VIII. DERS

15 Haziran 1976
İskenderpaşa Camii
Râmûzül Ehâdîs Dersi
Sayfa: 549/9 - 551/10

Euzübillâhi mineş şeytanir racîm.

Bismillâhir rahmanir rahîm...

Elhamdü lillâhi rabbil alemîn...Vel âkıbetü lil müttakîn...Ves salâtü, ves selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihi ve sahbihi ecmaîn...

İ'lemû eyyühel ihvân... Enne efdalel kitabi kitâbullah, ve enne efdalel hedyi hedyü muhammedin sallallahu aleyhi ve sellem... Ve şerrel umûri muhdesâtüha... Ve külle muhdesin bid'ah. Ve külle bid'atin dalâleh... Ve külle dalâletin fin nâr... Ve bissenedil muttasili ilen nebiyyi sallallahu aleyhi ve selleme ennehû kaal:

549/9 (Kân, ye'muru bilbâte ve yenhâ anit tebettüli nehyen şedîdâ.) (Revâhu ahmed ibni hanbel an enes.)

Cenâb-ı Hak, cümlemizi mağfurîn zümresine ilhak etsin de, bu sevgili Rasûlüllah SAS'in gittiği yoldan ayırmasın cümlemizi...

Birkaç zamandan beri okuduğumuz dersler, Rasûlüllah SAS'in hayatına aittir. Tabii bunlardan maksad, bizim de hayatımızı ona uydurabilmeğe, --o peygamber tabii, onun her yaptığını biz yapamayız ama-- mümkün mertebe elimizden gelen şeyleri yapabilmeğe gayret etmek, çalışmak vazifemiz...

Geçen derste geçen bir kaç şey vardı, onları tekrar edeyim:

Cenâb-ı Peygamber SAS, yatarken yanında mutlaka misvaki bulunarak yatarmış. Misvaki yanında hazır... Uyurken bir kere ağzını misvaklar, sonra yatarken misvaklar, uyandıkça misvaklar, kalkarken misvaklar... Dişlerinin temizliğine ne kadar ehemmiyet verdiğini bize duyuruyor.

Bizim bunu yapmakta meşakkatimiz yok... Ama bugün bu fırçalar var... O fırçalara biz karışmayız. Cenâb-ı Peygamber misvak kullanmış, biz de mümkün mertebe misvak kullanmağa çalışırız. Onun yaptığını yapmak vazifemizdir.

Binâen aleyh, o gece uyandığı vakitte, misvakini ağzına sürüyor, dişlerini şöyle oğalıyor. Sonra yine geçti ilerde; her selâm verdikten sonra, tekrar ağzına misvaki sürüyor. Yâni, cebinde duruyor misvaki...

Sonra, uyurken Sûre-i Secde denilen bir sûre var, onu okumadan yatmıyor; Tebâreke'yi okumadan da uyumuyor. Tebâreke'yi okuyor, Sûre-i Secde'yi okuyor... Yine, Sûre-i Benî İsrâil'i --15. cüzde, "Sübhânellezî esrâ bi abdihi" diye başlayan sûre; İsrâ Sûresi-- okuyor. Arkasından Zümer Sûresi var; o sûreyi de okuyor, öyle yatıyor.

Bu tabii, hafız olanlar için ve okumasını bilenler için olur. Fakat hafız değilse, okumasını da bilmiyorsa; onun için okunacak şeyler, bildikleridir. "Kul yâ eyyühel kâfirûn"u ve "Kul hüvallahu ehad"ı fazlaca okumak sûretiyle bunu yapmağa çalışır.

<548/7 (Kâne lâ yenzilü menzilen illâ veddeahû bi rek'ateyn.)

Sonra, bir yere gittikleri vakitte, Cenâb-ı Peygamber SAS, orda iki rekât namaz kılmadan kalkmazlardı. Mutlaka iki rekât namaz kılarlar, öyle ayrılırlardı. Bizim için de, gittiğimiz yerlerde iki rekât namaz kılmak zor bir şey değildir. Zâten abdestsiz gezmemek müslümanın vazifesi... Dâimâ abdestli olacak. Gittiği evlerde hem bereket olur, hem de Rasûlüllah'ın yolundan bir sünneti işlemiş olur. (lâ yenzilü menzilen illâ veddeahû bi rek'ateyn.) İki rekât namaz kılıp öyle ayrılıyorlar, ayrılırken...

548/8 (Kâne lâ yenfuhu fî taâmin velâ şerâbin velâ yeteneffesü fil inâ'.) Su kaplarına ve yemek kaplarına kat'iyyen sıcak oturup da üflemezlermiş. O da tıbbî bir vazifedir.

548/9 (Kâne lâ yüvâicehû ehaden fî vechihî bişey'in yekrehüh.) İnsanın bazan kızgın vakitleri olur, meşgul vakitleri olur. O zaman karşısındakinin yüzüne bakmazlarmış. Ki, "Benim yüzümden, onun içine bir soğukluk gelir." diyerek, o yanlış harekete meydan vermemek için, onun yüzüne bakmazlarmış.

548/11 (Kâne ye'tî duafâel müslimîn, ve yezûrühüm) Müslümanların zaiflerini gider ziyaret ederlermiş. Zenginleri değil, müslümanların zaiflerini "Nasılsın evlâdım?" diye ziyaret ediyor. (ve yeşhedü cenâizehüm) Onların cenâzelerinde de bulunuyor.

Bazan fakirlerin cenâzelerine ben rastlamışımdır ki, dört tane hamal bulmuşlardır da öyle götürmüşlerdir. Kimse gitmez onun cenâzesine, fakirdir diyerekten... Adam mecbur olur, hamal tutar, kaldırır cenâzesini... Şimdi bereket, belediyeler kaldırıyor da, ortada kalmıyor.

Bugünkü dersimizde:

549/9 (Kân, ye'muru bilbâte ve yenhâ anit tebetüli nehyen şedîdâ.) Cenâb-ı Peygamber, herkese evlenmekle emrediyor. "Evleniniz, bekâr kalmayınız!" buyuruyorlar ve bekârlıktan (nehyen şedîden) şiddetle nehyediyorlar.

Doluya koysan almaz, boşa koysan dolmaz. Rezzâk Allahtır. Evlenince çocukların rızkını verecek odur. Evin yoksa, evin masraflarını verecek olan odur. Aç kalmazsın!..

Evlenmekte fayda vardır, zarar yoktur. Bekârlıkta zarar vardır, fayda yoktur. Sene bekâr kalmakla ne fayda göreceksin?.. İşte beslemekten korkacaksın. Halbuki bekârken kendin de aç kalacaksın. Evlenince, o gelecek kadının ve çocuklarının rızkı da, senin eline geçecek...

