AHİRETE HAZIRLANMAK

Ezü billâhi mineş şeytànir racîm.

Bismillâhir rahmânir rahîm.

Elhamdü lillâhi rabbil àlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh... Kemâ yenbağî licelâli vechihî ve liazîmi sultânih... Ves salâtü ves selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû biihsânin ecmaîn...

.......

Allah-u Teâlâ Hazretleri ruhunu şad eylesin; hayatta olanlarına sıhhat afiyet ve güzel hizmetler nasib ü müyesser eylesin... Rahmetli kardeşimiz Fikri Yavuz'un tercüme ettiği Kırk Kudsî Hadis kitabının 26. hadisi şerifi... Yolda gelirken otomobilde kitabı açmıştım, bu sayfa çıktı. Burdan okuyayım müsaade ederseniz:

(Yeklullahu teâlâ:) diyor Peygamber SAS Efendimiz... Biliyorsunuz Peygamber SAS Efendimiz'in, lafzı kendisinden olmak üzere Allah-u Teâlâ Hazretleri'nden rivâyeten bize bildirdiği hadis-i şeriflere hadis-i kudsî diyoruz. Yâni, söyleyen Mevlâmız da, Peygamber SAS Efendimiz bize Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin böyle söylediğini beyan buyuruyor.

Rahmetli kardeşimiz hadislerin tahkîkini yapmamış, kaynaklarını göstermemiş ama, olsun; öyle olsaydı daha iyi olurdu. Tabii, yeni kitap yazacak olan, ilim yolundaki kardeşlerimize bütün söyledikleri sözlerin kaynaklarını araştırmalarını tavsiye ederiz. Abdülfettah Ebû Gudde isimli bir alim var, Allah ömür versin... Alimlerle ilgili çok güzel bir kitap yazmış, gözyaşları içinde okuyor insan... Kalbi ne kadar katı olsa, gözleri gene sulanıyor insanın... Çok güzel dipnotlarıyla, tahkikleriyle neşretmiş.

Sonra İstanbul'da, Mısırlı profesörlerden Nûreddin ibn-i Şureybe diye bir mübarek zâtın hazırladığı Sülemî'nin Tabakàtüs S™fiyye'sini okuyoruz. O kadar güzel dipnotlar eklemiş ki, kitap zâten kıymetli, Ebû Abdurrahmân es-Sülemî KS isimli büyük alimin eseri ama, içindeki dipnotlarıyla insanın bir başka lügata veyahut bir başka kaynağa bakmasına lüzum kalmadan, hem hadis râvileri, hem beldelerin isimleri, hem diğer mâlûmatı altına çok güzel dercetmiş. Aşk olsun, rûhu şâd olsun... Demek ki, güzel hazırlanılır ve güzel sunulursa, onun da sevabı çok daha fazla olur. Allah-u Teâlâ Hazretleri kabirlerinde kabir istirahatlerini ziyâde eylesin, makamlarını a'lâ eylesin, derecelerini daha yüceltsin... Ruhları şâd olsun...

"Allah-u Teâlâ Hazretleri buyuruyor ki:" diyor Peygamberimiz SAS Efendimiz Hazretleri:

(Yebni âdem) "Ey Ademoğlu!.."

Hepimiz Adem AS'ın evlatlarıyız. Binâen aleyh hepimiz kardeşiz. Adem AS da topraktanolduğuna göre, hepimizin aslı, mayası toprak olduğuna göre, topraktan olduğumuzu da unutmamamız, mütevâzi olmamız lâzım gerekiyor. Allah-u Teâlâ Hazretleri bizde sevmediği ne gibi kötü huylar varsa, onları şu mübarek ramazanda tasfiye eylesin... Bizi sâfileştirsin, kötü huylardan kurtarsın... Kibir, gurur, ucüb, hased, kin ve sâir kötü huylara tutulmuşsak, onlardan kurtarsın... Güzel huylara sahipsek, güzel huylarımızı ziyadelendirsin...

Hepimiz Adem AS Atamız'ın evlatlarıyız. Peygamber-i Zîşânız miracda kendisiyle mülâkî olmuş, görüşmüş. Sağına baktığı zaman gülüyormuş, soluna baktığı zaman da ağlıyormuş. Sağına bakıp güldüğü, Allah yolunda yürüyen imanlı evlatlarının, mü'min evlalarının ruhunu, topluluğunu görünce; o tarafa bakıp, bu evlatlarım cennetlik oluyor diye sevinç duyup gülüyormuş. Sol tarafına baktığı zaman da cehenneme ayrılan, cehennemlik olan kâfir, müşrik, gàfil, cahil, mücrim, günahkâr evladlarını görüp, onların da azaba uğrayacağını düşünüp ağlıyormuş.

Allah-u Teâlâ Hazretleri dedemizi güldüren, ecdâdımızın kemiklerini sızlatmayan, kabirlerini nur dolduran hayırlı evlatlarından olmayı cümlemiçze nasib eylesin...

Peygamber-i Zîşânımız SAS buyuruyor ki: "Dünyadaki insanların amelleri cuma akşamları, ahirete göçmüş olan büyüklerine kabirlerinde arz olunur. Onlar da dünyadaki evlatlarının yapmış oldukları sevaplı işlerden sevinç duyarlar. Nurları ve sürurları ziyadeleşir. Işıkları artar kabirlerinde, sevinçleri ziyadeleşir. Kötü bir şey yaptıkları nakledilirse, o zaman da kemikleri sızlar, üzülürler."

Onun için Peygamber SAS Efendimiz o hadis-i şerifinin sonunda biz mü'minleri ikaz eylemiş, buyurmuş ki:

(Fettekullah, ve lâ tü'zû mevtâküm) "Allah'tan korkun da geçmişlerinizi ezalandırmayın!.. Öldüler gittiler, kabirde onları rahatsız etmeyin!.. Üzüntüye ezaya düşürmeyin!"

Demek ki muhterem kardeşlerim, biz günah işlediğimiz zaman kimlere zararımız gidiyor. Başta kendimize zararımız gidiyor. Onun için, günah işlemenin lisân-ı dînîde tabiri nefsine zulmetmektir. İnsan nefsine zulmediyor günah işlediği zaman... Neden?.. Cezâyı bulacak da onun için... Belâsını çekecek!

(Fe men ya'mel miskàle zerretin hayran yerahû ve men ya'mel miskàle zerretin şerren yerah.) Miskàl, ağırlık... Zerre de, güneşin ışığı vurduğu zaman havada uçuşan tozlar... "Zerrenin ağırlığı kadar hayır işleyen, karşılığını görecek; zerrenin ağırlığı kadar şer işleyen, onun cezasını ahirette bulacak!" Ne kadar ince bir hesap olacak yâni!..

Onun için günah, bir kere günahı işleyen insana zarar veriyor. Kendisine zararlı... Kişi kendisine zulmetmiş oluyor günah işlemekle; bu bir... Kendisine zulmetmekle kalmıyor, başkalarına da zararı oluyor. Bir kere en başta sevgili annesine, babasına zararı oluyor; kabirde kemiklerini sızlatıyor, üzüyor annesini babasının... Çünkü, duyuyorlar; melekler kendilerine bildiriyor yaptığı kötülükleri...

Eğer mevtânızı seviyorsanız, eğer onlara karşı evlatlığınızı güzel yapmayı düşünüyorsanız, eğer onları sevindirmeyi düşünüyorsanız, günahlardan biraz da onlar için vazgeçin!.. Allah için vazgeçin, nefsinizi kurtarmak icçin vaz geçin, anannızın babanızın hatırı için vazgeçin!.. Dedenizin hatırı için vaz geçin! Çünkü bildirilecek, üzülecekler, ezâlanacaklar.

