gözlerimden bir damla yaşın damlaması, bana bin dinar tasadduk etmekten sevgilidir." buyurmuştur.

Allah korkusu insanları güzel amellere sevk etmekle beraber, şehevânî ve nefsânî meyillerden ve dünyaya bel bağlamaktan uzaklaştırır. Onun için kula lâyık olan, Cenâb-ı Hakk'a korku, recâ ve muhabbet üzerine ibadetine devam etmektir ki, bunlara hakîkî muvahhid derler. Zîrâ Cenâb-ı Hak, Davud Aleyhisselâm'a:

"--Beni kullarıma sevdir!" diye vahy etmiş.

O da:

"--Nasıl sevdireyim?" deyince;

"--Benim nîmetlerimi, ihsanlarımı onlara hatırlat!" buyurmuştur.

Çünkü, saadetin en büyüğü onu bilmekle olur. Onu bilmek de, dünyayı kalbden çıkarmakla olur.

Efendimiz SAS Hazretleri de, Cenâb-ı Hakk'a şöyle yalvarmışlar:

(Allàhümmerzuknî hubbeke, ve hubbe men ehabbeke, ve hubbe mâ yukarribünî ilâ hubbike, vec'al hubbeke ehabbe ileyye minel-mâil-bârid.)

Mânâsı; "Ya Rab, beni seni sevmekle ve seni seveni (dostlarını) sevmekle ve beni senin sevgine yaklaştıracak şeylerle (amellerle) rızıklandır ve senin muhabbetini bana soğuk sudan daha sevgili kıl!" demektir.

a. Korku Nasıl Elde Edilir?

Korku, imanın kuvveti ve yakînin kendisinde zuhur etmesidir. Allah-u Teàlâ'ya, kıyamet gününe, cennet ve cehennem'e, hesab ve teraziye, kabir azabına yakînen inanmakla beraber, günahı mucib hareketlerden nefsine hakim olmak ve cennete lâyık olmak için de, ibadet ve tâatte dâim olmak gerektir.

Hazret-i Ali KV Efendimiz:

"--Cennete müştâk olanlar, şehvetlerinden uzaklaşırlar. Cehennemden korkanlar da, haramlardan kaçarlar." buyurmuştur.

Bunun için insana düşen, dâimî surette nefsiyle mücâhede ile, zikrullah ve tefekküre devam ederek Hakk'a olan ma'rifetini kemâle ulaştırması lâzımdır. Ma'rifetten sonraki makam ancak muhabbet makamıdır. Mahbûbunun işlerine razı olmak ve ona itimad edip tevekkül etmek de muhabbetin icabındandır. Bunun da iki yolu vardır. Meselâ, bir çocuk odasında otururken bir yılan gelse, çocuk ondan korkmaz. Belki onunla oynamak ister, hattâ elini ona uzatır. Lâkin onun yanında babası varsa yılan görünce kaçar. Çocuk da, babasının kaçışından korkarak o da kaçar. Çocuğa korku ancak, o zaman gelir. Babanın korkusu yılanın zehirli ve öldürücü olduğunu bilmesiyledir. Çocuğun korkusu ise, babasını taklid iledir. Babasına olan itimadından dolayı, o da korkmuştur.

Cenâb-ı Hakk'ın azabından hakkıyle korkmak, ulemâ-i billah ve erbâb-ı kulûb olan kimselere mahsustur. Cehennemden korkmak ve Hak'tan ayrılmak korkusu ise, àrif-i billâh için bahis konusu ise de, diğerlerinin korkuları taklid iledir; çocuğunki gibi. Çocuk kemâle geldiği vakit, nasıl bizzarûre korkarsa, bilerek korkar. İşte halk da ibadet ve tâate devam ve isyanlardan uzun müddet uzak kalarak, ma'rifet-i ilâhiye zirvelerine yükselirse, o da kemâle gelen çocuk gibi bizzarûre korkar. Yırtıcı hayvanlardan korkmak, onların gaddar pençesine düşmek tehlikesinden korunmak, idrakten ileri gelir.

