1

İFFET

İffet, lügatte, nefsi haramlardan ve menâhîden, yâni yapmamakla emrolunduğumuz bütün yasak şeylerden men etmeye derler. İffet, her insan için lâzım olan en güzel ahlâklardan birisidir. İffet, bizim lisânımızda, namusun muhafazasına da denir. Ahlâkan düşük, kötü huylu ve kötü yollarda bulunan kişilere de, "Ne iffetsiz adam!" dediğmiz ma'lûmdur. İffet aynı zamanda fakirlik ve zaruretini saklayıp, halini ve ihtiyacını muztar kalmadıkça kimseye açmayan kimselere de denir.

Zaruret sahibi oldukları halde, hallerini ketm edip, açlığa ve zaruretlere tahammül eden, Rasûlüllah SAS Efendimizin talebeleri ve aynı zamanda, fî sebilillah harbe hazır askerleri mesabesinde olan ashab-ı kiramdan, Ashab-ı Suffe denilen ve bazan sayıları 400'ü bulan ve ömürlerinin büyük bir kısmını oruçla ve Peygamber SAS Efendimiz'in hadislerini dinlemek ve ezberlemekle geçiren, bu muhterem zevat hakkında, husûsî ayet nâzil olmuş ve Sûre-i Bakara'nın 273. ayet-i celilesi ile medh ü senâ buyrulmuşlardır. [Yapacağınız hayırlar, kendilerini Allah yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşamayan fakirler için olsun! Bilmeyen kimseler iffetlerinden dolayı onları onları zengin zanneder. Sen onları yüzlerinden tanırsın; çünkü onlar yüzsüzlük ederek insanlardan bir şey istemezler. Yaptığınız her hayrı muhakkak Allah bilir.]

Birgün Efendimiz SAS Hazretleri de onların hallerine bakarak, fukaralıklarını ve çekmekte oldukları zahmetleri gördü. Mübarek kalblerini tatyîb için:

"--Ey Ashab-ı Suffe! Müjdeler olsun ki, her kim sizin şu bulunduğunuz hal ve sıfattan ve bulunduğu halden razı olarak bana mülâkî olursa, o benim refîklerimdendir." buyurarak onları sevindirmişlerdir.

Yukarıdaki mezkûr ayet-i celilenin hükmü umûma da şâmildir. Binâen aleyh, Allah rızası için medreselerde dirsek çürüterek, veya düşmana karşı koyarak, veya Allah rızası için amme hizmetlerine kendini vakfederek nafakasını kazanmaya vakit bulamayan veya kudreti yetişmeyen fukara-yı müslimîn, hep bu hükme dahildir.

Binâen aleyh, bunlara verilecek sadaka ve yardımların en makbul ve yerinde olan birer hayır olduğu, merhum Mehmed Hamdi Elmalı'nın tefsirinin ikinci cild 939-941. sayfalarında pek güzel açıklanmıştır. Hattâ zenginler ve cahillerin bu gibi fukarâ-yı sàbirîni, hallerini açıklamadıklarından ötürü zengin sandıkları, yine mezkûr ayet-i celilede;

"İffetlerinden dolayı, tanımayanlar onları zengin zanneder." buyrularak bildirilmektedir.

İffetli bir insana --ister kadın, ister erkek olsun-- iffetsizlik isnat etmek de, en büyük günahlardan biridir. Zîrâ iffet, insanın en büyük şerefidir. Bunu ihlâl etmek kadar kötü bir şey olamaz. Kişinin nefsinin esiri olup da hevâ-yı hevesine uyarak yapacağı günahlar sebebiyle iffetinin zâil olması, ne kadar fenâ bir şeydir. Hele hanımefendilerin istikballerinin ne büyük tehlikeye düşeceği de unutulmamalıdır.

Bundan nâşidir ki, bir iffetli kadına iftira eden, fi'l-i şen'î isnad eden kimse, bunu dört şahitle isbat edemediği takdirde, kendisine şer'an seksen deynek vurulması ve şehadetinin (tevbe etmedikçe) kabul edilmemesi gibi ağır bir ceza verilmesi, şüphesiz pek yerindedir. Her kabahate iki şahit yettiği halde, buna dört şahit istenmesi de şâyân-ı dikkattir. Günah bahsinde, iftiranın nasıl büyük bir günah olduğu da ayrıca bildirilecektir.

İffetsizlik, hayâsızlığın ta kendisidir. Hayâ ise imandandır. Hayânın olmadığı yerde, imanın da olmayacağı bir çok mu'teber kitaplarda zikr olunmaktadır. Hayâ ile imanın bir karın kardeşi oldukları, imanın bulunduğu yerde behemehal hayânın da bulunacağı ve hayânın bulunmadığı yerde ise imanın da bulunmadığı, yâni o anda imanın, o kimsenin sırtından esvabının alındığı gibi alınacağı da bildirilmiştir.

Cenâb-ı Hak cümlemizi ve cümle ümmet-i Muhammed'i razı olmadığı bütün kötü ve yaramaz huylardan emin ve mahfuz eylesin ve razı olacağı bütün iyi ve güzel huyları ve ahlâkları nasib ü müyesser eylesin, âmîn...

İHSÂN

Bu hususta cömertlik bahsinde geniş tafsilat verilmiş olduğundan onunla iktifâ edilmiştir.

TESLİMİYET

Güzel ahlâklardan biri de teslimiyettir. Yâni, Hakk'a mutî ve emirlerine münkàd olup, hayır ve şer bütün hükümlerine razı olmak ve ondan gelen her şeyi hoş görmek; her başına geleni, Allah'tan bilmek, feryad ü figan etmeyip, hemen emrine teslim olmaktır.

Erbâb-ı tarîkat, teslimiyette pek ehemmiyet vermiş, üstadına tam mânâsıyla teslim olmayan müridleri, müridden saymamışlar ve bunun için kendilerini imtihan etmek üzere bazı ağır işleri kendilerine tahmil etmişler; yapamayanlar kapı dışında kalıp, kendi kendilerini aldatmışlardır. Bunun için Niyazi merhum bir şiirinde:

Yağma edersin varlığın,
Gider gönülden darlığın.
Mahveyle sen ağyarlığın,
Yar olısar mihmân sana!

Sermaye bu yolda heman,
Teslim olur, buna inan.
Sıdk ile Allah'a dayan,
Etmez mi gör ihsân sana!

Bütün sermayenin hemen teslimiyette olduğu pek güzel bir şekilde açıklanmıştır. Teslimiyet, hemen Allah'ı iyi bilmekten neş'et eder. Çünkü, bizi en güzel sûrette ve hiç kimsenin müdahalesi olmadığı halde, ana rahminde, şu güzel sûret ve sıfatla, akıl ve havassımızla en güzel ve en mükemmel bir kul olarak yaratan, Hak Sübhànehû ve Teàlâ'nın emirlerine teslim ve inkıyâdı, hiç şüphesiz, insan kendisine vacib hattâ farz bilir de, çok hem de çok rahat ederek hayatını geçirir ve öylece Mevlâsına rücû eder.