Başka kimlere zararlıdır günah?.. Hadis-i şerifte okumuştum muhterem kardeşlerim, günah başkalarına da zararı dokunan bir acaib şey, acaib bir fiil... Başka kimlere dokunuyor:

(İn gayyerahû übtüliye bihî) Eğer günahkârı ayıplarsa; "Yazıklar olsun be! Tüh yâ, olur mu böyle şey?.. Utanmaz arlanmaz herif..." diye ayıplarsa; o zaman Allah ayıplamayı da sevmez. Ayıpladığı kusuru, günahı ayıplayan kimseye de hayatında düşürür, işlettirir. Ayıplarsa, o belâ onun da başına gelir. O zaman anlar: "Haa, ben falanca kimseyi ayıplamıştım. Gördün mü Allah ayağımı dolaştırdı, beni de şu hataya düşürdü." der. Ayıplamağa da gelmez.

(Ve in iğtâbehû esime) Eğer günahı işleyeni başkaları söylerlerse sağda solda, "Falanca şu günahı işledi, şöyle yaptı. Ne kadar ayıp, ne kadar fenâ!.." diye; gıybetini yapmış olurlar, onlar da günaha girerler. Günahı söyleyenler de günaha girerler. "Ahmed şu günahı işlemiş... Mehmed şu işi yapmış... Vah vah... Tuh tuh..." Birbirleriyle konuştuğundan, gıybet yaptığından, aybını açtığından, onlar da günaha girerler. (esime) Gıybetini yapar, âsim olur.

(Ve in radıye bihî şârekehû) Yaptığı günaha rızâ gösterirse, cevaz verirse; "Yapsın canım ne olacak?.. Ben olsaydım, ben de yapardım." deyiverirse, veyahut hoş görürse; ona iştirak etmediği halde rızâsı dolayısıyla iştirak etmiş olur, o da fenâ...

Meselâ minibüste gidiyoruz, konuşuyorlar. Birisi diyor ki:

"--Yâhu duydun mu? Falanca dindar adam çocuğuna davullu, zurnalı düğün yapmış, çengi getirmiş, içki dağıtmış." diyor.

Ötekisi de diyor ki:

"--Yâhu yapsın, bir tanecik oğlu var, ne olacak? Ben de olsam ben de yaparım!"

Tamam, hapı yuttun şimdi!.. "Ben de olsam ben de yaparım." dedin ya, yapmadın ama râzı oldun ya; (şârekehû) sen ona minibüste otururken iştirak ettin, sen de günaha girdin. Günahkârı dile dolamak da yok, günaha râzı olmak da yok...

Görüyor musun günahın kimlere zararı var?.. İşleyene zararı var, cemiyete zararı var, ana-babaya zararı var... Ayıplayana zararı var, sözünü edip nakledene zararı var, râzı olana zararı var... E bu günahı niye işliyor bu akıllı uslu müslümanlar?.. Allah-u Teâlâ Hazretleri insanoğluna akıl vermedi mi?.. Tefekkür kabiliyeti vermedi mi?.. Hayrı şerri ölçecek bir terâzisi, bir muhakeme kabiliyeti yok mu?.. Hayret edilecek bir şeydir.

Allah-u Teâlâ Hazretleri bizi hakkı görüp hakka uyanlardan eylesin... Batılı görüp de kendisini tutanlardan eylesin... Ama bu nasıl olacak?.. Bu soruyu şimdi kafamızda bırakalım, hadis-i şerife başlayalım:

(Eksirû bizzâdi feinnet tarîka baîdun) "Yol azığını çok temin edin yanınıza, yolculuk malzemesini çok çok alın; çünkü gidilecek yol çok uzaktır.

(Ve ceddidül merâkibe) Bineklerinizi yenileyin; (fe innel bahra amîkun) çünkü, deryâ derindir. Küçük, çürük sandallar, gemiler tahammül etmez bu deryâya; yeni gemi yapın kendinize!..

(Ve ahlis ameleke) Amelini ihlâslı eyle; (ve innen nâkıde basîrun) çünkü, seni tenkid gözüyle gören, yaradan Mevlâ her şeyi çok iyi görmektedir. Binâen aleyh, niyetindeki bozukluğu da görür. Onun için, ihlâslı yap yaptığın ameli!..

(Veb'ud minen nâr, bibuğdil füccâr) Fasıkları, fâcirleri sevmeyerek cehennemden kendini uzaklaştır! (vedhulil cennete bihubbil ebrâr) Allah'ın ebrâr, has, hâlis, iyi kullarını sevmekle cennete girer.

(Feinnallàhe lâ yudîu ecrel muhsinîn.) Çünkü, Allah-u Teâlâ Hazretleri muhsin kullarının sevaplarını zâyî etmez, mükâfatlarını ihsan eder, verir.

Evet, aziz ve muhterem kardeşlerim, hadis-i şerif bu... Şimdi, "Azığınızı çok çok temin edin, yedeğinize çok çok yolculuk malzemesi alın; çünkü yol uzundur." diyor Allah-u Teâlâ Hazretleri... Kur'an-ı Kerim'de de böyle teşbihler, temsiller vardır. İnsanoğlu iyi anlasın, hafızasına iyi yerleşsin, gözünün önünde tecessüm etsin diye...

Bu sözlerden murad nedir?.. Murad şudur ki, mü'minler, bütün insanlar muvakkat bir zaman için gelmişlerdir. Burada demir atıp kalkacaklar, göçüp gidecekler. Burası devamlı bir yer değil, burası bir geçip gitme yeri... Binâen aleyh, dünyaya gelen insanların hepsi yolcu... Nereye gidiyorlar?.. Doğumdan ölüme, dünyadan ahirete gidiyorlar. Bir yolculuk var... Bu yolculuk uzun bir yolculuktur, meşakkatli bir yolculuktur. Bu yolculuğun durakları kabirdir, berzah alemidir, ahiret alemidir, mahşer yeridir... Mahşerde binlerce yıl bekleşmektir... Muhakeme günüdür, yevm-i dindir. Amellerin tartıldığı, insanların hesaba çekildiği, suçluların cezasının, iyilerin mükâfatının verildiği merhale... Ondan sonra da son merhale olan, son durak olan cennet mü'minler için, cehennem kâfirler için... Uzun bir yolculuk...

Bu gerçekten bir yolculuktur, gerçektir de... Hakîkaten biz o tarafa doğru sefer ediyoruz. Ahirete doğru sefer etmekteyiz. Binâen aleyh, yol uzak olduğundan yolda bize lâzım olacak azıkları, yiyecekleri, yol malzemesini almamız lâzım geldiği söyleniyor.

"Acaba yol malzemesi, yol azığı nedir?" diye soracak olursak, hemen hatırımıza ayet-i kerime geliyor. Bismillâhir rahmânir rahîm:

(Fetezevvedû feinne hayrez zâdit takvâ) "Yol azığı hazırlayınız ey mü'minler, ey insanlar!" diye, ayet-i kerimede de yol azığı meselesi var... "Yol azığının, yolda insanın yanına alacağı malzemenin en hayırlısı takvâdır." diyor. "Bu takvâ nedir, nasıl bir şeydir, boyu nedir, eni nedir, ağırlığı nedir?.. Nerde satılır, nerden alınır, nasıl bulunur, nasıl elde edilir?" diye, o zaman bu metâı satan yeri arayıp bulmak lâzım!.. Nerden alacağız bu takvâyı?.. Mâdem yolculukta bize zâd lâzımmış. Zâd da Kur'an-ı Kerim'in ifadesiyle takvâ imiş. Bunu nerden alacağız?..