Bekârlık kısmında bir şey daha var... Cenâb-ı Hak bize --erkek kısmına da, kadın kısmına da-- bir kuvve-i şeheviyye vermiştir. Çocuk daha doğarken, anasından meme ister. O, Allah'ın verdiği şehvetledir. O şehveti vermeseydi, o çocuk o memeyi arayıp bulamazdı. Fakat o şehvet dolayısıyla, daha gelir gelmez, memeyi almak için bar bar bağırır, bir şeyler yapar; karnını doyurmanın yollarına bakar.

Bu şehveti nasıl gidereceksin?.. Söküp atamazsın. Hayvanlar gibi kendimizi buramayız; insanız. Bekâr olduktan sonra, bunun günahından kurtulmanın çaresi yoktur. Onun için demişler ki, "Bekâr olan ne kadar sofu olsa, ne kadar derviş olsa, ne kadar bilmem ne olursa olsun; yine o, şerlidir şerli!..

Allah-u Teâlâ'nın verdiği kudreti, yerinde kullanmak lâzım. Meselâ, tohum var elinizde... Ekeceksiniz, ekmiyorsunuz. Sen de aç kalıyorsun, başkalarının da aç kalmasına sebep oluyorsun. Çünkü, o tohumdan mahsûl olacak... Bir on verecek Allah; yahut yirmi verecek... Bir çok insanlar da istifade edecek... E, sen neslin tohumunu saklıyorsun!.. Elindeki tohumu tarlaya ekmeyip de bırakan adam, saklayan adam nasıl mes'ulse; o da ondan daha fazla mes'uldür.

Onun için Allah-u Teâlâ'ya güvenmeli... Allah-u Teâlâ rezzaktır. Hepsini de yapar, neticesini de iyi eder.

549/10 (Kâne ye'müru nisâihî, izâ erâdet ihdâhünne en tenâm, en tahmede selâsen ve selâsîn, ve tüsebbiha selâsen ve selâsîn, ve tükebbire selâsen ve selâsîn.) Şimdi hanımlarımıza diyor ki, --tabii bize de-- "Yatağa yattığınız vakitte..." Hiç olmazsa en kısa olarak...

Bakın, o kendisi Sûre-i Fecr'i okudu, Sûre-i Benî İsrâil'i okudu, Sûre-i Zümer'i okudu, Tebâreke'yi okudu. Bir rivâyette "İzâ vakaatül vâkıa" da var... Onu başka yerde söyledi ama, burda söylemedi. Bu sûreleri okur, bir çok da namazlar kılardı. Tabi herkes bunu yapamaz. Yapamayınca, kolay tarafını nasıl gösteriyor:

(izâ erâdet ihdâhünne en tenâm) "Uyumak murad ettiğiniz vakitte, --bâhusus hanımlar için; ki, onların cahilleri daha çoktur-- (en tahmede selâsen ve selâsîn, ve tüsebbiha selâsen ve selâsîn, ve tükebbire selâsen ve selâsîn) 33 defa 'elhamdü lillah', 33 defa 'sübhânallah', 33 defa da 'allahu ekber' deyiniz."

Emr-i Rasûlüllah... Zor bir şey değil... Nasıl olsa namazların ardından yapıyoruz. Yatarken de böyle yaptık mıydı, Efendimizin yoluna nâil olmuş oluruz.

Sonra hediye ile emrediyor:

549/11 (Kâne ye'müru bil hediyye, sıleten beynen nâs.) Birbirlerine dâimâ hediyeler vermek sûretiyle, aradaki mesâfeyi azaltmak; tanışıklığı, bilişikliği, sevişmeyi artırmak lâzım... Bu da ancak hediyelerle olur. "Hediye verin ki, o hediyeler birbirinizle sevişmenize vesîle olur." diye de buyrulmuş.

İnsan yaradılırken cibiliyeti öyle yaradılmış ki, kendisine ihsan edenleri sever; kendisine fenâlık edenleri de sevmez. Binâen aleyh, birbirimizi birbirimize sevdirmek için, hediyelerle ikramlarda bulunmamız lâzım!.. Ne güzel şeyler...

549/12 (Kâne ye'müru bil atâfeti fî salâtil küsûf) Bazan ay tutulur, bazan güneş tutulur. Burda gün tutuluşundan bahsediliyor. SAS Efendimiz namaza dururlarmış.

Eskiden cahiliyet devrinde, güneş tutulmalarında pat pat silâhlar atarlarmış. Ne o?.. Kurtaracak... Halbuki kudret-i ilâhiyyenin bir tecellisi o... Araya bir mânî giriyor, güneşin ziyasını bize vermiyor. Ya o mânî çekilmese ordan, dursa; biz kalırız ışıksız... O zaman memleket haraba gider. Mahsûlât olmaz, hayat olmaz, hiç bir şey olmaz.

Onun için, "Aman yâ Rabbi, kusurlarımı affet!.." diyerekten namaza durup dualar ediyoruz. "Yâ Rabbi, bunu bu felâketten bir an evvel kurtar; biz de rahata kavuşalım!" diyoruz. Bu arada diyor ki: "Sadaka veriniz, kölelerinizi azad ediniz!"

O zaman köle kullanıyor herkes... Köle, insanların mahkûm bir tabakası, esir bir tabaka... Onlar elden ele satılıyor. İnsandır ama, satışa arz olunuyor. Herkes istediği bir fiatla alıp, evine götürüyor. O, onun temelli hizmetkârı oluyor. Parasız hizmetkârı... Bir boğaz tokluğuna, hizmet eder sana...

Binâen aleyh, "Bunları azad ediniz, salıveriniz!" diyor. Ki, bu sadakalarda büyük fevâid vardır. Onun için orda sadaka ile, azadlık ile emrediyor. En büyük sadaka, köle azad etmektir.

Onun için, meselâ oruç tuttuğumuz vakitte orucumuz bozarsak, 61 gün oruç var. O 61 gün orucun evveli, bir köleyi azad etmektir. O köleyi azad edecek kudretin yoksa, ondan sonra 61 gün oruç tutacaksın!.. Köle azad edecek bir paran, bir kudretin varsa; alacaksın köleyi, azad edeceksin. "Ben seni artık hürriyetine kavuşturdum. Haydi kendi karnını kendin doyur, nasıl yaşarsan yaşa!.." diye salıvereceksin.