Erbâb-ı tarîkatta ise teslimiyetin pek büyük ehemmiyeti vardır. Teslimiyeti tam olmayan mürîdânın, bu yolda kat'-ı tarik edip, kemâle ulaşmaları mümkün olmamıştır. Teslimiyet, tevekkül ve tefevvüz, inşâallah tevekkül bahsinde zikrolunacaktır.

SÜKÛT VE AZ KONUŞMA

İrfan yolcularının altı esasından biri de az konuşma ve sükûttur.

a. Sükût Hakkında Ayet ve Hadisler

Birinci nevi': Az konuşma hakkında ayet-i kerimeler ve ehadis-i şerifelerdir.

Ben yalnız size bir tanesinden bahs edeceğim. Kaf Sûresi'nin ikinci sayfasında, 18. ayette:

"Siz hiç bir söz konuşmazsınız, ancak o sizin konuştuğunuzu zabt eden, hıfz eden, gözleyen, hazırlanmış gözcü melekler vardır." buyruluyor.

Bunlar sizin konuştuğunuz herşeyi gerek lehte ve gerek aleyhte, gerek sevap gerek günah, hiçbirini kaçırmadan güzelce zabt ve muhafaza ederler. Tıpkı sizin teyplerinizin, konuşulan sözleri alıp, zabt ettikleri gibi, bir misal olarak zikredilebilir.

Binâen aleyh, konuşurken çok dikkatli olmak ve lüzumsuz, faydasız sözleri söylememeye, hele gıybet dediğimiz, çekiştirmeyi kat'iyyen yapmamaya gayret etmelidir. Zîrâ hadis-i kudsîde beyan buyrulduğu vechile:

"--Ey Ademoğlu, eğer sen kalbinde kasavet, vücudunda hastalık, rahatsızlık, rızkında darlık ve zorluk görüyorsan; iyi bil ki, sen boş ve faydasız sözlerle vakitlerini zayi ediyorsun!"

Ki, onun cezası olarak kalbinin katılığı, vücudunun hastalığı, rızkının darlığı ile uyandırılmak istendiğini anlamak gerektir.

Bazan insan, ben bu kadar iyi bir kimseyim diye kendine hüsn-ü zan eder de, acaba bu musibetler bana neden ve nereden geliyor düşüncesine kapılır. İşte bunun yegane sebebi, hesaba katmak istemediğimiz veya bilemediğimiz bu sebep, vakitlerimizin de zayiatına yarayan boş laflardır.

Fakat bunu anlamak ve bundan dönmek kadar da zor bir şey olmadığını göregelmekteyiz. Bu bir alışkanlık eseri olarak, kimbilir ne zamandan beri devam edegelmektedir. Şimdi anladık amma, terki çok müşküldür. Büyük riyazetlere ve mücadelelere ve halvetlere, uzletlere devam neticesinde, belki de Cenâb-ı Hakk'ın inayetine mazhariyetin ve mücahededeki azmin sayesinde kurtulmak mümkün olabilir.

Bunlar yapılmadıkça öyle kuru kuruya okumakla, dinlemekle veya bilmekle bunları halledip, sükût sahibi, vakar sahibi olarak nefeslerini boşa geçirmeyip, zikrullah ile meşgul olabilmek, kolay bir şey değildir. Herhalde mücahedelere azim ve sebatla devam etmek gerektir.

Maazallah, bir memleketi işgal eden bir devlet ve ordusu, artık oradan kolayca, "Alın memleketinizi!" deyip bırakıp gider mi?.. Herhalde eğer onu oradan çıkarmak istiyorsak, her hâlükârda, neye mal olursa olsun, kanlı mücadelelerin neticesindeki zafere bağlı olduğunu hepimiz pek iyi biliriz. İşte Çanakkale, işte Anadolu, İşte Filistin ve Kudüs! Bak gürültüye pabuç bırakan var mı? Herhalde mücâhede ve zafer gerekir, yokla lafla hürriyet olmaz.

Aynı bunun gibi nefsin elinden kurtulup, insanlıkta matlub olan kemâli elde etmek için, nefsi ve şeytanı yenmedikçe ve bunları mağlup edip yere sermedikçe, insan ne dünyada ve ne de ahirette rahat ve huzur bulamaz. Bunlar ise diğer düşmanlar gibi, el ile tutulur, göz ile görülür cinsten olmadıklarından ötürü, bunlarla mücâhede, düşmanlarla yapılan mücâhededen daha zordur.

Bir de şu var ki, düşman bizi mağlup etse dahi, en nihayet onların idaresinde yine yaşar ve dünyalıklarımız temin ederiz. İşte bugün dahi olduğu gibi, bir çok hristiyan memleketlerinde müslüman tüccar, sanatkâr ve işçiler mevcuttur. Bunlar dünyalıklarını pek a'lâ temin ettikleri gibi, içlerinde dînî ve millî akidelerini muhafaza edenleri de çoktur.

Fakat bu nefsi emmare ki, şehveti, gazabı, kin ve hırsı, hased ve riyakârlığı, kibir, gurur ve azametiyle şeytanın esiri olup, maazallah bir kere de Allah'ı, zikrini, ibadetini unutturdu mu; tamam, artık bir şey istemez. Bunun için gerek Cenâb-ı Hakk'ın ve gerekse Peygamber SAS Efendimiz'in ve büyüklerimizin sözlerine, nasihatlerine son derece ehemmiyet verip, daha küçük yaşdan itibaren nefsiyle mücadeleye alışmak ve ona hiç bir zaman teslim olmamak, hem İslâmî hem de insânî bir vazifedir.

Çok yeyip vücudu semizlendirmek ve çok uyuyup ömrü zayi etmek ve çok konuşup vakitleri boş yere harcamak, pis ve günah yerlerde geçirmek, elbette ne müslümana ne de insana yakışır bir şey değildir. Çünkü müslüman öldükten sonraki ahiret àlemînde, bu hayattan sorulacak;

"--Dünyada hayatını nasıl geçirdin? Paralarını nasıl kazandın, nerelerde ve nasıl harcadın? Ömrünü, gençliğini nasıl geçirdin?" gibi soruların cevabını vermek mecburiyetinde kalacaktır.

İnsan velev müslüman olmasa bile, hayvan olmadığı için, o da hayatından sorumludur. Çünkü dünyada ona düşen ilk vazife, kendini yaratan yüce Rabbini tanımasıdır. Bundan sonra da, ilâhi emir ve yasakların ışığı altında hayatını geçirmek mecburiyetindedir. Kul, insanlık sıfatını taşıdığından dolayı, mutlaka insana yakışan şekilde yaşaması ve insanlığa zararlı değil, faydalı olarak yaşaması icab ederken, bunu terk ve ihmal ederse, mes'uliyeti ağır olup, cezasının cehennem olacağını unutmamalıdır.