İçinde bulunduğumuz ay, işte bu azığı hazırlama ayı... Çünkü, bu ayın içinde oruç tutmayı bize bildiren ayet-i kerimede Rabbimiz ne buyuruyor?.. Bismillâhir rahmânir rahîm:

(Yâ eyyühellezîne âmenû) "Ey iman edenler! (kütibe aleykümüs sıyâm) Sizin boynunuza farz olarak oruç tutmak yazıldı, farz kılındı. Vazife bu... Oruç tutacaksınız diye yazıldı. (kemâ kütibe alellezîne min kabliküm) Sizden önceki ümmetlerin boyunlarına da bu oruç farzı yazılmıştı. Onların da aslında namazları vardı, oruçları vardı."

Orucun yazıldığını bu ayet-i kerime gösteriyor. Demek ki, insanoğlunun tabiatı aynı olduğundan, hastalıklarına ilaç da aynı olduğundan, her devirde aynı ilaçlar Allah tarafından emredilmiş. Bu bizim derdimize deva oruç, eski ümmetlere de farz kılınmış, bize de farz kılınmış oluyor. (lealleküm tettekn) "Tâ ki ittikàedesiniz, takvâ sahibi olasınız, takvâyı öğrenesiniz, takvâyı edinesiniz diye..."

Demek ki, bizim ahiret yolculuğunda takvâ denilen şeyi elde etmemizin mevsimi, zamanı, yolu yöntemi, şekli şemâilini Allah-u Teâlâ Hazretleri harc-ı alem bir şekilde, herkesin istifade edeceği bir şekilde koymuş. Bir fariza olarak koymuş. Çünkü, bütün amellerin, dinin bütün emirlerinin bize dünyada ahirette muazzam faydası vardır. İslâm, bütün ferdî, rûhî, bedenî, ailevî, ictimâî, siyâsî, iktisâdî dertlerin ilacıdır. Bütün dertlerin ilacı İslâm'da vardır. Tabii, bunu insanlar, inkâr edenler de zamanla öğreniyorlar, itiraf ediyorlar. İnkâr edenlerden de imana gelenler oluyor.

İranlı bir şair buyurmuş ki:

Eger pendî hıredmendân zî-cân ü dil neyâmûzî,
Cihan anter bâ tedhi biyâmûzed turâ rûzî.

"Eğer sen akılllıların nasihatını can ü gönülden dinleyip de öğrenmezsen, nasihattan hisse alıp da durumunu düzeltmezsen; cihan ve zamane başına acı olayları getirir de, sana o nasihatları acı acı öğrettirir. Burnunu sürttüre sürttüre öğrettirir."

Evet, 1400 yıl önce İslâm nimeti gelmiş, İslâm ilacı gelmiş, bütün dertlerin devası 1400 yıl önce gelmiş. Bazıları muhayefet ediyorlar ama, burnu sürte sürte bütün tutukları dalların boş olduğunu anlaya anlaya, kapitalizm çökerek, komünizm çökerek, bütün insanlık İslâm'ın deva olduğunu anlama yoluna girmiş bulunuyor. Doğunun, batının, şarkın, garbın mütefekkirleri müslüman oluyor, araştırıcıları müslüman oluyor. Bîtaraf profesörleri, feylesofları, yazarları, politikacıları, büyük alimleri müslüman oluyorlar. Zamanla öğreniyorlar, ister istemez öğrenecekler.

Çünkü her şeyin esrarını, evvelini, ahirini, en güzelini Allah-u Teâlâ Hazretleri bilir. Cihan yaratan, insanı yaratan, cihanın problemlerinin çözümüne, insanın dertlerine devanın ne olduğuna dair en güzel bilgileri bildiğinden, onları öğretir. Anlayan anlıyor, kullanan şifa buluyor, yükseliyor; dünyanın ve ahiretin saadetine eriyor.

Anlayamayan da eninde sonunda zorla anlıyor. Yeter ki, temennî ederiz ki, bu anlama hal-i ye'sde olmasın... Yâni, eceli gelip, vâdesi yetip, gözünden perdeler kaldırılıp, her işin hakîkatını görme durumuna geldiği zaman olmasın... Firavun'un imanı gibi olmasın...

Firavun Mûsâ AS'la uğraştı, mücadele etti. Asmaktan, kesmekten, arkasına düşmekten geri durmadı. Ordusunu Mûsâ AS'ın ashabıyla giderken peşine taktı. Denizin kenarına kadar geldi. Mûsâ AS'ın ashabı bir arkaya baktılar; tozu dumana katarak Firavun hırsla hınçla geliyor, kesecek, öldürecek... Bir ön tarafa baktılar, önleri deryâ... Dediler ki:

(Kàle ashâbu mûsâ innâ lemüdrekûn) "Eyvâh! Yakalandık, yakalanacağız, mahvolduk!.." dediler. Çünkü önleri deryâ, kaçacak yer kalmadı, yol bitti; arkadan da Firavun geliyor. Tozu dumana katarak ordusuyla geliyor, kılıcıyla geliyor. Bunlar az, onlar çok... Ama Mûsâ AS ne diyor:

(Kàle kellâ) "Hayır öyle şey olur mu?.. Aslâ olmaz! (İnne maiye rabbî seyehdîn) Rabbim benimle beraber, Rabbim yanımızda, bize bir yol gösterecek!" dedi.

Allah-u Teâlâ Hazretleri: "Yâ Mûsâ, deryaya asânı vur!" diyor. Deryaya asâsını vurunca, oniki tane yol açılıyor. (Ket tavdıl azîm) Büyük bulvarlar gibi... Mûsâ AS'ın ashabı kabileler halinde, gruplar halinde geçiyorlar. Firavun ordusuyla onların peşine düşüyor. Tam ortaya gelince, onlar karşıya geçince, tuzağın ta içine girince; o adüvvallah, Allah düşmanı, mâbudluk iddiasında bulunan küstah Firavun, o katil Firavun, o mazlumları öldüren, erkekleri öldüren, kadınları ayıran o zâlim, boğulma durumuna geliyor. Kavmiyle, ordusuyla kendisi boğulma durumuna geliyor. Ne diyor:

(Hattâ izâ edrekehül garaku) Boğulma zamanı gelince, Firavun'a bakın ki, (Ene rabbükümül a'lâ) "Ben sizin rabbinizim, en yüce rabbiniz benim!" diyordu. Başka putları da tanıyor da, bir de a'lâ diyor. Öyle aptal adamlar ki, timsahtan tanrıları var... Öyle aptal adamlar ki, şahinden tanrıları var... Öyle aptal adamlar ki, öküzden tanrıları var... Güneş'e, Ay'a, öküze, şahine, timsaha tapmışlar. Bir ibret yâni, Mısır'a gidip görmek lâzım!..

Tabii, bir sürü putları olduğu için, bir de diyor ki: "Benden gayri size bir tanrı tanımıyorum, en büyük tanrınız benim!" diyordu. Tanrılık iddiasıyla ortaya çıkmıştı. Ama ne diyor, tam boğulma zamanı gelince: (Kàle lâ ilâhe illellezî âmenet bihî benû isrâil, ve ene minel müslimîn) "Benî İsrâil'in inandığı Allah-u Teâlâ Hazretleri'nden gayrı ilâh olmadığına ben de inandım. Lâ ilâhe illallah, ben de müslümanlardanım." diyor. Ama öbür ayet-i kerimede ne buyruluyor:

(Âl âne) "Şimdi mi aklın başına geldi?.. Tam ölüm vakti, tam boğuluyorsun, gözünden perdeler kalktı, hayatın bütün şeyleri geride kaldı, ümidin kalmadı; şimdi mi aklın başına geldi?" deniliyor.