İnsanları hürriyetine kavuşturmak, kölelikten kurtarmak için bahane... Bu güneş tutulmasında da böyle bahanelerle, "Kölelerinizi azad ediniz!" tavsiyesinde bulunuyor. Sadakaların en büyüğü...

Şimdi tabii, bu da kalmadı. Bu da o zamana ait... O zaman, herkesin malını elinden almak kolay bir şey değil... O adam beşbin lira, onbin lira bir para vermiş almış; "Sen bunu azad et!" deyivermek kolay olmaz. Binâen aleyh sebeplerle, "Onları azad ediniz!" diyerekten teşvik etmişler. Bugün elhamdü lillah, insanlarda umûmiyetle bu şey kalmamıştır; belki bazı yerlerde varsa da...

549/14 (Kân, ye'müru bi ihrâciz zekâh, kablel guduvvi lissalâti yevmel fıtr.) Bayram namazına gitmeden evvel sadaka-i fıtırlarınızı verin!.. Bayramdan evvel verirseniz, sadaka-i fıtır dediğimiz bu borcu ödemiş olursunuz; vâcibdir. Eğer bayram namazından sonraya kalırsa, sadakalardan bir sadakadır. O ecri gitti...

549/15 (Kâne ye'müru benâtihî, ve nisâihî en yahrücne fil ıydeyn.) İki bayramımız var: Birisi kurban bayramı, birisi ramazan bayramı... Bu iki bayramda da Rasûlüllah SAS, çocuklarını, --kız evlâtlarını daha doğrusu-- onun arkasından hanımlarını da, "Haydi bakalım, siz de bayram namazına!" derlermiş. Bugün bu kalmadı. Var mı bayram namazına giden hanımlarımızdan hiç kimse?.. Onun için, mümkün olursa, çocuklarla beraber hanımları da götürmek lâzım bayram namazına... Bu da Peygamber Efendimiz'in sünnetidir.

Şimdi meselâ, bizim bu camide olmaz ama, Fatih gibi, Süleymaniye gibi, Sultan Ahmed gibi büyük camilerde, geri taraflarda bir yer ayrılır. Oraya da hanımlar, pekâlâ namaza durabilirler. Hele yaz günlerinde, yağmurlu olmayan zamanlarda pekâlâ olabilir.

549/16 (Kân, ye'müru bi tağyiriş şeari muhâlifeten lil eâcim.) Bakınız, dikkat ediniz, --Arab'ın gayri acemdir ya, İslâm da onların içinde olunca-- İslâm'ın gayri olan kavme acem diyorlar. Her kavmin bir adeti var; onların adetlerine ve an'anelerine uymayınız!.. Onların adetlerine muhalif olaraktan, onlar sakallarını ağardığı vakitte boyamıyorlar; siz boyayınız!.. Ama, siyahla değil... Eâcim olan hristiyanlara muhalefet etmek üzere...

Bahusus askerlik devirlerinde, şimdiki gibi 25 yaş, 30 yaş değildi askerlik, gücü yeten gidiyordu. Benim gibi meselâ, yaşlı bir adam da beyaz sakalla harbe gidince, "Yaşlı adam, ne olacak?" derler. Karşıdaki gâvur görecek. Çünkü, karşı karşıya döğüşülüyordu o zaman... Şimdiki gibi siperlerin içerisinde değildi. Herkes birbirini görüyordu. Görünce, "Bu ihtiyardan ne olacak? Ben buna bir yumruk vursam, deviririm!" der. Ama bu sakalı boyarsan, o zaman "Bu adam genç adamdır." der, ürker.

Onun için harblerde bâhusus siyaha boyamağa izin var da, başka zamanda değil... Başka zamanda, kendisinin ihtiyarlığını göstermemek için, gençmiş gibi göstermek için boyamak câiz değildir.

549/17 (Kân, ye'müru bidefni seb'ati eşyâ') Yedi şeyin gömülmesiyle emretmiştir:

1. Birisi, (eşşa'r) saç... Berberlere gideriz tıraş oluruz da, hiç tıraşını alıp da gömenimiz var mı?.. Yok... Bakın, bu adeti yapmıyoruz işte... Çünkü, saç da bizden ayrılma, cesedimizden ayrılma bir parçadır. Elimiz ayrılsa, kolumuz ayrılsa kıymeti ne ise, saçımızın da kıymeti odur. Ama ona hiç kıymet vermeyiz. Saçlar, berberin dükkânında ayaklar altında çiğnenir. Sonra çöplüğe atılır, nereye giderse gider. Halbuki, o saçların da alınıp gömülmesi lâzım...

2. (vez zufr) Tırnakların da gömülmesi lâzım; bunu da yapamıyoruz.

3. (ved dem) Gerek kan aldırmak sûretiyle olsun, gerekse başka sûretle olsun kan akıyorsa vücuddan; o kanı da alıp, yine toprağın içine gömmek lâzım!.. Ki, vücûdun parçalarıdır, zerreleridir.

4. (vel haydah) Kadınların hayız şeyleri...

5. (ves sîn) Dişler... Çekilmiş, çıkmış, kopmuş... Neyse, onlar da gömülecek!..

6-7. (vel alakah, vel meşîmeh) Gerek pıhtılaşmış kan, gerekse lohusaların çocuk doğurdukları vakitte atılan zarlar, parçalar... Ki onlara duvak diyorlar, yahut perde diyorlar. Onların da gömülmesi lâzım!.. Bunu yapıyorlar zannedersem...

549/18 (Kân, ye'müru men esleme en yahtetine ve in kâne ibni semânîne seneh.)

Tabii müslüman oluyor herkes... Şimdiki gibi hazır bulunmuş bir müslümanlık değil... Peyderpey, "Ben de müslüman olacağım!" diye geliyorlar. Eğer o müslüman olan, seksen yaşına gelmiş bir ihtiyar bile olsa, sünnet olmakla emrediyorlardı.

Seksen yaşına girmiş yaşlı bir adam, bundan sonra sünneti ne yapacak?.. Ama, ona da emrediyorlar.

Sünnet, mutlaka yapılması lâzım olan İslâmî an'anelerdendir ve İbrâhim Aleyhisselâm'dan kalma bir sünnettir. İbrâhim Aleyhisselâm, kendisi de seksen yaşında olduğu halde, kendi kendini sünnet etmiştir.

550/2 (Kân, yebdeü bişşerâb izâ kâne sâimen) Efendimizin oruç bozma şekilleri muhtelif... Bazan yaş hurma ile, bazan kuru hurma ile; bazan da içilecek su gibi şeylerden birisi ile, yahut süt gibi şeylerle oruçlarını iftar ederlerdi. (izâ kâne sâimen) Oruçlu oldukları vakitte...