Bir kimse, Allah'ın hudutsuz kudretini ve kahhâr sıfatını ve istediğini yapmakta muhtar ve kàdir olduğunu bilince, bizzarûre o da Allah'tan korkacaktır. Hàlik-ı Zülcelâl'e ma'rifeti kemâle erince, ne hayvandan ne de sâir korkunç şeylerden korkar. Zîrâ bilir ki, her şey Allah-u Teàlâ'nın emrine müsahhardır. Asıl korkulması lâzım olan, bunların yaratıcısı olan ve bunlara o kuvveti veren, Halik-ı Zülcelâl'den korkmanın lüzumu tezâhür eder. Gözlerden perde kalkınca bilir ki, canavarlardan korku, Allah'tan korkunun aynıdır. Çünkü, bu durumda Halık-ı Zülcelâl'in kahhâr sıfatının tecellisi o hayvan vasıtasıyladır. Binâen aleyh, korkmak lâzım gelirse, varlıkların sahibi Hazret-i Allah'tan korkmak lâzımdır.

b. Sahabe-i Kiram ve Selef-i Sàlihînin Korkuları Hakkında

Ebûbekr-i Sıddîk RA Hazretleri, bir uçar kuşu gördüğü zaman:

"--Ah ne olur ey kuş, ben de senin gibi olaydım da, beşer olarak yaratılmayaydım!" dermiş.

Ebu Zer RA de, kesilen bir ağaç olmasını istermiş.

Hazret-i Talha ve Osman RA da, öldükten sonra ba's olunmamalarını isterlermiş. Hazret-i Ömer RA da, Kur'an'dan bir ayet işittikleri vakit bayılarak yere düşerlermiş ve bu hastalığından nâşi dostları ziyaretine gelirlermiş. Bir gün yerden bir saman çöpü alarak:

"--Keşke ben de böyle bir unutulan bir şey olsaydım ve keşke anam beni doğurmasaydı." diye müteaddid sözlerle, Allah korkusunun kendilerine verdiği verdiği dehşeti ifade etmişlerdir.

Hazret-i Ömer RA'ın, ağlamaktan yüzlerinde iki siyah çizgi peyda olmuştu. "Eğer kıyamet günü olmasaydı, bizi başka türlü görürdünüz." derlermiş. Bir gün:

"(Herkesin işlemiş olduğu amellerin tesbit edildiği) defterler (hesap için) açıldığı zaman." ayetine gelince düşmüşler. (Et-Tekvîr: 10)

Yine bir gün, namaz kılan birinin evinin yanından geçerken adam Tur Sûresi'ni okuyormuş.

"Ki Rabbinin azabı muhakkak vuku bulacaktır." (Et-Tûr: 7) ayetine gelince, Hazret-i Ömer RA merkebinden inip, uzun müddet duvara dayanarak öylece kalmış; evine döndüğü zaman bir ay hasta yatmıştır. Ashab-ı kiram onun neden hasta olduğunu bilememişler.

Hazret-i Ali KV de, sabah namazından sonra kendilerini bir hüzün istilâ eder, ellerini oğuşturarak, ashab-ı Rasûlüllahın yokluğundan, onların yerine gelenlerin onlara benzemediklerinden üzüntü duyar, ashab-ı kiramın namazlarını, secdelerini, tilâvetlerini hatırlar; sabah zikirlerinde, rüzgarlı havalarda ağaçların yatıp kalktığı gibi sallanır ve aynı zamanda elbiseleri ıslanıncaya kadar gözlerinden yaşlar akıtırlardı. Halbuki, bulundukları kavmin gafletine üzülerek, ta şehid oluncaya kadar güler yüzle görülmemiştir.

İmran ibn-i Hüseyn ise, kendisinin çok ince savrulan kumlardan olmasını, Ebû Ubedye ibn-i Cerrah RA de, kendisinin bir koyun olup, ehlinin kesib yemesini istermiş. Ali ibn-i Hüseyin RA da, abdest aldıkları zaman sapsarı kesilirlermiş de, ailesi tarafından hali sorulduğunda: "Ben kimin huzuruna çıkmağa gidiyorum biliyor musunuz?" derlermiş.

Musa bin Mes'ud, İmâm-ı Sevrî'nin huzurlarında oturdukları vakitte, onun korkusundan ve feryadından nâşi kendilerini de bir ateş ihàta edermiş.