Onun için temenni ederiz ki, dua ederiz niyaz ederiz ki, uyanma zamanında olsun... İnsan vaktinde uyansın, amel-i salih işlesin, Allah-u Teâlâ Hazretleri'ne lâyık işler yapsın da, huzuruna iman-ı kâmil ile varsın, yüzü ak olsun, Allah'ın rahmetine ersin.

Onun için, takvâyı şiar edinmesi lâzım!.. Ramazanda bir takvâ eğitimi görüyoruz. İşte İslâm'ın bütün emirleri, aslında insanlar için bir devâdır dedik. Ordan söz Firavun'a kadar uzadı.

Şimdi Kur'an-ı Kerim'in, İslâm'ın emirleri incelenirse hepsinin insana, insanın nesline, insanın malına, insanın ruhuna, insanın dinine fayda vermek için, onları korumak için Allah tarafından emredildiğini; yâni insanın dünya ve ahiret saadetine yarayacak emirler olduğunu herkes görüyor, aşina oluyor ve iman getiriyor.

İşte ramazan orucu da öyle bir ibadettir ki, ramazan ayı da öyle mübarek bir aydır ki, takvâyı öğrenme ayıdır. Takvânın eksersizinin yapıldığı bir aylık kurstur. Bir ay sabahtan akşama nefsimize muhalefet ediyoruz. Hocaefendinin buyurduğu gibi, büyük cihadı nefse muhalefet ederek, sabahtan akşama oruç tutarak bir ta'lim yapıyoruz. Akşam da sabaha kadar teravih namazı kılacağız, Kur'an okuyacağız, mukabeleye gideceğiz, teheccüd namazı kılacağız diye, geceleri kıyam, gündüzleri sıyam ile bir güzel çalışma içinde neyi öğrenmeye yönelik oluyor bu ibadetler, bu emirler?.. İnsanın takvâyı öğrenmesine yönelik oluyor.

Takvâ nedir?.. Takvâ, insanın kendisini koruması, sakınması demek... Neden koruyor?.. Allah'ın azabından, cehennemeden koruyor.

(Fettekun nârelletî üiddet lil kâfirîn) "Kâfirlere hazırlanmış olan cehennemeden kendinizi koruyun, vikàye edin, korunun!" diye emredilmiş ayet-i kerimelerde... İşte o takvâ nedir?.. Cehennemden sakınmaktır. Cehennemden sakınmak nasıl oluyor?.. Günahları işlememek sûretiyle oluyor. Günahları işlememek için ne lâzım?.. İrade lâzım, irade kuvveti lâzım!.. Nefse hakim olmak lâzım, nefsin arzularını bastırabilmek lâzım!.. İşte bir ay, biz nefsin en kuvvetli arzularını bastırabilmeyi tâlim ediyoruz.

Nefsin en kuvvetli arzuları nedir?.. Yemektir, yedirmiyoruz... İçmektir, içirmiyoruz... Evlenmektir, evlendirmiyoruz... Nefsin arzularını yerine getirmemeyi, nefsin arzularına rağmen onları dinlemeyip sabretmeyi, kendimizi tutmayı öğreniyoruz. Binâen aleyh, kuvvetli bir talim oluyor.

En hayırlı azık işte böylece, dinimizin emirlerini tuttuğu zaman, kendiliğinden insanın cebine giriyor. Torbasına, heybesine giriyor. Namazlar kılıyoruz, sevap kazanıyoruz. Oruçlar tutuyoruz, sevap kazanıyoruz. Sonra, ramazanda yapılan bütün ibadetlerin mükâfatı var... Başka zamanda yapılmış olduğundan yetmiş kat daha fazla sevap veriyor Allah ramazanda...

Ramazanda insan bir sadaka verdiği zaman, ramazanın dışında verdiğinden yetmiş kat daha fazla oluyor. Zekâtını öne alıp ramazanda verirse, yetmiş kat daha fazla oluyor. Ramazanda nafile namaz kılarsa, başka zamandan yetmiş kat fazla oluyor. Tesbih çekerse, hatim indirirse, iftar verirse, ziyafet çekerse; ne yapsa yetmiş kat fazla oluyor. Çok güzel bir ay... "Keşke bütün sene ramazan olsa, bu hayır ve bu ikramiye devam etse!" diye insan temennî eder.

(Ve ceddidül merâkibe feinnel bahra amîkun) "Gemilerinizi sağlamlaştırın, yenileyin; çünkü derya derindir, dalgaları müthiştir. Öyle çürük gemi dalgalar vurduğu zaman parçalanabilir. Onun için, geminizi yenileyin!" diyor. Yâni, bu hayatın cilveleri var... İnsanın hayatta başına gelen olaylar var, kendisini sarsan olaylar var; tokat vurur gibi, gemiye dalgaların çarpması gibi... Bunların karşısında insanın kuvvetli olması lâzım!.. Mâneviyatının kuvvetlenmiş olması lâzım!.. İşte bu da yine bu ibadetlerle kuvvetlenmiş oluyor.

(Ve ahlis ameleke feinnen nakıde basîrun) Tamam, ibadet edeceğiz ama, ibadetin de şartı vardır. İbadetin birinci şartı nedir?.. İbadetin ihlâs ile yapılmasıdır. Çok iyi niyetle, Allah rızâsı için yapılmasıdır. "İlâhî ente maksdî ve rıdàke matlûbî" diyerek yapılmasıdır. Allah'ın rızâsından başka bir art niyet, menfaat duygusu, şöhret vs. bir şey düşünmemektir.

Ankara'da mahallemizde bir cami yapacağız, para bulamıyoruz. Bahçesi geniş bir ev alacağız, yer pahalı... Mahalleye mescid yapmamışlar. Kocaman bir mahalle kurmuşlar, modern evler yapmışlar, bahçeli evler yapmışlar; çarşı düşünmüşler, sığınak düşünmüşler, sinema yeri düşünmüşler, çocuk parkı düşünmüşler, her şeyi düşünmüşler; sanki burada oturan insanlara ibadet lâzım değilmiş, Allah'a yönelmek, dua etmek lâzım değilmiş gibi, ibadet yeri bırakmamışlar.

Vallàhi Amerikalılar kursaydı, kilise yeri bırakırdı. Belki kanunî mecburiyettir onu da bilmiyorum, ben Amerika'da hangi mahalle arasında dolaştıysam, her adada köşede kilisenin binasını gördüm. Avustralya'ya gittiğim zaman, baktım ki Yunanlılar çok iyi organize olmuş, bizim kardeşlerimiz perişan, camileri perişan... Camileri yok, ya da küçük, ya da perişan... Dedim:

"--Bu Yunanlılar nasıl böyle olmuş?"

"--Hocam! Yunan hükümeti yunanlıları destekledi, her oniki Yunan ailesine bir papaz gönderdi." dediler.

Yunanlı din adamının, batıl dinlerinin... Çünkü haça tapıyorlar, çünkü tahrif edilmiş, muharref bir dine inanıyorlar. Allah'ın birliğinden ayrılmışlar, Allah'ın kuluna Allah'ın oğlu diyorlar, kâfir oluyorlar.