(ve kâne lâ yeubbü yeşrebü merreteyn ev selâsen.) Fakat içerken böyle lık lık içivermezler; ya iki veyahut üç defada yutmak sûretiyle içerlermiş. Bizim de böyle yapmamız lâzım!..

550/3 (Kân yebdeü izâ eftara bittemr.) Bak orda su ile dedi, burda da diyor ki: "Temr ile iftar ederlerdi." Temr, kuru hurma... Mevsimi olunca yaş hurma ile, mevsimi olmazsa kuru hurma ile iftar ederlermiş. Bazan üç, bazan beş, bazan da yedi hurma kadar yedikleri olurmuş.

550/4 (Kân, yebdû ilet tilâ'.)

Allah'a çok şükür, memleketimiz sulu memleket... Fakat bakın orda, Rasûlüllah SAS... (Kân, yahrucü ilel bâdiye ve eclemü mecrel mâis.) Yağmur yağınca seller oluyor, sular göllerde toplanıyor. Oralara giderler, o yağmur sularından istifade etmek için soyunurlar, --peştemal bellerinde olduğu halde-- suya girerlermiş. Bazan da yağmurun altında dururlarmış; vücutları o rahmetten istifade etsin diye...

Bizim nîmetlerimiz elhamdü lillâh, çok bol... Orda su yok tabii... Su olmayınca, yağmuru böyle hasretle bekliyorlar; "Bir yağmur yağsa da ıslansak, vücutlarımız serinlese, ortalık serinlese." diyerekten...

550/5 (Kân yeb'asü ilel metâhiri feyü'tâ bilmâ' feyeşrabehû yercû berekete eydil müslimîn.) Tabii, su bizim çeşmelerden akıyor elhamdü lillâh... Fakat orda nerelerdeyse su yerleri, Rasûl-i Ekrem SAS oralara adamlar gönderiyor. İçecek su getiriyorlar ordan... Testilerle, ibriklerle, neyle getiriyorlarsa... Ki, ordan herkes alıyor. Herkesin aldığı yer olduğu için tabii, elleri değiyor herkesin... Hacca giderken de görmüşsünüzdür. O elleri girdiği için, (yercû berekete eydil müslimîn) o müslümanların ellerindeki bereketten istifade ederim diyerekten, "Hadi git oğlum, bana filân yerden su getir!" diyor.

Çünkü, müslümanların elleri dâimâ temizdir. Beş vakit yıkıyor güzelce... Yıkadığı için, elinde bir şey yok...

O zaman banyolarda şimdiki gibi --Ne diyorlar ona?-- duş tertibatı da yok... Tas da yok... Çanak da yok bazan... Meselâ bir bakırın içine su doldurdunuz; yıkanacaksınız veya abdest alacaksınız. Nasıl alacaksınız suyu?.. Elinizi yıkar ve elinizi batırır, ordan alır, dökünürsünüz. O zaman da, avuçlarını tas yerine kullanarak idâre-i maslahat ediyorlarmış.

Ama şimdi, elhamdü lillâh Cenâb-ı Hak bize her şeyi bol bol ihsân etti de, bu nîmetlerin kadrini bilmiyoruz.

550/6 (Kân, yebîtül leyâliyel mütetâbiati tâviyen ve ehlihû lâ yecidûne aşâen ve kâne ekseru hubzuhüm hubzeş şaîr.)

Ahmed ibn-i Hanbel, Tirmizî, İbn-i Mâce Hazretleri İbn-i Abbâs'tan rivâyet ediyorlar.

Rasûl-i Ekrem SAS, birbirini kovalayan 1, 2, 3, 5 gün karınları aç kalırdı. (ve ehlihû lâ yecidûne aşâen) Evdeki hanımlarının akşam yemekleri de olmazdı. (ve kâne ekseru hubzuhüm hubzeş şaîr) En çok yedikleri şey, arpa ekmeği idi.

Biz bugün buğdayı da beğenmiyoruz da, elenmiş, en ince, en has diyerekten hasını arıyoruz. Hattâ, "Bu iyi değil!" demek de günâhtır haa!.. Yiyecek bir şey alacağız meselâ, beğenmiyoruz. Beğenmediğimiz vakitte, "Bu iyi değil yâhu!" demek, câiz değil... "Bundan daha başkası varsa, onu verir misiniz?" demek lâzım.

Bazı ekmekler şimdi hamurumsu oluyor, yahut altı şöyle oluyor...vs. Bunu beğenmiyorlar ve iade ederken bazı acı sözler de duyuyor insan... Bunlar doğru değil... "Daha iyisini, daha güzelini vermez misin?" diyerekten iade etmek lâzım.

Allah Allaaah... Bunları şey yapmak lâzım! Biz bir günlük açlığa dayanamıyoruz. Var mı şimdi bu günlerde oruç tutanımız?.. Azıcık günler uzadı diyerekten, oruç tutamıyoruz. Halbuki Rasûl-i Ekrem bir gün aç, ertesi gün daha, bir gün daha... Yok nafaka... Niyet ediveriyorlar.

Halbuki burda oruçtan da bahsetmiyor. Yâni, hâliyül batn, karınları boş... İster oruçlu, ister oruçsuz... Yiyecek şey bulunmuyor ve o sebepten de bu gece yatıyor, "Allah kerimdir!" diyor. İkinci gece yatıyor, "Allah kerimdir!" diyor. Ama halini kimseye söylemiyor!.. "Ben akşam aç kaldım yâhu! Yok mu birinizin evinde ekmeğiniz, yemeğiniz?.." Biz hepimiz yaparız. Meselâ, akşam ekmek kalmadı. "Komşu! Biraz bize ekmek verir misin?.. Bizim ekmeğimiz kalmamış." filân deriz. O, hiç haber vermiyor kimseye... Sabrediyor.

Onun için, insanda çeşitli haller olur; hastalık, maraz, dert, musîbet, belâ çeşit çeşit... Bunların hepsine sabretmekle mükellefiz. Bunu dert yanmak için, "Yâhu şöyle oluyor, böyle oluyor, şu rahatsızlığım var, bu rahatsızlığım var..." diye şikâyet, derdin artmasına sebep olur.

(İnnemâ yüveffes sâbirîne ecrahüm biğayri hisâb.) (Ez-Zümer: 10) Sabredenlere hesapsız ecir var. Şikâyet etmek sûretiyle, bu ecri kesiyor bir kere... Şikâyet, ecrin gitmesine sebep oluyor, ecirden mahrum kalıyoruz. Zarar olarak yeter bu...