Abdülvâhid bin Zeyd RA bir gün okunmakta olan;

"İşte (içine amellerinizi yazdırdığımız) kitabımız, yüzünüze karşı hakkı söylüyor. Çünkü sizin yaptıklarınızı hep (meleklere) yazdırıyorduk." (Câsiye: 29) ayet-i kerimesini işitince bayılmış, ayılınca:

"--Yâ Rab izzet-i celâlin hakkı için sana kasden isyan etmedim. Bana tevfikın ile tâatın üzerine yardım eyle!" diye yalvarmıştır.

Sevr bin Mahreme, ayetleri dinlemeğe takat getiremediklerinden, harf-harf okur, yine öyleyken, sayhalar atıp bayılırlar ve günlerce kendilerine gelemezlerdi. Bir gün kendilerine;

"Takvâ sahiplerini elçiler gibi Rahmân'ın huzuruna toplayacağımız gün, mücrimleri susuz olarak cehenneme süreceğiz." (Meryem: 85, 86) ayet-i kerimesi okununca;

"--Ben müttakîlerden olamayan bir mücrimim!" diyerek, bu ayetin tekrar okunmasını istemiş ve o sırada sayha atarak Hakk'a mülâkî olmuştur.

Bunun gibi korku ayetlerinin okunduğu zaman tahammül edemeyip bayılanların sayısı pek çoktur. Bunlar gibi sabahlara kadar ağlayıp, sızlananları da yazmağa güç yetmez.

İbn-i Abbas RA'dan, haifînin (korkanların) hallerinden sorulmuş, buyurmuşlar ki:

"--Kalbleri korkudan yaralanmış, gözleri de ağlamaktan... Nasıl sevinebiliriz ki? Ölümün arkamızda, kabrin önümüzde, kıyametin de en son varacağımız yer, yolumuzun da cehennem üzerinden geçtiğini ve huzur-u Rabbil-àlemînde durulacağını bilen kimseye sevinmek nasıl mümkün olur?"

Gülmekte olan bir gence demişler ki:

"--Ey genç, sen sıratı geçtin mi? Cennete mi cehenneme mi gideceğini biliyor musun?"

Genç:

"--Hayır!" demiş.

"--Öyle ise bu gülmek nedendir?" demişler.

Hatemül-Esam KS Hazretleri:

"--İyilerin arasında bulunduğuna mağrur olma; çünkü, cennetten daha iyi bir yer yokken, Adem Aleyhisselâm'ın başına gelen ma'lûm. Çok bilgine de mağrur olma, çünkü Bel'am İsm-i Azam'ı da bilirdi. Onun da àkıbeti ma'lûm. Sàlihleri gördüm diye de mağrur olma, zîrâ Rasül-ü Ekrem SAS Efendimiz'den daha büyük kimse var mıdır ki, onu hergün gören akrabalarının ve Ebû Cehil gibi düşmanlarının da hali ma'lûm." demişlerdir.

Ma'siyetten korkuya, sàlihler korkusu; Allah'tan korkmaya da, sıddıklar ve muvahhidlerin korkusu denir. Bu korku Allah-u Teàlâ'yı ve onun sıfatlarını bilmekten neş'et eder. Bundan nâşi hiçbir kusur ve kabahatleri olmadığı halde, azamet ve celâlinden korkarlar.

Àsîler Cenâb-ı Hakk'ı lâyıkı veçhile bilmiş olsalardı, günahlarından değil, Hakk'ın kendisinden korkarlardı ve bu da yerinde olurdu. Zîrâ Cenâb-ı Peygamber Efendimiz SAS Hazretleri'ni Cenâb-ı Hak, a'lâ-yı ılliyyîne, bigayri vesîletin çıkarmış, Ebu Cehl'i de, min gayri cinayetin esfel-i sâfilîne indirmiştir. İşte bunu ve emsâlini iyi düşünmek lâzımdır.

Dâvud Aleyhisselâm'a olunan vahiyde:

"--Yâ Dâvud, yırtıcı hayvanlardan korktuğun gibi, benden de kork! Çünkü bu hayvanlardan korkmak, yapılan bir cinayetin sebkat etmesinden değil, belki o hayvanın satvet ve heybetinden ileri gelip, katlinden müteezzi olmaz, kalbi incinmez ve bir şey yapmazsa, o da onun şefkatinden değildir."