(Lekad keferellezîne kàlû innallàhe hüvel mesîhübnü meryem) Allah'ın peygamberi İsâ AS'ı biz onlardan çok seviyoruz. Çocuğumuza İsâ adı veriyoruz, Mûsâ adı veriyoruz. Kızımıza Meryem diyoruz seve seve... Ama onlar yanlış yapıyorlar, Allah'ın oğlu diyorlar. Allah soracak:

(Yâ isebne meryeme eente kulte lin nâsittehûzînî ve ümmiye ilâheyni min dûnillâh) "Yâ İsâ gel bakalım! Sen mi söyledin bu hristiyanlara, beni ve anamı tanrı edinin diye?.. Bana, anama tapının diye sen mi söyledin bunlara?.."

Terliyor mübârek... Öyle görmüş Peygamber Efendimiz, hamamdan çıkmış gibi pembe beyaz bir ten, boncuk boncuk terli, mahcub, mübârek bir peygamber... Aleyhi ve alâ nebiyyines salâtü ves selâm... "Sen böyle söyledin mi?.."

Diyor ki:

(İn küntü kultühû fekad alimtehû) "Yâ Rabbi! Bu sorunun biliyorum neden sorulduğunu... Söylemiş olsam, sen bilirsin. Yâni, benim sana cevap vermeme hacet mi var?.. (İnneke ente allâmül guyûb) Gaybi bilirsin sen!.. (Mâ kultü lehüm illâ mâ emertenî bihî) Ben öyle yapmadım, öyle demedim yâ Rabbi!.. Sen bana ne emretmişsen, onları söyledim bu kullara... (eni'budullah) Sadece Allah'a ibadet edin diye senin emretmiş olduğun şeyleri söyledim." diyor Hazret-i İsâ...

Demek ki, Hazret-i İsâ'nın şehadetiyle hristiyanlar yanlış yolda... Hazret-i İsâ'nın istemediği yolda... Hazret-i İsâ'nın söylemediği şeylere inanıyorlar, bu kesin...

Yanlış yolda olan bir dinin mensublarına hükümetleri itibar ediyor da, Avustralya'ya gönderdiği her oniki aileye bir papaz gönderiyor da, Kıbrıs'taki Rumların başına bir papazı devlet başkanı olarak geçiriyor da, bir hak dinin mensubları, Allah'ın sevdiği râzı olduğu İslâm dinine bağlı olan insanlar;

(İnned dîne indallàhil islâm) "Allah indinde makbul olan din İslâmdır."

(Ve radîtü lekümül islâme dînâ) Bütün cihan halkı bilsin, Allah'ın râzı olduğu, Allah'ın indinde geçerli olan din İslâm'dır. Ey bütün benî Adem, ey benim sesimin yayıldığı fezâdan bu sesleri duyan insanlar, bilin ki Allah'ın râzı olduğu, sevdiği, Allah'ın indinde geçerli olan din İslâm'dır. Hristiyanlık değildir, haça tapmak değildir, puta tapmak değildir, Japonların Güneş'e tapması değildir, Hintlilerin öküze tapması değildir, maddeye tapmak değildir, paraya tapmak değildir, hevâsına tapmak değildir; Allah indinde geçerli olan din İslâm'dır!..

Allah ancak kullarının İslâm dinine girmesinden râzı olacak! İslâm dinine girmeyenler helâk olacak! Ey insanlar duyun!.. Ey hristiyanlar, ey Avrupalılar, ey ileriyiz diye öğünen Amerikalılar, ey Japonlar, ey Hintliler, ey Afrikalılar; duyun ki işin aslı budur. Sizin dininiz yanlıştır. Doğru yola gelin, iş işten geçmeden Allah'ın râzı olduğu dine girin!..

Bizim dinimiz hak iken, bize bu hürmet gösterilmemiş, bizim din adamlarına bu hürmet gösterilmemiş. Din adamlarının ne kadar hürmete lâyık olduğuna Maraş şahittir, Sütçü İmam'ımız şahittir. Ama, din adamları politikanın emrinde olmaz! Din adamlarının emrinde olur politika... İnsanlar din adamlarının emrinde olur. Çünkü, insanlara Allah'ın emrini din adamları gösterir. Doğru olan budur. Neyse, herkes yaptığının cezasını çekecek, ettiğini bulacak. Allah-u Teâlâ Hazretleri yanlış iş yaptırmasın... Yanlış iş yapanlara da doğru yolu göstersin...

Evet, bu derya dalgalı bir deryadır, burda sağlam olması lâzım insanın... İbadetini güzel yapması lâzım amma, yaptığı işleri de ihlâsla yapması lâzım!.. İhlâsla yapmazsa kıymeti yoktur.

(İnnallàhe lâ yakbelu minel ameli illâ mâ kâne lehû halisà) "Kendisi için hâlis muhlis yapılmadan, ihlâsla yapılmadan, Allah bir ameli kabul etmez."

"--Efendim, hem Allah rızâsı için yapıyorum, hem de şu menfaati birazcık, kıyıdan köşeden, düşünüyorum!" derse de olmaz.

Çünkü, ortaklığı da kabul etmez Allah... "Ben ortakların en hayırlısıyım. Bana birisini ortak mı koştunuz, hepsini ona veririm. Yâni, ben kabul etmem!" buyurmuş. Sırf Allah için olacak!.. Din sırf Allah için olacak, ibadet sırf Allah için olacak, konuşma sırf Allah için olacak... Her şey; almak vermek, sadaka, hayır, hasenât, binâ vs. hepsi Allah için olacak...

Ankarada mahallemizde çocuk bahçesi dahil, salıncak dahil, sinema dahil her şeyi yapmışlar, ibadet yeri yapmamışlar. Biz bir cami yapmak için bir ev alacağız, yıkacağız, cami yapacağız; para yok... Bizim oralı olan çok kıymetli bir hoca kardeşimiz var... O da beraberce, zengin bir köylü teyze duyduk. "Falanca köyden ekspres yol geçmiş, karayolu geçmiş, tarlalar para etmiş. Köylülerin cebine para girmiş, parası varmış hacı teyzenin..." diye duyduk. "Gidelim, ondan cami parası isteyelim!" dendi. İdare heyeti olarak, ben de varım. Evine gittik kadıncağızın... Allah selâmet versin, ölmüşse rahmet eylesin...

Hoca kardeşimiz dedi ki:

"--Hacı teyze! Mahallemize cami yapacağız. paramız yetmiyor, para lâzım!.. Ev alacağız da, şöyle olacak da, böyle olacak da... Sen parayı ver, camiye senin adını verelim, adını yazalım!" dedi.

Kadıncağız şöyle baktı. Boynunu böyle edebli bir şekilde büktü:

"--Evlâdım, şan ve şöhret istemem! Parayı vereceğim. Ne ismimi yazın, ne ismimi anın; Allah bilsin, Allah sevsin, kâfi..." dedi.

Utandım. İhlâsa bak!.. İnsan yaptığı ibadeti Allah için yapmalı, başka bir şey için yapmamalı!..

Evet, (Feinnen nâkıde basîrun) Allah her yaptığımızı görüyor, ne niyetle yaptığımızı da biliyor. İhlâsla yapılmazsa, onun da cezâsı olduğu muhakkak... İhlâsın zıddı riyâdır. Riyâ ile yapılan ameli Allah kabul etmiyor.