Cenâb-ı Peygamber böyle bir gün, iki gün, üç gün aç kalsın... Aile efradı da... (ve ehlihû lâ yecidûne aşâen) Onlar da Rasûlüllah gibi yatıveriyorlar demek ki...

550/7 (Kân, yebîun nahle benin nadîr ve yahbisü liehlihî kute senetihim.) Benî Nadir, Musa Aleyhisselâm'ın kardeşi Harun Aleyhisselâm'ın bulunduğu bir kabile... Uhud muharebesinden sonra sürgün edildi.

(Benî Nadir hurmaların satar; fakat aile fertleri için bir senelik hurma alıkorlardı.)

...................

550/10 (Kâne yetebevveü libevlihî kemâ yetebevveü limenzilihî.) (Def'-i hâcet yeri için dikkat ettikleri gibi, idrar edeceği yere de dikkat ederlerdi.) İdrar sıçramasından korunmak için, idrar edeceği yerin yumuşak bir yer olmasını ister, aynı zamanda çömelerekten idrarlarınıı yaparlardı.

Ayakta olursa, yine sıçrantı yapar. Bugün prostat hastalığı diyorlar ya, bunun ekserisinin ayakta işemekten ileri geldiğini söylerler. Oturup da işenirse, bu hastalık daha az oluyormuş.

Bizim de idrar yaptığımız vakitte buna dikkat etmemiz lâzım!.. Her ne kadar evlerimizde tuvaletlerimiz varsa da, oturarak yapmak daha âlâ...

550/11 (Kân, yetaharrâ sıyâmel isneyn vel hamîs.) SAS, pazartesiyi ve perşembeyi beklerler, gözlerlerdi. "Pazartesi perşembe gelsin de, oruç tutayım!" diyerekten.

Hattâ geçen ki derste geçmişti, Cenâb-ı Peygamber SAS, ne seferde ne hazarda ayın 13. 14. 15. eyyâm-ı bıyd denilen günlerinde orucu bırakmamışlar. Halbuki seferde oruç şart değildir. Ramazan da olsa, seferde orucun bozulmasına müsaade var... Nafile olduğu halde bile, bu sefer hallerinde de hiç bırakmamışlar.

Orucun çok faydası var... Açlık, hiç bir zaman insanları yıpratmaz. Ama, ifrat derecesinde fazla açlık değil... Haftada bir gün, ayda üç gün oruç tutacaksın da ne zararı olacak?.. Ayda üç gün oruç insana fayda ediyor. Onu bilmek; o tıbbın dersi...

Fakat, Rasûlüllah Efendimiz SAS, onu tatbik ettiğinden dolayı, onun sünnetine uymak gayesiyle tutacaksın. Yoksa, sıhhatimiz yerine gelsin diye tutarsak; o, perhize benzer, faydası yok onun... Ama, "Peygamber tutmuş, ben de onun için tutuyorum, sünnettir." diyerek tutarsak, o zaman sevap olur bize...

550/12 (Kân, yetehattemü fî yemînihî.) Cenâb-ı Peygamber SAS, ekseriyetle yüzüklerini sağ ellerine takarlarmış.

Ahmed ibn-i Hanbel, Tirmizî İbn-i Ömer'den; Müslim, Neseî Hazret-i Enes'ten; Ahmed ibn-i Hanbel, Tirmizî, İbn-i Mâce Abdullah ibn-i Ca'fer'den rivâyet etmişler. Müteaddid rivâyetler var; bu rivâyette sağ elinde...

550/13 (Kân, yetehattemü fî yesârihî.) Bazan da sol ellerine takarlarmış. Muhakkak değil... Bazan sağda, bazan solda...

550/14 (Kân, yetehattemü fî yemînihî sümme havvelehû fî yesârihî.) Bu üçüncü rivâyette, evvelâ sağ eline takarlardı. Sonra ordan çıkarır sol eline takarlardı. Cevâzını göstermek için... Yâni, bu da câiz, o da câiz...

550/15 (Kân, yetehattemü bilfıddah.) Yüzükleri de gümüşten idi. Altından yüzüğe müsaade etmediler. Altından yüzüğü bir adam kullanıyordu. Onun parmağından aldılar ve attılar. Sonra Ashâb-ı Kirâm, dediler ki o adama: "Alsana yüzüğünü!.." "Peygamber'in attığı yüzüğü ben almam!" dedi. Ve parmaklarına takmadılar, fukaraya verdiler.

Son zamanlarda bazı kimseler, --ulemâlar diyelim-- nişan yüzüklerinin altından olmasına cevaz vermişler ise de, makbul değildir. Çünkü, hiç bir fetvâ insanı kurtarmaz. "Fetvâ verdiler efendim!.." Neyine lâzım, olmaz öyle şey... Peygamber'in yoluna bak!.. Fetvâlar insanları kurtarmaz.

550/16 (Kâne yetehallefü filmesîr feyüzcid daîf ve yürdefü ve yed'û lehüm.) Yolda giderlerken --gerek askerî bir yere giderken, gerek ziyâretler için, gerek hacca gitmek için, ne için çıkıp gidiyorlarsa-- kendileri dâimâ geriye kalırlar, öne geçmezlerdi. Ve zuafâyı toplarlar, bazı yürüyemeyecekler olur, ayaklarından rahatsız olanlar olur; onları toplarlardı. Bazılarını kendi develerinin arkasına, yahut arkadaşlarının devesine bindirerekten, onları da ileriye doğru, kafileye doğru yetiştirirlerdi. (ve yed'û lehüm.) Onlara dua buyururlardı: "Yâ Rab bunlara kuvvet ver, afiyet ver..." gibi, nasılsa artık...

550/17 (Kâne yeteavvezü min cehdil belâ') Belâlar çeşitli... Allah muhafaza etsin... Onun için bak, Cenâb-ı Peygamber de Allah'a sığınıyor. Bizim de görünür görünmez kaza ve belâlardan, tâkat getirilmeyen şeylerden, "Yâ Rabbi onları bize verme! Biz âciziz, sonra onların altından kalkamayız." diye Allah-u Teâlâ'ya sığnmamız lâzım.

Cenâb-ı Peygamber de meşakkatli belâlardan, (ve derekeş şeka) şekavete erişen helâklerden, sebeplerden, (ve sûil kadâ) kötü kazalardan Allah'a sığınırdı.