Evet, insan belki imansız olabilir ve istediği gibi yaşar. Amma, muhakkak ölümle biten bu hayatın arkasındaki ahireti unutmamak gerektir. Buna inanmamak, Allah'ın varlığına inanmamak demektir. Bundan da daha büyük cahillik ve gaflet olamaz. Allah razı olsun, bizleri uyandırmaya sa'y ü gayret gösteren bil-umum büyüklerimizden... Eğer onlar ve onların güzel eserleri olmasaydı, nefis ve şeytanın bizleri bir lokmada yutacaklarından hiç şüphemiz yoktur.

Şimdi Ma'rifetnâme sahibinin 318. sayfasından itibaren, çok konuşmak hususunda söylediklerini can kulağıyla bir dinleyelim:

Ey aziz kardeş! Bu vücud sağlığı ve rızık bolluğunun en güzeli, hayvanlarda var. Eyyûb Sultan'daki güvercinlerin yaşayışını sen görmüyor musun? Hele Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere'deki güvercinlerin sayesinde biz insanlar da yaşıyoruz. Sakın ve sakın sen böyle bir hayata özenme! Maddi rızıkların ne kıymeti olur? Onların kıymeti ancak çıkardıklarımız kadardır. Tenezzül edilecek bir şey değildir. Ona ancak hayvanlar özenir.

İnsanların gayesi, gönüllerinin arzusu olan mânevî rızıklardır ki, ancak bunlarla Hak Sübhànehû ve Teàlâ'nın rızasını ve ahiretin sonsuz nîmetlerini kazanabiliriz. Bu fânî ve sonu gelen nîmetlerin ne kıymeti vardır?

Öyle ise, sen bu ebedî nîmetlerden bizleri mahrum eden çok laftan sakın ve bahusus kardeşler arasını açan dedikodu ve mâsivâ dediğimiz gıybetler tamamen yasaktır ve haramdır. Zinhar bir müslüman kardeşinin aleyhinde, hiç amma hiç konuşma! Ona bir kırgınlığın dahi olsa, konuşanlara da müsaade ve müsamaha etme! Herkesin kusuru, günahı kendine aittir. Sen dâimâ ayıp örtücü ol!

Ayıp açmak, kusur, kabahat görmek kendini bilmemek ve görmemekten ileri gelir. Bir kere şöyle dikkatle kendimizi yoklayacak olursak, kimbilir ne kadar yüz kızartıcı hallerimiz olmuştur. Hiçbir şeyimiz olmasa bile gafletimiz yeter. Eğer kendimizi olgun bir insan sanıyorsak, bu da büyük bir hatâdır. Çünkü olgun bir efendi, kat'iyyen kimseyi gıybet etmez, kusur ve kabahatini açmaz.

İnsanların güneş gibi ammeye faydası olması, geceler gibi de ayıpları örtmesi, yaz gibi herkesi ısıtması, su gibi akıp herkese hayat bahşetmesi gerektir. Böyle olmayıp da ömürlerini boşuna geçirenlerin zararları hem kendilerine, hem de örnek oldukları diğer kimseleredir. Nitekim, Hadis-i şerifin arkası şöyledir:

"--Ey ademoğlu! Bu kadar çok lafla, sözle, hikmet denilen nîmeti nasıl umarsın?.. Hikmeti, kalbinin ve lisânının sükûnetinden iste! Yâni, hikmeti ancak o zaman bulabilirsin."

Hikmet bir nîmet ve devlettir ki, her kime verilse, o kimseye hayr-ı kesir verilmiş demektir. Onun için (İnnâ a'taynâ) suresindeki (kevser) kelimesini, hikmet ile tefsir edenler de olmuştur.

Lügat-i Remzî'de hikmet şöyle tarif edilmiştir: Adl, ilim, hilim, nübüvvet, Kur'an-ı Kerim, esas İncil-i Şerif'e denildiği gibi; Allah-u Teàlâ'nın emirlerindeki gayesini, şek ve şüpheden àrî olarak eşya ve mevcudatı bilmek, hayırlı işler işlemek sıfatı ve eşyanın hakîkatine muttali olmak ve mevcudatın ahval ve keyfiyat-ı hariciye ve batınıyesinden bahs eden ilme hikmet denir.

Ulûm-u sâire, yâni diğer ilimler onun ecza ve fürûudur. Esas olan ilim, hikmet ilmi olup, sâir ilimler onun fer'idir. Cenâb-ı Hakk'a tâat, fıkıh ilmi, din, dini ile amel, Allah-u Teàlâ'nın emirlerine ittibâ, havf, haşyet, zekâ, idrak, takvâ, akıl, işinde, sözünde ve hareketlerinde isabet ve tefekkür mânâlarını taşır ki, hemen her şey bunun içinde mevcuttur.

Kevser'in diğer mânâlarıyla beraber, bir de bu mânâda tefsiri yerinde olmuştur. Binâen aleyh, böyle bulunmaz bir nîmetin, çok konuşan kimselere verilmemesi, en büyük bir cezaya çarptırılması demektir.

Öyle ise ey muhterem kardeş! Sakın nefsine aldanıp da, àleme kendini beğendireceğim diye, ağzına geleni söylememeye alışmanı hem tavsiye, hem de rica ederim. Hem kendi ömrünü ve hem de başkalarının vakitlerini zayi' etmekten kork ve kaçın!

Hadis-i şerifin üçüncü bölümünde:

"--Ey ademoğlu, hiç bir kimseyi ebediyyen gıybet etme! Muhakkak her kim gıybeti terk ederse, içinin nuru ve esrarı dışına çıkar." buyurulmuştur.

Yâni herkes istifade eder demektir. Madenlerin yer altından çıkıp beşeriyetin faydalandığı gibi, esrar hazineleri kerametler zahir olur. Hak Sübhànehû ve Teàlâ'ya muhabbeti zàhir olur, artar ve dâim olur. Kadir ve kıymeti de o derece yüksek ve âlî olur.

Hadis-i şerifin dördüncü bölümünde de şöyle beyan buyrulur:

"--Ey ademoğlu, senin lisanın doğru olmadıkça, dinin doğru olmaz; kalbin doğru olmadıkça dilin doğru olmaz; benden hakkıyla utanmadıkça, kalbin de doğru olmaz."

Az konuşma, günahlardan kaçmak, muradlarına nâil olmak, insanlarla hüsn-ü muaşeret etmek ve esrarı muhafaza etmek gibi bir çok faziletleri hâvîdir. Zîrâ, insanın selâmeti, dilin muhafazasına bağlıdır. Buyrulmuş ki,

"--Söylersen hayır söyle veya sükût eyle!"

Dil, vücudun ufak bir parçasıdır; fakat kabahati, günahı hepsinden büyüktür. Alenî hatası çoktur. Cennet de onunla kazanılır, cehennem del. Kim ki sükût eder, her belâdan kurtulur. Kim ki yalan söyler, o kimse zarar ve ziyanda olur. Yalan söylemek, imandan uzaklaşmaktır. Yalanın en kötüsü, iftiradır. Rüyada çok söylemek Allah-u Teàlâ'ya iftiradır.

Gıybet sözlerin en kötüsüdür ve İslâm'daki zinadan daha eşed ve haramdır. Gıybet olunan mü'mine yardım etmek, yâni onu müdafaa etmek, kıyamette Hakk'ın affına mazhar olmaya sebeptir. Mü'min hiç bir zaman ta'n edici, lanet edici ve hayasız olmaz. İnsanları ayıplayan, kendisi o aybı işlemedikçe ölmez.