İnsanlar bu gibi canavarlardan nasıl korkarlarsa, sekerâtil-mevt ve onun şiddeti, münkereynin suali, kabir azabı, huzur-u Rabbil-Àlemîn'de duruş ve intizar, ayıpların meydana çıkışından utanma, bütün hesapların ortaya dökülüşü, sırat köprüsünde yedi yerde duruş, sorgu ve cevapları, köprünün inceliği, cehennem'in şiddeti, cennet nîmetlerinden mahrumiyyet, cemâl-i ilâhîyi müşahede mahrumiyetinden dolayı olacak korkular, acaba hayvandan korkma ile mukayese edilebilir mi?..

Hàiflerin en a'lâ rütbesi, ayrılık ve Allah'tan hicablanmalarıdır. Bu ise ancak àriflerin korkusudur. Allah-u Celle ve A'lâ'ya olan ma'rifetleri kemâle ulaşmamış kimselerin basiretleri kapalı olduğundan, vuslat lezzetini, ayrılık ve uzaklık elemini idrak edemedikleri gibi, bütün lezzetleri hayvânî ve şehevânî olmaktan kendilerini kurtaramazlar.

Allah korkusu bahsinde pek çok şeyler yazılabilirse de, Hazret-i Ömer RA'ın bir kıssasını da zikr ederek bahse son vermek isteriz:

Abdullah ibn-i Dinar RA Hazretleri, Ömer ibnil-Hattâb RA ile Mekke'ye giderken, dağdan inen bir çobana:

"--Bu koyunlardan bize satar mısın?" demişler.

Çoban:

"--Ben köleyim, satamam!" demiş.

"--Efendine, kurt yedi dersin." demişler.

Çoban mukabeleten:

"--Ya Allah'a ne söyleyeyim?" demiş.

O zaman Hazret-i Ömer RA kendini tutamayarak ağlamaya başlamış ve köleyi efendisinden satın alarak, azad etmiştir.

"--İşte Allah korkusu seni dünyada nasıl kölelikten kurtardıysa, ahirette de cehennem azabından öyle kurtaracağını ümid ederim." demiştir.

RECÂ VE ÜMİD

Recâ, sâlikin makamlarından biridir. Makam demek, sabit olan şey demektir. Sabit olmayana ise hâl denir. Bunu anlatmak için şu misâl sanırım kâfidir. Meselâ, korkudan veya hastalıktan neş'et eden benzin sararmasına hâl denir ki, korku veya hastalık gidince eski hâle avdet eder. Bir de altın sarısı gibi bir sarılık vardır ki, hiç bir zaman evsafını kaybetmez. İşte recânın da böylesi lâzımdır.

Erbâb-ı kulûb bilirler ki, dünya ahiretin tarlasıdır. Kalb arz misali, iman da tohum misalidir. Tâatler, arzın sürülüp ıslah edilmesi ve suların kanallarla sevki mesâbesindedir. Dünya mihnet ve meşakkatleriyle boğulmuş bir kalb, çorak tarlaya benzer Ona atılan tohumlar boşa gider ve ahirette biçecek mahsul bulamaz. Halbuki, insan ne ektiyse onu biçecektir.

Binâen aleyh, ahlâk-ı mezmumelerle dolu olan bir gönül, tıpkı bir şey bitmeyen çorak arazi gibidir. İşte böyle bir yerden mahsul ummak aptallık ve ahmaklıkdır. Bu nasıl ahmaklıksa, temiz kalblilerin ibadet ve tâati de, verimli ve bakımlı bir araziden umulan mahsuldür ki, buna da recâ derler.

Kul iman tohumunu toprağa serper ve onu tâat sularıyla sular ve kalbini ahlâk-ı mezmûme dikenlerinden temizlerse, Allah-u Teàlâ'nın fazlını beklemesine hakîkî recâ denir. Eğer iman tohumlarını tâat sularıyla sulamaz ve kalbi ahlâk-ı rezîlelerle dolu olduğu halde dünyanın lezzetlerine kendini kaptırır, sonra da mağfiret beklerse; işte buna da ahmaklık denir.