Allah esirgeye... Geçen bir efendi geldi. Eskiden komşumuz idi, bakkal idi kendisi... Güzelyalı mı diyorlar, ordan bir ev aldı. Fakat, kızının evi ile kendi evinin arasında tren hattı var... Gidip gelirken, o tren hattından geçiyor. Kocaman adam, her yeri sağlam, şuuru yerinde; fakat, geçerken koca treni görmemiş... Ne diyelim, göz kapanmış, kulak tıkanmış...

(İzâ câel kadâ amiyel basar.) "Kaza gelirken, göz kapanır." Yollarda bu kadar kazalar oluyor. Bunların hepsi şuursuz değil ki!.. Fakat işte, neden oluyorsa oluyor.

Şimdi o adam, gözünün önündeki koca trenin ne gürültüsünü duymuş, ne sesini... Derken parçalanmış gitmiş, Allah esirgeye...

E bu şimdi, kötü kaza... Bunlarda ne yapmak lâzım?.. Dâimâ Allah'a sığınmak lâzım!..

Akşam bize misafirler gelmişti. İkisi de Mekke'de... Birisi Mısırlı, birisi de Mekkeli... Mısırlı hoca ki, akşam bize vaaz etti. O da Mekke'de, oranın mekteplerinde müderris... Şimdi bizim okuduğumuz dualar var ya, onları istemesinler mi!.. Baktılar, hoşlarına gitti. "Şundan bize de vermez misin?" dediler.

E canım, bize Allah-u Teâlâ lütfetmiş onları da, elhamdü lillâh, okumaktan ne kaçınacağız?.. Bunlar işte, Cenâb-ı Hakk'a çeşitli sığınma ve ilticâ yolları... Ki, bununla mükellefiz. Şimdi bir tane daha büyüğünü yapmağa çalışıyoruz inşaallah, Allah muvaffak ederse... Orda da Peygamber SAS'in 110 tane duasına rastgeldim. Efendimiz'in duaları yâni, bizim değil... Onun dualarını biz de tekrar edeceğiz. Onun sığındıklarından, biz de sığınacağız... Onun istediklerini biz de isteyeceğiz. Dua bundan ibaret... Allah affetsin de, bunları okumayı da cümlemize nasib etsin...

Binâen aleyh, bunları yeni yazı ile de yazmak mümkün ama, yeni yazı ile tam okumak mümkün olmuyor. Çünkü harflerimiz birbiriyle uygun değil... Arap harfleriyle, yeni yazının harfleri birbirini tutmaz. Meselâ "a" harfi var. "Ahmed" derken "elif"i karşılar ama, "aleyh" derken ayını tam karşılamaz. Onu hocadan ta'lim edeceksin de, "ayın"ı öğretecek sana... Ama yeni yazıda o "ayın"ı gösteremezsin. "Sad"ı yok, "dad"ı yok, şunu yok, bunu yok...

(ve şemâtetil a'dâ) Allah esirgesin... Belâ gelir, kaza gelir; "Oh ne güzel oldu! Gördün mü, işte belâsını buldu!.. " diye düşman sevinir. Cenâb-ı Peygamber ne güzel dua ediyor: "Düşmanın sevineceği felâketi verme yâ Rabbi!.."

Buhârî'nin, Müslim'in, neseî'nin Hazret-i Ebhu Hüreyre'den rivayeti...

551/1 (Kâne yeteavvezü min hamsin) Beş şeyden de Allah'a sığınırlardı.

Hadi bir salât ü selâm okuyalım:

"Allaaahümme salli alâââ seyyîdinaaa, muhammedinin nebiyyil ümmiyyi ve alâ... Aaaalihiii ve sahbihiii ve sellim." (3 defa)

İnşaallah, şefâat-i Rasûlüllah'a nailiyyetimize vesîle olur.

Beş şeyden Allah'a sığınırlardı.

1. Bu beş şeyden birincisi, (elcübün) korkaklıktan Allah'a sığınırlardı.

Şimdi aklıma geldi ki, yahudilerle yapılan bu harbde yahudi karıları tayyareleri gütmüşler, cephelerde bulunmuşlar... Şöyle fedâkârlıklar, böyle yararlılıklar yaptıklarını gazetelerde okuduk.

Bizim de eskiden Rasûlüllah zamanında, ilk muharebelerde hanımlar da muharebeye iştirak ederlerdi. Sonra, fıkıh kitaplarında da yazılıdır. Bir muharebe oldu. Devletin kuvveti var tabii... O kuvvet kâfî geliyorsa, bir şey yok... Gelsin kuvvetler, ordaki düşmanı koğsun. Fakat, kuvvet kâfî gelmedi de düşman ilerliyorsa, kadın erkek herkesin harbe koşması şarttır. O zaman karılık, erkeklik, çocukluk-mocukluk yok... Her eli silâh tutan, her iş yapabilecek olan düşmana karşı çıkmakla mükelleftir.

Korkaklık bunun için, en büyük ayıp... Onun için, Cenâb-ı Peygamber, "Allah'a sığınırım bu korkaklıktan!" diyor. "Canım ben kadınım, nasıl giderim?.." E işte kadınların hilkaten bir korkaklıkları vardır. Yalnız kaldılar mıydı, duramazlar evde... Karanlık olursa, korkar. "Sokağa git!" desen, "Yalnız gidemem." der. Hilkaten bir sürü korkaklıklar vardır üzerlerinde... Fakat, bunu takviye ederekten kuvvetlendirmeye çalışmak, korkak olmamağa alışmak lâzım!..

2. (vel buhl) İkincisi bahillik... Geçenki derste ne dedi: "Cenâb-ı Peygamber yarına erzak bırakmazdı." Meselâ, gazalardan olsun, hediyelerden olsun, bir çok şeyler gelir; onu yarına bırakmazdı. "Yarının da rabbi var... Yarın da vereceğini verecektir." der, o gün eline geçen paraları dağıtırdı.

Buhl, dağıtmayıp saklamak... Bunun bahsinde diyor ki, "Herkes bir maaş alıyor ya bugün işçi-mişçi; kazandığı paranın yediği kadarını yer, artanını dağıtacak!.." diyor. Bugün çok para veriyorlar, hesapsız para veriyorlar. bu kadar para çok... Ama, bizim gözlerimiz yine doymuyor. Daha arttırın diye istiyoruz.

Halbuki işte, Kanûnî'nin şeyhülislâmı Zenbilli Ali Efendi... Tabii, ona da veriyorlar bir para... Meselâ, farzedelim ki beşyüz lira vermişler. Dörtyüz lirasını yemiş, yüz lira artmış. Götürürmüş, "Alın bu yüz lira, arttı oğlum!.. Ben yiyeceğim kadar yedim, işte bu da arttı. Fazla bu... Bu, devletin milletin malıdır; devlete millete iadesi lâzım!" dermiş. Bul bakalım şimdi böyle bir adamı!.. Devletin kasasını verseler, hazinesini verseler, doyacak gözümüz yok! Allah muhafaza...