Kur'an'ı erkânına riayet ederek tertib üzere okuyunuz! Ehl-i fıskın okuduğu musikî ve teganni ile okumayınız. Kelime-i tayyibe, yâni güzel söz ve sohbetler sadakadır. Kardeşlerin yüzlerine gülümseyerek bakmak sevabdır. Yemek yedirmek ve gece nafile namazlara kalkmak ve kılmak, güzel, doğru ve edebe riayetle konuşmak, Hazret-i Allah'ın rızâ-yı şerifini celbeder.

Kalbin safası iki huyda tamam olur: Birisi malının fazlasını vermekte, biri de sözün fazlasını, lüzumsuzunu tutmaktadır. Çok gülmek insan kalbini öldürür. Çok şaka ve latîfe, kişiyi ateşe götürür. "Fâsık medh olunduğu zaman, yâni Allah-u Teàlâ ve Tebâreke Hazretleri'ne karşı isyan edip, tâat-ı ilâhiyeden huruc eden kimse medh olunduğu zaman, Cenâb-ı Hak gazab edip, Arş titrer." buyrulmuştur.

Mü'mini yüzüne karşı medh etmek, onu kesmektir. Kişi dilini muhafaza etmedikçe, imanın hakîkatini bulamaz. Allah hakkı için, zindanda hapis olmaya, lisandan daha elyak bir şey bulunmaz. Lisanın sükûtu öyle mümtaz bir hikmettir ki, onu işleyen pek azdır. Zikrullahtan gayri kelamı çok etme ki, kalbin katı olur. Halbuki kalbi katı olan Allah-u Teàlâ'dan uzak ve àsî olur.

Lisânına sahip olana müjdeler olsun ki, evine sığınıp nastan uzlet etmiştir. Her nîmet sahibinin hasetçileri bulunacağından, hacetlerinizin hasıl olması için onları saklayınız, ifşa etmeyiniz.

Biz cemaat-i enbiya, emrolunmuşuzdur ki, nas ile akılları miktarınca tekellüm edelim. Sen bir kavme akıllarının ermediği sözü söylersen, ol söz onların çoğuna fitne olur. Öyle ise sakın insanlara akıllarının ermediği şeyleri, esrarları söyleme! Çünkü fitne uyur, onu uyandırma! Onu uyandıran tard olunmuştur, kovulmuştur.

Sırları açmak, ifşa etmek haramdır. İfşa eden pişmandır. Kişi bir kimseye tenhada bir söz söylese, o söz onda emanettir. Onu kimseye söylemesin ki, hıyanetlik etmiş olur. Kâmillerin göğüsleri, gönülleri esrar hazinesidir.

Sıddık-ı Ekber RA Efendimiz mübarek ağızlarında taş saklarlar, bu suretle çok söz söylemekten korunurlardı. Ancak zaruret zamanı taşı çıkarıp konuşurdu. "Bu dildir ki insanı belâlara ve kabih cefalara salmıştır." diye ahbaplarını uyandırırdı.

İmam-ı Ali KV Hazretleri de buyurmuşlar ki:

"--Eğer Rasûl-ü Ekrem SAS Hazretleri'nin mübarek fem-i saadetlerinden işittiğim esrarı ben size söylesem, siz benim yanımdan çıkıp dersiniz ki, muhakkak Ali kezzabdır. Çünkü bunları benden başka kim işitmiştir? Kişi bilmediği şeyin düşmanıdır." buyurmuştur.

Zeynel-Àbidîn KS Hazretleri de bir şiirinde bunu açıklamıştır.

"--Susmak hikmettir. Fakat ona riayet eden çok azdır. Kimin ki mâlâyâni olarak kelâmı çok olursa, o kimsenin hatası da çok olur."

Ebüd-Derdâ RA Hazretleri'nin rivayet buyurdukları bu hadis-i şerifdeki hükümden murad, ilimden bir hikmet olduğunu beyan buyurmuşlardır. Sükût, her ne kadar mu'teber bir nesne ise de, bunun tefekkürle birlikte olması matlubdur. Tefekkürsüz sükûtlar, mühim bir mânâ ifade edemezler. Sükûtu işleyenlerin azlığı da bunu müeyyeddir.

Boş sözlerle vakitlerini geçirenlerin, hata ve günahlarının da o nisbette olacağı beyan buyrulmuştur. Sükûtun faydalarındandır ki, insanı ekseriyetle cehilden, sefihlikten men eder. Sükûta hikmet tesmiye olunmasının sebeblerinden biri de, hikmetlerin; sükût ile beraber olan düşünce ve tefekkürlerden neş'et etmesidir. Kalbde gayet nâfî mev'ızalar ve hükümler îras ettiğinden dolayı (hükmün) buyrulmuştur.

Başka bir hadis-i şerifte:

"Sükût ahlâkın başı ve esasıdır." buyrulmuştur.

Hazret-i Enes RA'ın rivayet ettiği bu hadis-i şerif, bizlere sükûtun ne demek olduğunu pek güzel bir şekilde anlatmaktadır. Sükût olmadıkça, diğer güzel ahlâkların da bulunması çok müşküldür. Zîrâ lisan insanın tercümanıdır ve insanın kemâli, kelâmının altındadır. Binâen aleyh, sükût hâlini muhafaza edenlerin halleri mestur kalır. Ne olduklarının bilinmesi müşküldür. Fakat konuşan kimselerin sözlerinden, kemâl ehli kimseler onların ne kıratta adam olduklarını derhal anlarlar.

Binâen aleyh sükût, câhilin cehlini örttüğü gibi, aynı zamanda ilim sahipleri için de güzel bir zînettir. Vakar ve sükûnet sahiplerinin konuşmaları da, gayet basîret üzerine olması gerektir. Konuşmalar ekseriyetle insanı, nefsini kontrol etmekten uzaklaştırır. Halbuki başlıca vazifelerimizden birisi de nefsimizi kontrol altında tutmaktır. Nefsini kontrola ve kendisiyle Rabbi arasındaki hallerin muhafazasına, ancak sükûtla imkân bulunabilir. Bu imkânı elden kaçırmamak için, her mü'min ve muvahhide yakışan sükûttur, vesselâm.

b. Sükût İnsanı Günahlardan Korur

İkinci nevi': Az konuşmanın günahlardan korunmayı, izzet ve ihtirâmı mûris olduğunu bildirir.

Ey aziz! Ehlullah demişler ki:

Bu zaman sükût zamanıdır, evlere mülâzemet zamanıdır. İnsan iki küçük parçanın idaresi altındadır; bunlardan birisi yürektir, birisi de dildir. Gerçi tekellüm, insanda keramettir; lâkin sükût, her belâdan selâmettir. Lisân, insanın mîzânıdır. O bir arslandır ki, onu bırakmak çok tehlikeli ziyandır.

Sükût, vakar elbisesidir, özür dilemene lüzum kalmaz. Söylemediğin söz, henüz kendi hükmün altındadır; söylediğin zaman, sen onun hükmü altına girersin.