Efendimiz SAS Hazretleri, ahmağı tarif ederken, "Nefis ve hevâsına tabi olup, Allah'tan kurtuluş umanlardır." buyurmuşlardır. İbadet ve tâatte çalışanlar ve maàsîlerden sakınanların, Allah-u Teàlâ'nın fazlını beklemeleri ve nîmetlerin tamamına ulaşmalarını istemeleri yerinde bir haktır. Nîmetin tamamı da ancak cennete girmekle kemâle erer.

Yahyâ bin Muaz RA Hazretleri:

"--Benim indimde en büyük gurur ve aldanma, günahların devamıyla beraber nedâmetsiz olarak Allah-u Teàlâ'dan af ummaktır."

Korku hiç bir zaman recânın zıddı değil, belki onun arkadaşıdır. Kişiye hayatında her ne kadar korkulu olmak yakışırsa da, ahirete göçüş sırasında recâsının, ümidinin gàlip gelmesi yerindedir.

Hazret-i Ali KV bir günahkâra:

"--Senin Allah-u Teàlâ'nın rahmetinden ümitsizliğe düşmekliğin, günahından daha büyüktür." buyurmuşlardır.

Bir adam, insanlara ödünç para verir, sonra vakti gelince veremeyen zenginlere müsamaha gösterir, fakirlere de alacağını bağışlarmış. Bu yüzden Allah-u Teàlâ'ya mülâkî olduğu zaman bu hali, onun affına sebep olmuştur. Böylece, insanları ümidlere sevk etmek, korkutmaktan daha evlâ olduğu bildirilmiştir.

Cenâb-ı Hak Davud Aleyhisselâm'a:

"--Beni sev, beni seveni de sev ve beni mahluklarıma sevdir!" buyurmuşlardır.

O da:

"--Yâ Rab, seni kullarına nasıl sevdireyim?" deyince;

"--Beni hüsn ü cemil ile zikret! Nîmetlerimi ve ihsanlarımı onlara sayarak hatırlat!" buyurmuşlardır.

Hayat, ilim, görme, işitme ve daha sayılamayacak kadar çok olan bu nîmetleri tefekkür, elbette insanı bu nîmetleri verene karşı şükran borcunu yapmağa mecbur eder.

Efendimiz SAS Hazretleri bile, çok namaz kılmaktan mübarek ayakları şişince, ashab-ı kiramın şefkatlerine karşı ve onların;

"--Evvel ve ahir bütün günahlarınız mağfiret edilmiş olduğu halde, bu kadar kendinize zahmet vermeseniz!" yollu rcâda bulunmalarına mukàbeleten;

"--Cenâb-ı Hakk'ın bu kadar nîmetlerine karşı şükredici bir kul olmayayım mı?.." buyurmuşlardır.

İbadet ve tâatten mahrum ve isyanlara boğulan bir kimsenin, Allah-u Teàlâ'nın geniş ve nâmütenâhi rahmet deryalarından, merhamet ve af ümid etmesi, gurur ve ahmaklık alâmetidir. Zîrâ, balın şifa olduğu herkesce ma'lûmdur. Fakat, kendisinde hararet galip olanlar için bir semm-i katildir, öldürücü bir zehirdir. Bunun gibi Hak'tan i'raz eden kimselerin merhamet-i ilâhiyeye ilticâlarıyla birlikte, onun azamet ve heybetinden ve kahhâr sıfatından korkarak, ümidleriyle korkularını müsâvi bir hale getirmeleri lâzımdır.

Çünkü matlub olan, bütün ahlâk ve maksatlarında adalete riayet etmektir.

(Hayrül-umûru evsâtühâ.) "Amellerin hayırlısı, orta olanıdır." buyrulmuştur. Bu kaideden dışarıya çıkmamak lâzımdır. Zîrâ, korku ile reca (ümid) bir kuşun iki kanadı gibidir. Her zaman denk olurlarsa, kuş, rahat rahat uçar.

Cenâb-ı Peygamber SAS Efendimiz'e vahiy buyrulmuş ki:

"--Senin ümmetinin hesabını sana bırakacağım."

Efendimiz SAS Hazretleri:

"--Hayır yâ Rab, sen ümmetime benden daha hayırlısın!" demişler.