Onun için bahillikten de Allah'a sığınırlardı.

3. (ve sûil umr) Allah muhafaza etsin, bazı ömürler vardır ki, felâketle geçer... Sıkıntılar içerisinde geçer, meşakkatler içerisinde geçer... Bunaltılar içerisinde geçer. Böyle bir sû-i ömürden de Cenâb-ı Hakk'a sığınırlarmış.

Yâ Rabbi, sana ibâdet taat edecek, senin rızıklarını yiyip kanaat edecek, afiyetlerle ömürler ihsan buyur!..

4. (ve fitnetis sadr) Nedir o?.. Hased... Durmaz içerde... Vay ona verdin de, bana vermedin!.. Kin, hased, hırs insanı rahat bırakmaz, mütemâdiyen rahatsız eder. Bunlar da, doğuştan itibaren insanda bir yaradılış gibidir. Bunları ıslah etmesi lâzım insanların...

Her mahlûkun bir tıyneti var... Aslan, vurdu mu parçalar. İnsan da parçalar ama, insanın islâh olma kabiliyeti var... O kötü huyunu bırakabilir. Eğer o kötü huy bırakılmasa, ahlâkların tasfiyesine lüzum kalmaz. Kitaplara da lüzum kalmaz, hocalara da lüzum kalmaz. Herkes yaradıldığı gibi yaşamağa bakar.

Halbuki, o ahlâkların tasfiyesi imkânı olduğu için, kitaplar okuyacaksın, kendini ona göre hazırlayacaksın, şu olacak, bu olacak... Kötüyü bırakıp, iyiyi almakla mükellefiz. Nasıl ki, her şeyde iyiyi arıyoruz, kendimize de iyiyi aramak vazifemiz. Kötülükleri atıp, iyilikleri alabilmemiz için, her gün kendimiz hesaba çekmek lâzım!..

Her akşam yatmadan evvel, "Ben bugün neler yaptım yâhu?.. Şu hatam var, bu hatam var, şu kusurum var... Aman yâ Rabbi, bana kuvvet kudret ver de, bir daha yapmayayım bunları..." der, ona karşı tevbe ve istiğfar eder, Cenâb-ı Hakk'a yalvarır... Bir daha yapmamağa çalışır. Onun yerine, onun iyisi neyse, onu yapmağa çalışır. Derken, bakarsın bir gün en iyi bir adam olmuş olur.

5. (ve azâbil kabr) Bir de Cenâb-ı Peygamber, kabir azabından Cenâb-ı Hakk'a sığınırlarmış.

Kabir deyip geçme aziz kardeş ha!.. Biz cenâzeleri götürüp de koyup dönüyoruz. Ama, ordaki halden kimsenin haberii yoktur. Ordaki halleri bize bildiren, ancak Cenâb-ı Peygamber'dir. Eğer peygambere imanın varsa, o azaba inanmak şart... Onun için çeşitli dualarla Cenâb-ı Peygamber, bu kabir azabından Allah'a sığınmışlar.

Ama şimdi dinsizler, "İşte biz tecrübe ettik. Ölünün üstüne mısır püskülü koyduk, şunu koyduk, bunu koyduk... Hiç kıpırdamamış bile..." E sen oraya yat da, ondan sonra bana söyle!..

Gece sen, rüyanda ödün kopuyor, kan ter içinde uyanıyorsun. Ben de senin yanında yatıyorum. Sen kalktın bana dedin ki, "Yâhu, şöyle oldu, böyle oldu... Şöyle korktum, böyle korktum..." "Hadi hadi, sus! Hiç bir şey olduğu yok... Sen şaşırmışsın!.." filân derim...

Sen de görünce, o zaman sen de söylersin. Azâb-ı kabir haktır kardeşlerim!..

Onun için, Cenâb-ı Peygamber'in bir duası var... Bu dua Pakistan müslümanlarının vacib mesâbesinde tutaraktan namazda okudukları bir duadır. Biz nasıl "Rabbenâ âtinâ"yı okuyoruz. Onlar da bu duayı okurlarmış. Ki, birisinin evlâdı namaz kılmış. "Oğlum, bu duayı okudun mu?.." diye sormuş. "Okumadım baba!.." deyince, "Yeniden kıl namazı!.." demiş. Dua şu:

(Allahümme innî eûzü bike min azâbi cehennem, ve min azâbil kabr, ve min fitnetil mahyâ vel memât, ve min şerri fitnetil mesîhid deccâl.)

Cehennem var bir kere... Cennet var, cehennem var... Niçin?.. Allah'ı dinlemeyenlerin, Peygamber'i dinlemeyenlerin terbiye yeri orası... Onun azabından sana sığınırım.

(ve min azâbil kabr) Kabir azâbından da sana sığınırım yâ Rabbi!.. Hem cehennem azâbından, hem de o kabirdeki azabdan sana sığınırım.

"Yâhu hoca efendi be, ölülere biz baktık da, iğne filân dürtüyorduk... Doktor da dürtüyordu, bakalım canı var mı diye... Haberi bile yok adamın... Artık bunun ruhu çekilmiş. Bundan ne olur?.." Ben şimdi orasını bilmem kardeşim, oraya gidince anlaşılacak ne olacağı!..

Yalnız, Peygamberimiz ne diyor?.. (Allahümme innî eûzü bike min azâbi cehennem, ve min azâbil kabr) diyor. "Sana sığınırım bunlardan." diyor.

Sa'd denilen, ashâb-ı Kirâm'dan bir kimse vardı. Kabir onu öyle sıkmakla sıkmış ki... Canım hep bunlar mânevî haller... Bunları anlamak da zor, anlatmak da zor... diyeceksin ki sen, "Kabir mezarlık... Mezarın bu duvarları nasıl kavuşur da insanı sıkar?.." Ben sana şu kadar diyeyim ki, bazan dünya bile insanı sıkıyor. Koskoca dünya adama dar geliyor da, adam bu dünyanın içerisinde bunalıyor. "Yâhu, koca dünya, niye bunalıyor?.." Aaah, sor ona bakalım!..

Onun için, bunlardan Allah'a sığınıyoruz.

(ve min fitnetil mahyâ vel memât) Dünya ve ahiretin fitnelerinden de sana sığınırım. (ve min şerri fitnetil mesîhid deccâl.) Bir de Mesîhid Deccâl var, onun şerrinden de sana sığınırım.