Az konuşan, pişmanlıktan emin olur. Kimin ki sükûtu uzundur, onun kadri cemildir. Kim ki her zaman ayıp örtücüdür, onun da ayıpları örtülü kalır; her gönül sahibi tarafından sevilir. Kim ki halkı gıybet eder ve laf taşırsa; o kimse bütün insanların sevmediği, buğz ettiği bir kimse olur.

Çok kelâm çirkin ve ardır; sükût izzet ve vakardır. Sükût emn ü emândır. Kalbin sükûtu irfanı celb eder. Lisânın tehlikesi çoktur.

Bu kadar diş, taş gibidir; lisân çakmaktır. Söz ateştir ki, onu söyleyen ahmaktır. Dinleyen, işiten ya pamukçu dükkânı ya baruthànedir. Pamuk ve baruta çakmak çakan divânedir.

(Bu sözü çok dikkatli dinlemeni ve üzerinde durmanı tavsiye ederim. Çok konuşmayı bir meziyet sanıp da, her mecliste ileriye atılarak, bilgiçlik taslayan insanlara, ne güzel bir derstir. Allah-u Celle ve A'lâ Hazretleri cümlemizin muîni olsun...)

Alışkanlık çok kötü bir adettir; terki de o nisbette zordur. Onun için, daha küçük yaşta iken sükûta alışabilmek meziyeti elbette çok gereklidir

Üç nesne vardır ki, bütün âfetleri celb eder: Şaka, latîfe, boş ve mânâsız sözler... Gıybet edenlerin ve laf taşıyanların azabları şedîd olur; insanlardan ve Allah'tan uzak olurlar.

Çok söz dostluğa zarar verir. Çok söz ayıpların meydana çıkmasına sebep olur, kalblerde adâvet peydâ eder. Acı söz söyleyenlerden ahbapları ve dostları nefret ederler. Dostların gıybeti rezâlet ve her yönden utanç vericidir.

İnsanların akıllısı kat'iyyen mücadele yoluna gitmez. Ahmağı cezalandırmakta sükût kâfîdir. Kelime-i tayyibedeki fayda, sahibine aittir. Eğer kelâmda belâğat varsa, söylememekte de selâmet vardır. Latîfedeki âfet, korku ve tahkire uğramasına sebep olmasıdır. Söylersen doğru söyle; vaad edersen, îfa eyle!

Yumuşak konuşmak ve selâmı açıklamak sünnettir. Yumuşak kelâm ve çok selâm, insanların kendisini sevmesine sebep olur. Güzel konuşmayı îtiyad etmek, insanların muradlarının husûlüne sebeptir. Sözde doğruluk, insanın selâmetini mûcibdir. Çok sükût, vakarı mûcibdir. Çok kelâm kulakları rahatsız eder. Bir iş için zorlamak, usandırmak, o işin men'ini mûcibdir.

Çok gülmek, hafiflik ve utançtır. Çok şaka ve latîfe, töhmeti celb eder. Çok gülmek kalbi öldürür. Çok latîfe, cehil alâmetidir. Çok söz, noksan meânîden ileri gelir. Sükût, aklın zînetidir.

Güzel sözlü ol, güleryüzlü ol! Aslâ yalan söyleme, kendini rezil eyleme! Sözü tatlı olan, gönüllerde aziz olur. Gülmesi çok olanın heybeti az olur. Kimin ki sözü mülâyimdir, onun muhabbeti lâzımdır.

Sözleri doğru olanın, güzelliği fazla olur. Halktan şekvâ eden, Hak'tan şikâyet etmiş olur; hiçbir zaman şâkir olmaz. Gizli ayıpları sormak, kâmillere yakışmaz.

Kendini medheden, kendini kesmiş olur ve kendini zemmeden selâmet bulur. Sözünde sadâkat, işlerinde rıfk, yumuşaklık, hâlinde güzellik, kişinin ind-i ilâhîde kabûlüne sebep ve işarettir. Kişi diliyle, yâni sözüyle insandır. Halbuki lisanı kendine, kendi varlığına düşmandır. Bed cevap, kötü söz söyleyen pişmandır.

Àkil isana lâzımdır ki, cahile karşı hüsn-ü muamele, rıfk ve müdârâ eyleye... Doktorun hastasına yaptığı muamele gibi mülâyim söyleye...

Dedikoduyu terk eden, gönül hoşluğunu idrak eder. Sükûtun menfaatleri sonsuzdur. En ednâ faydası, ömrünün selâmetidir. İnsanın canının helâki dilinin ucundadır. Sırrını sen sakla ki, sır emanet olmaz. (Buna çok dikkat etmek gerekir; sır başkasına söylenmez.) Sırrını emanet veren, selâmet bulmaz. Sırrını saklarsan, sırrın selâmet olur. Sırrı ızhârın sonu nedâmettir. Dostundan hiç bir nesne gizleme; lâkin her sırrı ona dahi söyleme!

Nazım


Açma râzı ki, zâr olmayasın,
Mihnet ve kederde yâr olmayasın!

Sakla sırrını ki, sır selâmet ola;
Sırrını izhar eden melâmet ola!

Âşikâre eden şikâr oldu,
Fikrini fikreden fekkâr oldu.

Nice sır var ki, ger zebâna gele,
Nice canlar revâ-yı dünhâne gele!

Dil kafesi râz-ı mürg-u vahşîdir;
Mürg-u vahşî kafeste yahşîdir.

Râh-ı devlette kim ki gence erer,
Saklamazsa hezâr rence erer.

Hak olan halka âşikâr olmaz,
Sayd edeyim derken şikâr olmaz.

c. Sırları Saklamak

Üçüncü Nevi': Lisânın, vaktin, amellerin, ahvallerin, hayatın muhâfaza ve âfetlerden selâmetinin, sırları saklamakta olduğunu bildirir.

Ey azîz! Ehlullah demişler ki, sükût, ilimlerin efdalidir ve Allah-ü Teàlâ'nın hikmetidir. Dil konuşunca, gönül sükût eylese, gönül hikmet söyler. Söz gümüş olsa, sükût altın olur. Çok konuşanlar çok kere pişman olurlar. Lâkin, her sükût eden sâlim olur.

Lisânın sükûtu, lâfızların, kelâmın terkiyledir. Gönlün sükûtu, i'tirâzı ve i'râzı terk etmektedir. Gönlün sükûtu hayrete, hayret de vâridât ve keşiflerin vukûuna sebeptir. Ârif sükût eylese, hâline sahib olup. Sükût ile gönül gözü açılır, akıl ziyâde rahat bulur. Hemen dilini zabt eyle ki, onun ısyânı ve tuğyanı, diğer a'zâlardan daha eşed ve a'zamdır. Yine dilini bağla ve tut ki, onun fesad ve adâveti bütün a'zâlarınkinden daha zararlı ve umûmîdir.