O zaman, Cenâb-ı Hak da:

"--Biz seni ümmetin hususunda hiç bir zaman mahzun etmeyiz." buyurmuşlardır. Nitekim,

"İleride (kıyamet günü) Rabbin sana (şefaat makamını) verecek de, sen hoşnud olacaksın!" mealindeki ayet-i kerime de buna şahittir. (Ed-Duhà: 5)

Yine bir vahiylerinde:

"--Senin ümmetin benim kullarımdır. Ben onlara senden daha merhametliyim ve onların hesabını başkalarına bırakmam. Çünkü onların kusurlarını ve günahlarını, ne senin ne de başkalarının görmesini isterim."

O zaman Efendimiz SAS Hazretleri:

"--Benim hayatım da, ölümüm de sizler için hayırlıdır. Hayatımda sünnetim ve şeriatimle sizlere hayat veren hakîkat yollarını açtım. Ahirete göçtükten sonra da, amelleriniz bana arz olunur. Hasenatınızı görünce Cenâb-ı Bâri'ye hamd eder; seyyiatlarınızdan dolayı da Rabb'imden mağfiret dilerim," buyurmuşlardır.

Bazı haberlerde bildirildiğine göre, kulun günahları göklere kadar ulaşsa dahi, mağfiret dilediği müddetçe ve tevbesinin kabul olunacağını umdukça, mağfiret-i ilâhiyeye mazhar olacağına dair bir çok tebşirat vardır. Şu da muhakkak ki, günah işleyince kulun defterine derhal yazılmaz. Altı saat kendisine tevbe etmesi için mühlet verilir. Bu müddet içinde tevbe ederse, hiç yazılmaz. Tevbe etmediği takdirde, ancak bir günah yazılır. Halbuki, kulun işlediği bir haseneye karşılık derhal on sevab yazılır. Sağdaki melek, soldaki günahları yazan meleğe der ki:

"--Sen o bir günahı sil, ben de hasenatından bir eksik yazayım!"

Rasûlüllah SAS Hazretleri'ne gelen bir zat:

"--Yâ Rasûlüllah! Ben Ramazan orucunu tutar, başka ziyade yapmam. Beş vakit namazımı kılar, başka ziyade yapmam. Malımdan verilecek zekât, hac ve tatavvuum da yoktur. Öldüğüm zaman halim nice olur?" demiş.

Efendimiz SAS Hazretleri tebessüm buyurarak:

"--Kalbini iki şeyden (ki buhül ve haseddir) ve gılden (yâni ganîmet malına hıyanet); lisânını iki şeyden (ki, gıybet ve yalandır), gözünü de iki şeyden (ki, harama bakmak ve müslümanı hakir görmektir) uzak tuttuğun, yâni bunları yapmadığın takdirde benimle cennete girersin!" buyurmuşlardır.

Cenâb-ı Hak, Kâbe-i Muazzama'yı çok şerefli kılmıştır. Eğer bir kimse bunun taşlarını birer birer yıksa, sonra da yaksa, Allah-u Teàlâ'nın velîlerinden bir velîyi istihfaf edişinin günahına erişemez.

Bir a'rabî Efendimiz SAS Hazretleri'ne gelip dedi ki:

"--Allah'ın velîleri kimlerdir?"

Efendimiz Hazretleri de:

"--Bütün mü'minler Allah'ın velîleridir." buyurdular. Ve şu ayet-i celileyi okudular:

"Allah iman edenlerin yardımcısıdır. Onları dalâlet karanlıklarından (kurtarıp) hidâyet nuruna çıkarır." (El-Bakara: 257)

Bazı haberlerde, mü'min-i kâmillerin Kâbe'den efdal olduğu, tıyb ve tàhir olan mü'minin Allah-u Teàlâ'ya meleklerinden ekrem olduğu bildirilmiştir. Cenâb-ı Hak Celle ve A'lâ Hazretleri, fazl ve rahmetiyle kullarını cennete sevk etmek için, cehennemi kamçı mesabesinde yaratmıştır. Çünkü;

"--Ben halkı benden faydalansınlar diye yarattım, yoksa ben onlardan yararlanayım diye değil." buyurmuştur.