(Veb'ud minen nâr, bibuğdıl füccâr) "Cehennemden uzaklaş, füccârı, fâcirleri sevmeyerek!.." İnsan fısk u fücûru sevmeyecek, fısk u fücûr ehlini de sevmeyecek. Kişi sevdiği ile beraber haşrolacak da, onun için kimi seveceğine insanın çok dikkat etmesi lâzım!.. Sevgi büyük tehlikedir. Yanlış insanı severse, yanlış yere sevgisini bağlarsa, sevdiği ile beraber güme gider, mahvolur.

--Efendim, ben filânca artisti çok seviyorum!.. Grata Karlo'nun saçları, Gray Keyvır'ın bıyıkları, filâncanın giyinişi, Ceymıs Bond'un bilmem nesi...

--Olmaz!..

--Kimi sevecek?..

--Sevgisi fayda verecek kimseleri sevecek, cennetlik kimseleri sevecek! Çünkü, kişi sevdiği ile beraber haşrolacak, kişi sevdiğinin yanına varacak, kişi sevdiği ile sonunda buluşacak. İyilerle sevişen, iyilere muhabbet eden, dost olan, sevgi besleyen iyilerin yanına ilhak olunacak; kötüleri seven iyilerin arasında yaşıyor bile olsa, kötülerin arasına sevkolunacak.

Onun için dinimizin en önemli işlerinden birisi, bir müslümanın dikkat etmesi gereken en önemli işlerden birisi, sevgili kardeşlerim dikkat edin: Allah için sevmektir, Allah için buğzetmektir. Allah için Allah'ın dostlarını, Allah'ın iyi kullarını, iyilik yapan insanları sevmek lâzım; Allah için, kötülük yapan kötü kullara da kaş çatmak lâzım!..

"Bir fâsık, fâcir kimseye (Yâ seyyidî!) 'Ey efendim!' dese bir insan, Arş-ı A'lâ titrer." diyor Peygamber Efendimiz... Alışmışız ya biz, telefon çalıyor, açıyoruz, "Buyurun efendim!" diyoruz. Dur bakalım, efendi mi karşındaki, mü'min mi, kâfir mi, ne?.. Efendim diyoruz Haa, "Bir fasık fâcir kimseye insan, 'Ey efendim!' dese, Arş-ı A'lâ titrer." diyor. Arş-ı A'lâ neden titrer?.. "Eyvah! Ne kadar fenâ bir şey yaptı bu adam!.. Şimdi Allah bir gazaba gelecek, çok fenâ olacak." diye titrer. Öyle fâsıka, efendim filân denmez.

Fısk u fücûr ehline nasihat etmek lâzım, kaş çatmak lâzım!.. "Bu yaptığın doğru değil!" demek lâzım!.. Gülmemek lâzım, alkışlamamak lâzım!.. Tebessüm bile günahtır. Sevmeyecek, tebessüm bile etmeyecek, yüz vermeyecek. Kaşını çatacak Allah rızası için... Neden?.. Günaha şımarmasın, günahı yapmaya teşvik almasın, "Falanca güldü bana, hoş gördü beni..." demesin... Allah rızâsı için, kötülük yayılmasın diye...

İslâm'da hubb-i fillâh var, Allah için sevmek var; buğz-i fillâh var, Allah için sevmemek var... Babası da olsa, evlâdı da olsa, dostu da olsa, arkadaşı da olsa, kötü bir şey yaptığı zaman, "Aaa, bu olmadı! Bu yaptığın doğru değil..." demek lâzım!..

Fıkralar anlatıyorlar: "Efendim, hoca şöyle yapmış da, böyle yapmış da... Şöyle demiş böyle demiş..." Hoca fıkra konusu olmaz; bir kere onu bırak!.. Sen din düşmanı mısın? Sen dini kötülemek mi istiyorsun?.. Hocayı niye fıkra konusu yapıyorsun, gülünecek bir mevkie düşürüyorsun?.. "Bilmem şu hoca şöyle demiş, falanca hoca böyle demiş... Sofraya oturduğu zaman şöyle yemiş... Efendim, ölü gözünden yaş, imam evinden aş çıkmazmış..." Çıkmaz olur mu yâ?..

Allah rahmet eylesin, bizim Ankara'da Hacı Bayram-ı Velî Camii'nin imamı vardı, Zekâî Hoca... Sabah namazını kıldık. Kalabalık, Hacı Bayram Camii bu... Hacı Bayram-ı Velî KS'in ruhaniyetiyle güzel bir cami... Cemaate döndü: "Ey cemaat, haydin hepinizi lokantaya davet ediyorum, buyurun yemek yiyelim!" dedi. Arkasından da ekledi: "Hadi bakalım, ölü gözünden yaş çıkar mıymış, çıkmaz mıymış; imam evinden aş çıkar mıymış, çıkmaz mıymış görün!" dedi.

Kim bulaştırdı hocaların alnına bu kara lekeyi?.. Bu kadar cömertlik yapar, bu kadar gayret eder, bu kadar din için fedâkarlık yapar, meşakkat çeker... Sen ticaret yaparsın, para kazanırsın; o burda talebeye Kur'an-ı Kerim okutacağım diye uğraşır. Nerden çıkartıyorsun, alay mevzuu yapıyorsun hocayı?.. Niye küçük düşürüyorsun?..

Şimdi yolda, bir yerde görüyor birisi, sakallı... Sakalı neden bırakıyoruz?.. Efendimiz'in yolunca gidelim diye, sakalı kazımak haram diye... Haramdan korunmağa çalışıyoruz. Bana şöyle bir bakıyor. Ayağımda da mest var, lastik var...

"--Hafız, gel buraya!.. Otur!.. Söyle bakalım nerde vazife görüyorsun; müezzin misin, imam mısın?.."

"--Emekliyim."

"--Nerden emeklisin?"

"--Üniversiteden..."

"--Müstahdem miydin, neydin?.. Kahveci miydin, çaycı mıydın?.."

"--Profesördüm efendim..."

"--Haa, hocam özür dilerim."

"--Yâhu sen Allah'tan özür dile! Niye hor görüyorsun hafızı, müezzini, imamı?.. Bir insan hafız olmuşsa, kolay mı hafız olunuyor yâni..."

Onun için, aziz ve muhterem kardeşlerim, mü'minleri seveceğiz, fasıklara da buğzedeceğiz, kaş çatacağız, "Yapma böyle!" diyeceğiz. "Böyle şaka olmaz, böyle fıkra olmaz; böyle yapma!" diyeceğiz. "Sen din düşmanı mısın?.. Din düşmanlarının, din adamlarını küçük düşürücü fıkralarını ramazanda, iftar sofralarında niçin anlatıyorsun? Öyle fıkra anlatılır mı, hiç bulamadın mı başka bir şey?.. Anlatsana sütçü İmam'ın kahramanlığını erkeksen!.. Hadi bakalım, millet gerçekleri bilsin!"

Onun için, (Vedhulil cennete bihubbil ebrâr) "İyileri sevmekle cennete girin!" diyor. Allah diyor, Peygamber SAS Efendimiz naklediyor. Ebrârı, Allah'ın iyi kullarını, takvâ ehli kullarını seveceksiniz. Salih kullarını seveceksiniz, evliyâ kullarını seveceksiniz, mübarek kullarını seveceksiniz.

Paraya tenezzül etmemişler, mevkie, makama tenezzül eütmemişler. Allah'ın rızâsını düşünmüşler, ev bark edinmemişler, mal mülk edinmemişler, bir gömlekle yetinmişler.