Böyle olunca lisânın muhâfazası, cümleden ehem ve elzemdir. Zîrâ lisanın muhâfazasında a'zâların muhâfazası da dahildir. Haberde gelmiştir ki: Âdemoğlu sabaha dâhil olunca cemî a'zâsı diline:

"--Allah için müstakîm ol! Eğer sen doğru olursan, biz de doğru oluruz; eğer sen yamuk olursan, biz de yamuluruz." derler.

Sözlerin insan a'zâları üzerinde iyiye de, kötüye de te'siri âşikârdır.

Ey âdemoğlu, eğer yüreğinde bir berklik, katılık, bedeninde bir zayıflık, rızkında bir noksan buldunsa; anla ki, faydasız, boş sözler söylemişsin! O sözlerin te'sirinden ötürü bu belâlara düşmüşsün!

Lisânın muhâfazasında, vakitlerin muhafazası da vardır. Çünkü insanın ekseriyâ sözleri boş ve mânâsızdır. Bunların hepsi de, vakitlerin zâyî olmasına sebep olur. Vakit ise nakittir. Hem de bir daha ele geçmesine imkân yoktur. Zâyî olan mal, mülk belki ele geçebilir; fakat kaybedilen vakitleri bulmak mümkün değildir.

Şâir demiş ki;

"--Bâtıl ile konuşmayı kasdettiğin zaman, derhal onun yerini tesbihlerle doldur! Kelâmın her ne kadar fasîh dahî olsa, sükûtu tercih etmek konuşmaktan hayırlıdır."

Lisânın muhâfazasında, vakitler muhâfaza olunduğu gibi, amellerin muhâfazası dahi vardır. Zîrâ çok konuşan gàfil, elbette gıybet eder. Bu da onun hasenâtının, düşmanlarına gitmesine sebep olur. Bir ârif demiş ki:

"--Eğer gıybet eylesem, kendi vâlidemin gıybetini ederim; tâ ki hasenâtım ona gide!"

Bu, üzerinde dikkatle düşünülmesi îcâbeden bir husustur.

Lisânın muhâfazasında, vakitlerin, amellerin, muhâfazası gibi, ahvâlin de muhâfazası vardır. Zîrâ dil, irfân hazînelerinin anahtarıdır. Binâen aleyh, çok sözle gönül, cevher-i hikmetten hâlî kalır ve ehliyetsiz kimselerin yanında zâyî olur.

Lisânın muhafazasında, dünya âfetlerinden de selâmet vardır. Lisan, pusudaki arslan gibidir. Sükût, ondan emn ü emândır. Lisânın muhâfazası, iki cihanın selâmetidir demek oluyor. Ehl-i irfanın sermayesi sükût olmuştur. En metin kale, gönül ve cândır.

Lokman Hakîm, Dâvûd Aleyhisselâm'ın huzuruna gelmişler, bakmışlar ki, demir parçaları onun elinde bal mumu gibi yumaşak ve istediği gibi küçük halkalar halinde birbirine eklenmektedir. Hiç görmedği bu sanata, Lokman Hakîm teâccüb edip, bunların ne olacağını sormak istediğinde, onun kalbinde olan hikmet, onu sormaktan men etti. Vaktâ ki, Dâvûd Aleyhisselâm, mucizesini tamamlayıp onu giydi ve Lokman Hakîm'e hitab ederek:

"--Bu zırh insan için, muharebe esnâsında metin bir kaledir." deyince, Lokman Hakîm ona demiştir ki:

"--Benim bu sükûtuma ne dersin ki, ben onu senden sormadım?"

Hazret-i Dâvûd da cevaben:

"--Sükût bir hikmettir ki, fâili azdır. Sükût, dil ve can için, konuşma sırasında gâyet mükemmel bir kaledir."

Sükût eden selâmet bulur. Dilin hataları, helâkin en şiddetlisidir. Sırrın iyi bil ki, senin esîrindir ve sen onun emîrisin. İfşâ ettiğin zaman, sen onun esiri olursun. Her sözün bir yeri vardır. Her işte de bir maksat vardır.

Dert yanmak, içini dökmek, er kişiye yakışır bir şey olmadığı gibi; aynı zamanda gönlün muhâfazası için --ki, hepimize pek lâzım ve mühimdir-- dili tutmamak ve her akla geleni hemen söyleyivermek, çok abes bir şeydir. Sonra insan binlerce defa pişman olsa da faydası yoktur ve olmayacağı da herkesçe ma'lûmdur.

d. Az Konuşmanın Faydaları

Dördüncü Nevi': Az konuşmanın faydalarıyla, halinin muhâfazasını bildirir.

Ey azîz! Ehlullah demişler ki:

Dilini altın muhâfaza eder gibi, muhâfaza eyle; yâni altınları nasıl saklıyorsan, dilini de öylece tut ki, sonra pişman olmayasın! Dilin iki dudak ve iki diş tabakası arasında yaratıldığının hikmetlerini unutma. O bize her zaman söylüyor ki:

"--Az söyle, çok dinle!"

Eğer böyle eder, az konuşur, sükûtu çok edersen, selâmeti bulursun. Kişi, kendi dili altında gizlenmiştir. Her ne ki lisana gelir, o ziyana gider. İnsanın bütün belâsı ve çektikleri, dillerinin belâsıdır. Nice boş sözler, sâhibi için noksanlıktır. Nice dil var ki, sahibine düşmandır. Meclis emânettir; meclislerde konuşulan sözleri dışarıya nakletmek o meclise hıyânettir.

İnsanın salâhı, lisânının muhafâzasına ve cömertliğine bağlıdır. Evvelâ düşünüp sonra söylemek, en akıllı bir iştir. Akıllı insanın dili kalbinde, ahmak kişinin de kalbi ağzındadır. Hakkı söylemeyi ganimet bil, bâtıldan da sükût ile emîn ol! Her insan lisânıyla muâheze olunacaktır.

Beyit

Sükût eyle Hakkı ki, sükût içre var,
Nice bin lisân ve nice bin beyân.

Hayırlı söz, lâfzı kısa mânâsı geniş olandır. Nice sükûtlar vardır ki, konuşmaktan çok evlâdır. Çok konuşma, bir çok nîmetlerin elden gitmesine sebep olur. Dil hatâsı, ayak hatâlarından büyüktür. Dil yarası, hançer yarasından daha şiddetlidir. Lisânın muhâfazası, imanın başıdır. Konuşmalar, Allah zikrinin nûrlarını gönülden giderir. Çok söz, kalbi katı yapar. Katı kalbliler ise, Allah Teàlâ'dan ve onun rahmetinden uzak olan kimselerdir.

Müjde o kimseye ki, lisanı sâkit ve kalbi zâkirdir. Yine müjde o kimseye ki, lisânına mâlik, her haline de şâkirdir. Lisânını muhâfaza eden, nefsine ikrâm eder. Hikmetle konuşan izzet bulur. Nâsa ancak bildiklerini söyle; bilmediklerini ve akıllarının ermeyeceği şeyleri söyleme! Güzel sözlerinle halka yakın ol, fakat gönlünle onlardan uzak ol!

Bilmem demek ilmin yarsıdır. Ayıp örtmek, tam hilimdir. Fakirliğini halka açıklayan, velev rumuz ile dahi olsa, kendi kadir ve kıymetini yok eder.