Yine Efendimiz SAS Hazretleri buyuruyorlar ki:

"--Nefsim yed-i kudretinde olan Allah-u Teàlâ'ya kasem ederim ki, Cenâb-ı Hak mü'min kuluna müşfik bir ananın evlâdına olan şefkatinden daha erhamdir. Kıyamet gününde Cenâb-ı Hak kullarına öyle bir mağfiretle tecelli buyuracaklar ki, hattâ hiç kimsenin tahayyül edemeyeceği bu mağfiretten, iblis dahi nasib umacaktır. Cenâb-ı Hakk'ın yüz rahmetinden birisiyle, dünyanın evvelinden sonuna kadar bütün mahlûkat müstefid olacaklardır. Anaların evlâtlarına, hayvanların yavrularına acıması, hep bu rahmetin eseridir. Halbuki kıyamet günü, bu bir rahmet de doksandokuz rahmete katılarak, tam yüz rahmetle mahlukatına tecelli buyuracaklardır."

"--Sizden hiç biriniz cennete amelleriyle giremez, cehennemden de kendini kurtaramaz!" diyen Efendimiz SAS Hazretleri'ne, ashab-ı kiram RA:

"--Sende mi yâ Rasûlallah?" dediler.

Cevaben:

"--Evet ben de..." buyurdular. "Ancak Allah-u Teàlâ beni rahmetiyle ihàta ve muhafaza buyurmuştur. Kının kılıcı sakladığı gibi, ben de şefaatimi ümmetimin büyük günahları için kıyamet gününe saklıyorum." buyurdular.

Bir gece şiddetli bir yağmurla havanın kararması sebebiyle tavaf mahalli boşalmıştı. İbrâhim ibn-i Edhem KS Hazretleri diyorlar ki: "Ben mültezem kapısı önünde durdum ve dedim ki:

'--Yâ Rab, sana ebediyyen isyan etmemek üzere beni ma'sûmînden kıl!"

Hatifden bir ses kulağıma geldi:

'--Yâ İbrâhim, sen benden ismet istiyorsun, bunu bütün kullarım da istiyor. Ben herkesi ma'sum edince, kime mağfiret edeceğim?..'"

Benî İsrail devrinde iki kişi ahiret kardeşi olmuşlar. Fakat bunlardan biri àbid, diğeri de günahkâr imiş. Àbid olan dâimâ günahkâr kardeşine nasihat edermiş. Bir gün günahkâr, abid olana demiş ki:

"--Allah seni bana gözcü mü gönderdi?"

Ve yapmakta olduğu büyük bir günahtan dolayı àbid ona kızarak:

"--Cenâb-ı Hak sana mağfiret etmez!" demiş.

Halbuki Cenâb-ı Hak'tan, "Kıyamet gününde benim rahmetimi kim önleyebilir?" diye fermân-ı ilâhi tecelli etmiş. Neticede günahkâr affedilmiş; àbidin ise, rahmet-i ilâhiyeyi esirger şekilde sözleriyle dünya ve ahireti mahv olmuştur.

Buna benzer bir kıssada şöyle denilmektedir:

Beni İsrail devrinde bir adam kırk sene yol kesicilik yapmış. Bir gün İsâ Aleyhisselâm havârîleriyle beraber oradan geçerken eşkiya, "Allah'ın nebisi havârîleriyle birlikte geçiyorlar, ben de onlara katılsam!" hevesiyle bulunduğu yerden inmiş, bir yandan onlara yaklaşmakta ve aynı zamanda da nefsini hakir görüp;

"--Benim gibi bir günahkârın bunların arasında yer alması doğru mudur?" diyerek nefsini küçültmekte imiş.

Onun bu halini hisseden bir havârî, "Böyle bir adamın bizim aramızda ne işi var?" gibi düşünmüş ve İsâ Aleyhisselâm'ın yanına sokularak şakîyi geride bırakmıştır. Bu hal Cenâb-ı Hakk'ın hoşuna gitmediğinden, İsâ Aleyhisselâma bildirmiş ki:

"--Ben onların amellerini mahvettim, yeniden başlasınlar! Havârînin hasenatını, kendini beğendiği için; ötekinin de seyyiatını nefsini hakir gördüğü için mahvettim." buyurmuştur.