Evliyâullahtan bir zat hacca gidiyor. Bir kasabaya gelmiş. Oturmuş mescide... Namaz kılmış, kimse hoş geldin demiyor. Oturmuş, mescid Allah'ın evi... Öteki namaz olmuş, kılmış... Öteki namaz olmuş, kılmış... Öteki namaz olmuş, kılmış... Dışarı da çıkmıyor. Aç olunca, insanın dışarı çıkmağa da ihtiyacı olmaz.

Bazı evliyâullahı da biliyorum, okudum kitaplardan... Mekke'de haftada bir abdest alırmış. Bu ne demek muhterem kardeşlerim, kendimizi de bir ölçelim! Hatada bir abdest alırmış, hem de Harem-i Şerif hudutlarında abdest bozmazmış, Harem'e hürmetinden... 25 km uzağa gidecek, araba yok o zaman... Dolmuşa mı binecek, iki riyal verip de Harem hududuna gitsin diye?.. Yürüyecek Harem-i Şerif'in hududuna gidecek, abdest bozacak, abdest alacak. Tamam, aldı. Uyku uyumuyor demek ki adam... Bir hafta uyku uyumuyor, yemek yemiyor, dışarı çıkmıyor; sevgisine saygısına bak!..

O adam da oturmuş, kalkmış mescidde... Üç dört gün geçtikten sonra cemaat uyanmış, farkına varmış. Demişler ki: "Yâhu, bu adam kim? Dışarı çıkmıyor, yemek yemiyor. En erken gelenimiz camide bunu görüyor. En geç çıkanımız camide bunu görüyor. Zâten kaşık kadar küçük bir kasaba... Bir yerden bir şey alsa, herkes duyar görür." Nihayet uyanmuşlar da gitmişler, demişler ki:

"--Yâ mübarek, sen kimsin? İn misin, cin misin?.. Ne yersin, ne içersin?.."

Demiş:

"--Ben filânca yerden aciz nâçiz kardeşiniz..."

"--Yâhu, bizim eve buyur!" demişler.

Günaydın, hayırlı sabahlar, mâşâallah!.. Çağırmışlar evlerine...

...........

Yine böyle salihlerden bir zât Medine-i Münevvere'ye, Peygamber SAS Efendimiz'in mescidine gelmiş. Aç, kesede para yok... Kafada ilim var, kesede para yok... Durmuş, durmuş, durmuş... Sıcak, açlık canına tak etmiş. Gözünü kapatmış, demiş ki: "Yâ Rasûlallah! Ben seni ziyarete geldim, açım..." demiş. "Senin misafirinim ben, sana geldim yâ Rasûlallah!" demiş. Bayılmış, halsizlikten yığılmış kalmış. Bizim gibi iftar sofrası elli tane nimetle dolu değil ki!..

Biraz sonra birisi gelmiş, omuzuna şöyle vurmuş: "Kalk mübarek!" demiş. Bakmış, seyyid... Kıyafetinden anlaşılıyor, Peygamber Efendimiz'in soyundan, seyyid... Sarığından, kıyafetinden belli... Bir tepsiyle gelmiş yanına... "Kalk mübarek! Dedemiz Rasûlüllah'a bizi şikâyet eden sen misin?.. Buyur!" demiş. Meğer rüyâsına girmiş Rasûlüllah Efendimiz; "Benim camimde benim dostum, benim misafirim bir kimse var; kaç gündür aç, niye onu ağırlamadınız?" diye söylemiş de, "Dedemizin söylediği, kendisi için bizi azarladığı şahıs sen misin? Buyur yemeğe!" diye söylemiş. Mânevî haberleşmeye bak!.. Rasûlüllah Efendimiz nasıl haberdar ediyor.

Bu alimler bilmez miydi para kazanmasını, aklı yok muydu?.. Aklını para kazanmaya sarfetse, dünyanın en zengini olurdu ama, dünyanın en zengini Kàrun olmuş da ne olmuş?.. Dünyanın en zengini Firavun olmuş da ne olmuş?.. Altından mezarlara koymuşlar, kilolarca altın çıkartıyorlar kazılarda Firavun'un mezarından; ne olacak, Allah sevgisini kazanmadıktan sonra?.. Onun için iyileri sevmek lâzım!.. Allah'ın iyi kullarını, ebrârı arayıp bulmak, sevmek lâzım!..

Muhterem kardeşlerim!.. Ebrârın, evliyâullahın hayatını okuyun lütfen!.. Tabakàtüs S™fiyye'yi biz onun için okuyoruz İstanbul'da... Okuyun biraz Tezkiretül Evliyâ'yı, Tabakàtüs S™fiyye'yi, Hilyetül Evliyâ'yı, Menâkıb-ı Asfiyâ'yı, Peygamberler tarihini, sahabe-i kirâmın hayatını anlatan eserleri... Biz de mecmuamızın abonelere hediyesi olarak Sahabe Hayatından Tablolar diye üç cilt neşrettik, hediye verdik ki, okusunlar. Şu büyüklerin hayatını bir okuyun da, gerçek müslümanlık neymiş, bizim müslümanlığımız neymiş, bir anlaşılsın!..

Fuzûlî diyor ki:

Pehlevanlar, bad pağlar seyr idende her yana,
Tıfl hem cevlân ider ammâ ağaçdan atı var!

"Pehlivanlar, süvariler, kahramanlar zırhlarını, kılıçlarını kuşanıp da ata binip de, deh deyip de, sağa sağa rüzgâr gibi at sürüp de koşuştukları zaman; çocuk da coşar, o da biner, o da deh deh der ama, ağaçtan atı var... Çomağın üstüne biner, eline de küçük bir çomak alır, deh diye o da çomağı sürer."

Bizim işimiz çocuksu, bizim müslümanlığımız çocuksu müslümanlık... Gerçek müslümanlığı peygamberlerin (Aleyhimüs salâvâtü vet teslîmât) hayatlarını okuyun anlayın!.. Görün bakalım, neler çekmişler... Peygamber Efendimiz'in hayatını, siret-i nebeviyeyi bir okuyun, anlayın bakalım neler çekmiş Peygamber-i Zîşân'ımız... Allah'ın en sevgili kulu, server-i enbiya, Muhammed-i Mustafâ (Aleyhi efdalüs salevâti vet teslîmât) Hazretleri'nin hayatını bir görün bakalım!..

Nasıl yemekler yemiş, mutfağında kaç türlü yiyecekler varmış?.. Mutfağının, kilerinin, deposunun ebadı ne kadarmış?.. Kaç tane buzdolabı varmış, kaç tane yatağı varmış?.. Köşkü, sarayı kaç odalıymış, dubleks miymiş, tripleks miymiş?.. Neyse bir anlayın bakalım!..

Hatem-i Esâm KS, Medine-i Münevvere'ye gelmiş. Şöyle etrafa bir bakmış. Arif insan... Yanaşmış esnafa, "Esselâmü aleyküm!" demiş. "Yâhu, bana Rasûlüllah'ın sarayını göstersenize!" demiş.

"--Yabancı, sen çok cahilsin gàlibâ!" demişler.

Hâtem-i Esam büyük şeyh, büyük evliyâullahtan... Tanımıyorlar tabii...

"--Rasûlüllah'ın hiç sarayı olur mu?.. Onun evini bilseydin sen, ağlardın!.." demişler.

Küçücük hücre... Ezvâc-ı tâhirâtınn odaları bir arşın eninde, üç arşın boyunda muhterem kardeşlerim!.. Dar bir somya ebadında odaları... Oda güya, somya büyüklüğünde...