Malınla cömert ol ve lâkin sözlerinle sıkı ol. Malına karşı bahillik eden zelîl olur; sözlerinde sıkı olan, yani az konuşan, azîz olur. Gizli şeyleri saklamayan ahmaktır. Başkasının onu saklamayacağı muhakkaktır. Vâkıf-ı esrâr olmayana sırları açmak ve herkesin, her sualine cevap vermek doğru değildir. Kimseye karşı sakın çirkin hitaplarda bulunma ki, sen de mukàbil çirkin cevaplara muhatap olmayasın.

Hikmetli sözleri ehli olmayana kat'iyyen söyleme. Haberde vârid olmuştur ki:

"--İncileri köpeklerin boyunlarına asmayınız, takmayınız. Cevherleri hınzırların boyunlarına asmayınız!"

Hikmet ise, inci ve cevâhirlerden çok daha kıymetlidir. Onun kadir ve kıymetini bilmeyen münkirlere söylemek, pek büyük hatadır. Eğer nutuk gümüş olsa, sükûtun altın olur.

e. Gönüllerin Muhafazası

Beşinci Nevi': Dilin sükûtunun, gönüllerin muhafazasına yaradığını bildirir.

Ey azîz! Ehlullah demişler ki, âriflerin içinde esrar hazineleri vardır. Sakın bunları ehli olmayan kimselere söylemeyesin! Ehlinden de saklamamalıdır. Hak Teàlâ, bazı has kullarına tahsîs eylediklerini, avam kullarına vermemiştir. Zîrâ liyâkatleri yoktur. Bir hakîm, İlâhî hikmet ve havâssı bir kelime ile veya bir harf ile avamdan bir şahsa verse; o ârif hikmete muhalefet eylemiş ve kendi katlini hazırlamış olur.

Ebû Hüreyre RA Hazretleri bir rivâyetinde:

"--Ben Rasûl-ü Ekrem'den SAS iki ilim ahz eyledim. Birini halka ızhar eyledim, diğerini ise sakladım. Eğer onu da ızhar etseydim, benim boynum kesilir, yâni halk onu anlayamazlar ve benim katlime kadar giderdi." buyurmuştur.

Nitekim, Hallâc-ı Mansûr KS da kendisine verilen hikmeti muhâfaza edemeyip, "Enel-hak!" dedi, başına kıyâmet koptu. Bunun gibileri pek çoktur.

Cüneyd-i Bağdâdî KS Hazretleri de, bir dervişini esrarları ızhar ettiğinden ötürü tekdir etmişlerdir. Merhum, kitabının 323. sayfasında, irşâd sahiplerini îkàz edip, vasiyyet buyurmuştur ki:

"--Eğer avamdan bir zât, tevâzû ile bizlere gelip, mutî ve emirlerinize münkàd ve hükümlerinize tam mânâsıyla teslim olarak, varını yoğunu hükmünüze bırakıp, her şeyden geçer. Yânî bütün dünyalığı, hatta çocuklarını da emrinize teslim eder, hizmetinize girerse, o zaman ona lâzım olan hizmeti îfâda kusur etmezsiniz; size kul olduğu kadar siz de ona hâmî ve muhafız olursunuz.

O kimse ki dünyayı sever, evliyâyı inkâr eder ve câsus, hayâsız, münâfıklara havâssa mahsus hikmetleri söylerse; o zâlim, hikmet ve emânetlere hıyânetlik etmiş olmakla, kendisi de rahmet-i ilâhîden tard olunmuş olur. Zîrâ hikmet-i evliyâ, ilm-i ledünnîdir; ızhârı memnûdur. Havassa mahsus olan esrarın, avâma ifşâsı meşrû değildir. Izhâr edenin sözü dinlenmeye değmez.

f. Sükûtun Kısımları

Altıncı Nevi': Sükûtun kısımlarını, hal ve makamlarının neler olduğunu bildirir.

Ey aziz! Ehlullah demişler ki, lisânın sükûtu gece uykusuzluğunun, yâni geceleri uyanık olup, ibâdet, tâat, tefekkür ve zikrullahla meşgul olmasının neticesidir. Çünkü gerek gece ve gerek gündüzleri uyanık olan zevât-ı muhteremler gönüllerinin şenliğinden canları kat'iyyen konuşmak istemez.

Sükût iki kısımdır. Biri, dilin sükûtudur ki, Hak'tan gayrı birşey konuşmak istemezler. Gönüllerinin uyanık olması sebeyilme, mâsivâ ile vakit geçirmekten korkarlar ve dâimâ sükûtu ihtiyâr ederler.

Birisi de, kalblerin sükûtudur ki, gönüllerine hiç bir havâtır gelmez. Zîrâ bilirler ki, gönül Rahmân'ın nazargâhıdır; Arşür-rahmân'dır. Orada mâsivâ ve hâtıralara mahal yoktur. Hem hiç bir kötü huy da kendilerinde bulunmaz. Ne hırs, ne haset, ne kin, ne gazap ve ne de kibir, gurur, azamet, hele riyâkârlığa ve şehvete dair birşey bulundurmazlar.

O zaman tabiatiyle, gönüller hikmetle dolar. Konuştukları vakit etrafındakileri mest ve hayran edip, feyze gark ederler. Eğer dil ve gönülleri durmadan ağzına geleni konuşacak olursa, o kimse artık şeytan memleketi ve onun maskarası olur.

Sükût, sülûk ehli için bir menzildir. Bunu geçmedikçe ebrâr denilen bahtiyarlar arasına girmek mümkün olmaz. Kalbin sükûtu ise, şühûd ehlinin sıfatıdır ki, bunlara mukarrebîn denilir. Sükût, mübtedîler için âfetlerden selâmettir. Mukarrebînlerde ise, Hak ile ünsiyete vesîledir.

O kimse ki, herhalde sükûtu iltizâm eder, onun kimse ile bir sözü kalmaz; ancak Rabbi ile olur. Zîrâ insanın içinde mâsivâ olsa, o kimsenin sükût edip, susması mümkün olmaz. Ne zaman ki mâsivâ konuşmayı terk edip, Mevlâ-yı müteâl Hazretleriyle meşgul ola; o zaman selâmete erişip, mukarrebînden olur. Konuştuğu zaman hak üzere, dâimâ doğruyu konuşur. Bu doğru konuşma ve hak üzere konuşma, sükûtun mükâfâtıdır. Nasıl ki boş ve mânâsız konuşanların hatâlarının çokluğu, mâsivâ ile tekemmülerinin cezâsıdır. Mâsivâ ile konuşmak her vechile hatâdır.

Sükûtun faydalarından biri ve hattâ en mühimi, kendilerine ma'rifetullahın zuhûrudur. Bu ise saltanatların ve saadetlerin en büyüğü ve en güzelidir. Bir kimse ki, ma'rifet nîmet-i celîlesine mazhar olmuştur; artık onun kadir ve kıymetini ta'rife ve tavsîfe kimsenin gücü yetmez.