Bu vak'alar delalet ediyor ki, recâ üzerine ibadet efdaldir. Zîrâ, recâda muhabbet vardır.

Bir mecûsî İbrâhim Aleyhisselâm'a misafir olmak istemiş. İbrâhim Aleyhisselâm da:

"--Müslüman olursan, misafir ederim!" demiş.

Bunun üzerine mecûsi ayrılıp gitmiş. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, İbrâhim Aleyhisselâm'a:

"--Bu kulumu dinini değiştirmeyince it'am etmedin. Ben ise onu yetmiş seneden beri it'am etmekteydim. Bir gece de sen misafir etsen ne olurdu?"

Bu hitab-ı ilâhî üzerine İbrâhim Aleyhisselâm koşa koşa mecûsîyi bulup geri çevirmiş ve misafir etmiş. Bunun üzerine mecûsî:

"--Ne sebeple fikrinden döndün?" diye sormuş.

İbrâhim Aleyhisselâm da hadiseyi anlatınca, mecusi:

"--Cenâb-ı Hak benim için böyle mi dedi? İslâmiyet'i öğret bana!" diyerek, İslâm'la müşerref olmuştur.

Bir zat uşağına dört dirhem para vererek meyva almasını emretmiş. Uşak giderken Ammar ismindeki bir zâtın va'zını dinlemek için bulunduğu yere gitmiş. Vaiz de vazında:

"--Bir fakirin dört dirheme ihtiyacı var, bu miktarı kim verirse ben de dört duada bulunacağım!" deyince, uşak hemen elindeki dört dirhemi uzatarak:

"--Buyurun!" demiş.

Vaiz:

"--Ne duası istiyorsun?" diye sormuş.

Uşak da:

"--Evvelâ ben köleyim, azadımı istiyorum! İkincisi, verdiğim paranın karşılığını Allah'tan istiyorum! Üçüncüsü, Allah-u Teàlâ'nın efendime tevbe nasip etmesini istiyorum!"

"--Daha ne istiyorsun?" deyince;

"--Allah-u Teàlâ'nın beni, efendimi, seni ve kavmimi mağfiret etmesini istiyorum!" demiş.

Vaiz de bunları Cenâb-ı Hakk'a dua ile arz etmiş.

Köle efendisinin yanına döndüğünde, efendisi neye geç kaldığını sormuş. O da hadiseyi anlatmış.

"--Evvela nefsimin azadını istedim." deyince, efendisi, "Hemen seni azad ettim!" demiş. İkincisini sormuş.

"--Verdiğim paraların mukabilini Allah'tan istedim." deyince, hemen çıkarıp dört dirhem yerine dörtbin dirhem vermiş. Üçüncüsünü sormuş.

"--Sana Allah'ın tevbe nasib etmesini istedim." deyince, hemen tevbekâr olmuş. Dördüncüyü sormuş. O da:

"--Allah-u Teàlâ'nın, beni, seni, vaizi, cemaati mağfiretini istedim." demiş. O zaman efendisi:

"--Ben bana düşeni verdim. Buna benim gücüm yetmez!" diyerek ayrılmışlar.

O gece efendiye rüyasında hitab edilmiş.

"--Ey kulum sen yapabileceklerini yaptın; ben de bana düşeni yapayım mı?" denilmiş ve hepsinin mağfireti müjdelenmiştir.

Korku ve recâ bahsinde yukarıdan beri zikredilen müteaddid vak'alar, hadiseler, haberler, ayet-i kerimeler gösteriyor ki, Allah'tan korkan ve ümidlerini kesenlere recânın ruhu celb edici olduğu gösterilmiş; ahmak ve mağrur kimseler ise bunlardan lâzım gelen ders-i ibreti almaktan mahrum olup, bu gibilere recâdan ziyade havfi mûcib vakaları ve sebepleri zikretmek daha yerinde olurdu. Çünkü insanların çoğu, recâdan ziyade korkudan ıslah olurlar. Kötü hayvan, kötü kul ve yaramaz çocukların recâ ile değil ancak sopa ile ve şiddet ile yola geldikleri bilinen hakîkatlerdendir. (İhyâül-Ulûm, c. 4, Recâ bahsi; Risâle-i Kuşeyrî, Korku ve Recâ bahsi.)