"--Rasûlüllah'ın sarayı mı olur?.. Rasûlüllah'ın hayatı çok mütevâzi idi. Toprak üstünde yatardı, hasır üstünde yatardı." demişler.

Ellerine hasırlar iz etmiş de, Hazret-i Ömer görünce ağlamış ya... "Kisralar, kayserler nasıl yaşıyor; sen Allah'ın has peygamberisin, en yüksek kulusun, sen nasıl yaşıyorsun?" diye ağlamış. Peygamber Efendimiz diyor ki: "Üzülme yâ Ömer! Onların mükâfatları bu dünyada veriliyor. Allah bizim mükâfatlarımızı ahirette verecek. (Mâ lî ve lid dünyâ) Benim dünya ile ne işim var?" diyor Peygamber Efendimiz...

Hâtem-i Esam sormuş:

"--Peki bu saraylar kimin?.."

"--İşte falancanın, filâncanın..."

"--Vayy, demek ki Rasûlüllah'ın şehrini Firavunlar doldurmuş." demiş.

Bir sürü saraylar, saraylar... Hani nerde tevâzu, hani nerde mahviyet?.. Hani nerde gelen maddiyatı gecelendirmeden fukaraya dağıtmak, yarın için endişe etmemek?.. Hani nerde Allah rızâsı için vermek, yokluktan korkamayanın verişiyle vermek, derya gibi cömertlik nerde?..

Onun için, aziz ve muhterem kardeşlerim, İslâm'ı doğru öğrenemezsiniz, ebrârın hayatını iyice öğrenmedikçe... Yanlış anlarsınız, yanlış değerlendirirsiniz. Zamana bakmayın, zamânenize bakmayın, salih insanlara bakın!.. Onların hayatından anlarsınız, onları sevin; çünkü, kişi sevdiği ile beraber haşrolunacak.

(Yuhşerul mer'u mea men ehabbe) Allah-u Teâlâ Hazretleri kişiyi sevdiğine cennette kavuşturacak.

Sevban RA'den bir müjdeyi size nakledeyim: Sevban RA, Peygamber Efendimiz'in hizmetçisi... Şöyle yüzüne sevgi ile bakıyor... Güneş gibi pırıl pırıl nûrânî yüzü hayran hayran seyrediyor. Peygamber Efendimiz'in gözüne ilişmiş onun öyle hayran bakışı:

"--Yâ Sevban ne oluyor, hayrola?.. Gözünü dikmişsin, öyle bakıyorsun."

Demiş ki:

(Etemetteu bin nazari ileyke yâ rasûlallah!) "Senin yüzüne bakarak nimetleniyorum yâ Rasûlallah!.. Senin yüzüne bakmak, senin cemâlini seyretmek nimet benim için... Nimetleniyorum da, sevinçliyim de, memnunum da, mesrûrum da yâ Rasûlallah, ahireti düşününce üzülüyorum. Çünkü sen ahirette Firdevs-i A'lâ'ya gireceksin, Makam-ı Mahmud'a ereceksin, cennette en yüksek derecelere ulaşacaksın! Ben ne yapacağım?.. Cennete girecek miyim, girmeyecek miyim, bilmem... Amma, cennete girsem bile, nerde senin makamın, nerde benim derecem?.. Seni acaba orda görebilecek miyim?.."

"Milyonlarca müslüman olacak, milyarlarca insan olacak, hepzsi Rasûlüllah'ın aşkıyla, "Köşkümüz Rasûlüllah'ın köşküne komşu olsun!" diye dua edip duruyor. Nerde, biz yanına yanaşabilir miyiz o devletlinin?.." diye endişe ediyor.

Peygamber Efendimiz:

"--Üzülme! Kişi sevdiği ile beraber olacak!.." buyurmuş. Allah kàdir, seveni sevdiğinden ayırmayacak; çünkü, cennette mahzunluk yok...

Allah-u Teâlâ Hazretleri bizi cennette Rasûlüllah Efendimiz'den ayırmasın... Cehennemine sokmadan bigayri hisâb cennetine dahil eylesin... Rasûlüllah Efendimiz'e komşu eylesin...

İyileri sevdi mi insan, iyilerle beraber haşrolur.

(Fe innallàhe lâ yudîu ecrel muhsinîn) Çünkü Allah, iyilerin ecrini, sevabını zâyi etmez. Muhsin kulların sevabını zâyî etmez.

Muhterem kardeşlerim! Muhsin kelimesini azıcık izah edivereyim müsaade ederseniz: Muhsin demek, bir şeyi güzel yapan demek... İhsan, yaptığı şeyi güzel yapmak demek... İbadette ihsan nedir, yâni ibadeti nasıl güzel yapabiliriz, mükemmel yapabiliriz?

(Ve mel ihsânü) "İhsan nedir yâ rasûlallah?" diye sormuş Cebrâil AS...

(El'ihsânü en ta'büdallàhe keenneke terâhu, fein lem tekün terâhu feinnehû yerâke) "İhsan, ibadeti güzel yapmak, Allah'ı görüyormuş gibi ona ibadet etmektir. Her ne kadar sen onu görmüyorsan da, o seni görüyor, onun nazarı sende..." buyurmuş Rasûlüllah SAS Efendimiz...

Sen Allahu ekber deyince, onun huzurundasın. O sana şahdamarından daha yakın...

(Ve hüve meaküm eyne mâ küntüm) O her yerde hàzır ve nâzır...

(Lâ tüdrikühül ebsâr ve yüve yüdrikül ebsâr) Gözler onu görmez, o gözleri de idrak eder. Gözlerin idrakini de bilir. Gözden sinirler beyine idrak götürüyor, onu da bilir Allah, her şeyi bilir.

O bakımdan ibadette ihsan budur. Görüyormuş gibi ihlâslı ibadet etmektir. Allah'ın gördüğünü bilerek, Allah bana bakıyor, görüyor diye edebli ibadet etmektir. Amma;

(İnnallàhe ketebel ihsâne alâ külli şey') "Her şeyde ihsanı, Allah mü'mine emretmiştir. Mü'min her yaptığı işi iyi yapmakla emrolunmuştur. Mestçi mestini en güzel yapacak... Fırıncı ekmeğini en güzel pişirecek... Terzi en güzelini dikecek, kumaşçı en güzelini dokuyacak... Hattat en güzelini yazacak. Herkes yaptığı işi en güzel yapacak. Kurbanı kesen bıçağını en güzel şekilde bileyecek, kurbanı en zahmetsiz kesecek. Her şeyin en güzel mü'mine vazifedir; çünkü, Allah muhsinlerin, güzel yapanların ecrini zâyî eylemez, mükâfatını verir ve mü'mine her şeyin güzeli yakışır. Güzelini yapmak yakışır, güzeline mazhar olmak yakışır.

Allah-u Teâlâ Hazretleri bütün amellerimizi, fiillerimizi, tâatlarımızı, işlerimizi güzel yapmayı nasib eylesin... Ve mükâfatların en güzellerine, nimetlerin en güzellerine ermeyi, yurtların en güzeli olan cennet yurduna girmeyi, Allah'ın en güzel kullarıyla komşu olmayı nasib eylesin...

Sübhâneke lâ ilme lenâ illâ mâ allemtenâ inneke entel alîmül hakîm... Sübhâne rabbinâ rabbil izzeti ammâ yesıfûn... Ve selâmün alel mürselîn... Vel hamdü lillâhi rabbil âlemînel fâtiha!..

12. 2. 1995 / 12 Ramazan 1415

Ulu Cami - Kahraman Maraş