Ehl-i irfânın tasavvuf hakkında yazmış oldukları eserleri okuyup da, kendini bilmeyen cahil sofuların, o kelimelerle ma'rifet iddiasında bulunmaları kadar abes bir şey yoktur. İnsan olan onları okuyup, kendi noksanını anlar ve ıslah-ı hal etmeye çalışır. Bu ise en büyük meziyettir. Her ilim ehlinden okunarak öğrenilir. Bu kalb ilmi, gönül ve ahlâk ilmi ise, okumakla beraber, bu ilmin sahiblerine ihlâs ile yapılan hizmetlerin neticesinde, onlara Hakk'ın lütfu ve ihsanıdır. Onun için demişler ki:

"--Mürşid-i kâmil olunca, sana mürşid olarak Kitap ve Sünnet-i Resûl yetişir."

Fakat ne de olsa, dün ve bugün de göregeldğimiz bir şey varsa, o da ehl-i ilmin hemen ekserisi, nefislerinin esîri ve kölesi olup, gönül âlemiyle ilgi kuramamışlardır. Onların bilgileri ve kitaplarının mütâlaası, ömürlerinin sonuna kadar böylece devam edip gider de, gönüllerinden habersiz olarak nihâyet ahireti boylarlar. Bu sebepten olsa gerektir ki, irfan sahipleri, gönül sahipleri, muhabbeti ilâhîye, aşk-ı ilâhiyeye mazhar olan zevât-ı muhtereme, "Bu gibi gönülsüz, dünyaya meyyâl ve muhib olanlara esrâr-ı muhabbeti ifşâ etmesinler!" diye sıkı sıkı tenbihlerde bulunmuşlardır.

Ancak, hakîkî tevbeye muvaffak olmuş ve dünyayı terk ile cân ü gönülden hakîkî ve tam mânâsıyla teslim olmuş bahtiyarlardır ki, esrâra vâkıf olabilirler. Sen de, fânî bir zâta tâlib olursan ki numûnesi, senin herhangi bir a'zândan kan aktığı vakit, onun da aynı a'zâsından kan arar derecede birliğe ulaşmış kimselerdir. Buna, fenâ fiş-şeyh derler. Tabii bu herkese müyesser olmaz. Ancak ve ancak hakîkî tâliblere nasîb olur.

Kalb ilmi, ancak hal ilmidir. Tezekkür ve tefekkürler kalbe dolmuştur. Onun için birinin hali diğerine aks etmekte ayna misâlidir. İlm-i zâhir ise böyle değildir. Halbuki, bizlere islâmiyeti ta'rif edip anlatanlar diyorlar ki:

"--Mü'minler ve müslümanlar bir cesed gibidir. Evet, cesedin herhangi bir tarafında bir ârıza olsa, bütün vücuda sirâyet eder. Bütün vücud, bundan müteessir ve müteellimdir. Halbuki, rahatsızlık, farz edelim ki ayağın parmağında veya tırnağındadır. Fakat bütün vücud bu ağrıya ve sızıya iştirak halindedir."

İşte hakîkî müslümannın böyle olması lâzım gelirken, bugün bizlerin hali ağlancak derecede acıdır. Bu acıyı da kimse hissetmemektedir ki, bu hal acının daha acısıdır. Müslümanlık bir binâ gibidir. El ele verdikleri takdirde, birbirlerinden ayrılmadıkları müddetçe güzel işler başarırlar. Dinleri de dünyaları da ma'mur olur. Ne zaman ki, bölünürler, fırkalara, partilere ayrılırlar; işte o zaman tıpkı göçmeye yüz tutan bir bina gibi, ansızın yıkılıp giderler de haberleri bile olmaz. Allah muhafaza buyursun, âmîn...

Azîz kardeş; sen bu sözleri sakın yabana atma! "Bak dünyanın her tarfında bir nizam cârîdir. Bizde de öyle olursa neden yıkılırmış?" deme! Ben yazmayayım, fakat sen düşün ve bul; emînim bulacaksın!

Bir akşam, iftar vakti, radyoda bir konuşma yapan Diyanet İşlerine mensub bir müdür, konuşmasını, müslümanlıkta tevhîdin, birliğin lüzûmuna dâir yapıyordu. Bu arada şöyle bir de vak'a nakletti:

Efendimiz SAS Hazretleri'nin zamân-ı saâdetlerinde ashâb-ı kirâm hazretleri, mescid-i şerifte öbek öbek oturmuşlar, muhabbet ediyorlarmış. Efendimiz SAS Hazretleri bunların bu hallerini beğenmedikleri için, bir beyânda bulunarak, bu halin iyi bir şey olmadığına, kötü ve fena âkıbet doğuracağına dâir sözleriyle onları îkàz buyurmuşlardır.

Evet bu herkesin bildiği bir şeydir ve kàide hiç bir zaman bozulmaz. Ancak bozulan bir şey varsa o da kàideleri bozmaya çalışanlardır. İyi bil ki, sular toplandığı zaman ne kadar çok olursa, faydası da o kadar çok olacağından kimsenin şüphesi olmaz. Bu büyük suları arklara taksim edip dağıttığımız vakit, elbette kuvvetten düşeceği yine herkesce bilinir. Şimdi, şu parti, bu parti, acaba ne demektir? Biz, hep bir milletiz ve aynı dine mensubuz. Buna rağmen neden ayrılıklar yapıyoruz? Bunların zararının umum millete olduğunu halâ anlayamıyoruz.

Azîz kardeş! Tefrikada azâb, vahdette saâdet ve selâmet olduğunu unutma! Kim ne derce desin, sakın aldanma! Bunu bütün kardeşlere duyurmaya ve birlikten ayrılmamalarını te'mine çalış ve çalıştır. Bak, Efendimiz SAS Hazretleri'nin nasîhatlerinin birinde, ihtilâf anlarında bile dâimâ büyük topluluğu, cemâati tercih edip, ihtilâfçıları kendi başlarına bırakmak sûretiyle cezâlandırdıkları bizlere anlatılmakla, güzel bir ders verilmiş olmaktadır.

İbrâhim Hakkı Hazretleri'nin, güzel ahlâklara sahip ve kâmil bir insan olmak isteyen her irfan sahibi için tertib ettiği eserinde, az yemek, az uyumak ve az konuşmak hakkında söyledikleri bütün sözler, hep birer ayn-ı hakikat olduğu, erbâb-ı ilim tarafından takdire şâyândır. Bunların hiç birisi hakkında ufak bir îtirâz dahî mesmu' değildir.

Bütün kusur kendimizdedir. Biz ne zaman kendimizin ıslâhına gayret edersek, o zaman bumların ne kadar doğru ve lüzumlu olduğunu takdir ederiz. Şimdi ise hep nefislerin adamı olduğumuzdan ötürü, yiyip içmeye ve bol bol uyuyup, çok çok konuşmaya alıştığımızdandır ki, bunların zararını görmekten uzak kalıyoruz.

Cenâb-ı Hak fazl u keremiyle bu gafleti üzerimizden gidersin ve bizi kâmil, olgun müslümanlar arasına ilhak buyursun, âmîn...