Ebû Dâvud, Neseî, İbn-i Mâce --Kütûb-ü Sitte'dendir bu üçü de-- bunları rivâyet ediyorlar Hazret-i Ömer RA'den...

Demek ki Cenâb-ı Peygamber, şu beş şeyden Cenâb-ı Hakk'a sığınıyorlar: Birincisi, korkaklık... İkincisi, sıkılık... Üçüncüsü, sû-i ömr... Dördüncüsü hased, kin, kibir gibi iç rahatsızlıkları... Beşincisi de, azâb-ı kabr...

551/2 (Kâne yeteavvezü minel cân ve aynül insân) Cân, cin, tâife-i cin... Cinnîlerin şerrinden de Cenâb-ı Peygamber, Allah'a sığınırlardı.

Yine insan der ki, "Kimdir bu cinnî yâ?.." Ben bilmem orasını... İnanmıyor. Mikroba da inanmazsın ama, felâketli bir hastalık tuttuğu vakitte, "Falan mikroplara yakalanmışsınız." dedikleri vakitte, "Yok, böyle bir şey olmaz!" diyebilir misin?..

Cenâb-ı Hakk'ın çok çeşitli mahlûkları var... Bu da bize görünmeyen bir mahlûku Cenâb-ı Hakk'ın... Bizden evvel yeryüzünde yaşayan mahlûklar idi bunlar... İnsanlar geldikten sonra, Cenâb-ı Hakk bunları uzaklara attı. Hâlî yerlerde... Fakat orda her zaman için mevcud...

(ve aynül insân) Aynı zamanda insan gözü dokunmaktan da Allah'a sığınırdı.

Şimdi ona da itiraz eden olur mu bilmem!.. Göz değmesi, hepimizin gördüğü bir şeydir. Bazı adamların gözlerinde Cenâb-ı Hak, acı bir şey yaratmıştır. Baktığı vakitte adamı mezara, deveyi kazana kormuş. An'ane sûretiyle duyageldiğimiz şeylerdir bunlar... Adam tarlayı sürerken, öküzleri yıkılıp kalıyor. Deveci giderken, devesi yıkılıp kalıyor. İnsan, devrilip kalıyor. Niçin?.. O gözdeki acı, zehir, ok...

Bazı yılanlar varmış. Ağaca sarılır, ordan geçen hayvanları teshir için gözünü dikti miydi, hayvan kımıldayamaz oluyormuş. Ve onu istediği gibi yakalayıp, yutuyormuş.

Bu tesir hayvanda olduğu gibi insanda da olduğundan, Cenâb-ı Peygamber, bu insanın gözünün değmesinden de Allah'a sığınmış. Bizim de sığınmamız lâzım...

(hattâ nezeletil muavvizetân) "Kul eûzü birabbil felak"la, "Kul eûzü birabbin nâs" sûreleri nâzil oluncaya kadar Cenab-ı Hakk'a sığınırlarmış. (felemmâ nezelet, ehaze bihimâ ve tereke mâ sivâhümâ.) Bu sûreler nâzil olduktan sonra, sığınırım şeyini kaldırdılar, "Kul eûzü"leri okudular.

Tirmizî, Neseî, İbn-i Mâce, Ziyâ el-Makdîsî'nin Hazret-i Enes'ten ve Ebû Said'den rivâyeti...

551/3 (Kâne yeteavvezü min mevtil füc'eti) Cenâb-ı Peygamber, ansızın ölümden de Cenab-ı Hakk'a sığınırdı. Halbuki İbrâhim Aleyhisselâm da, ahirete ansızın göçenlerdendir. Ama Cenâb-ı Peygamber, "Yâ Rabbi, beni ansızın alma! Yatayım..." Hiç olmazsa vasiyetini yaparsın, diyeceğin varsa dersin... Hem kendin temizlenirsin, tevbe ve istiğfar ederekten, "Artık yolculuk var!" diyerekten...

Bu bize... Tabii Peygamber'in buna ihtiyacı yok... Fakat bize tâlim için ki, "Siz de böyle, ansızın ölümden sığının Allah'a..." demek istiyor. Bir de Allah esirgesin, meselâ otomobil kazaları oluyor, ansızın insan gidiyor... Tren kazaları oluyor, uçak kazaları oluyor... Artık insanın korkusundan, bir şey diyecek hali de kalmıyor.

Onun için, Cenâb-ı Peygamber on gün yatmışlar. On gün yattıktan sonra, ahirete göçleri vâkî olmuş. Allah şefaatlerine nâil etsin cümlemizi...

(ve kâne yu'cibuhû en yemrida kable en yemût.) Ölmeden evvel biraz hasta olmayı isterlermiş ki, o işte bizim için tevbe etmemize, vasiyet etmemize imkân olur.

551/4 (Kân, yetefe'elü velâ yetetayyer, ve kâne yuhibbül ismel hasen.) Cenâb-ı Peygamber, tefe'ül buyururlarmış. Fâl-i hayr dedikleri, iyiye yorma... Bir adam geliyor, ismi Cemîl... Kafasında, bugün işlerin iyi olacağına yoruyorlar. Hasan... Güzel olacak diye bundan iyiye yoruyor.

Yoksa, "Kuş uçtu, kervan geçti, tavşan geçti..." diye uğursuzluk şeklinde değil...

551/5 (Kân, yetemesselü bişşi'ru ve ye'tîke bil ahbâr, men lem tezevvid.)

551/6 (Kâne yetemesselü bihâzel beyt, kefâ bil islâm, veş şeybi lilmer'i nâhiyen.) Şiirleri aynen şâirin söylediği gibi söylemezlerdi. Şâir kafiyesine uygun bir şekilde şiirini söyler. Ama Cenâb-ı Peygamber, onun sözünü tebdil eder, şiirin altını üstüne getirir, öyle söylerdi. İşte burda da şairin söylediği söz, (kefâ bil islâm, veş şeybi lilmer'i nâhiyen) Bunu (kefeş şeybü vel islâmü nâhiyen) şekline çevirerek söylerlermiş. "İhtiyarlık ve İslâmlık, insanı bütün fenâlıklardan men eder." Müslüman mısın?.. Günahtır diye korkacaksın, haramdır diye korkacaksın. Müslümanlık seni nehyediyor ondan...

İhtiyarlık... Yâhu artık ayağın çukura düştü. Bu yaş sekseni buldu, doksanı buldu. Hâlâ, ne kahvehaneden çıkar, ne iskambilin tavlanın başından ayrılır, ne bir şey yapar... Ne kadar acâib şeydir yâni bunlar...

Allah-u Teâlâ Hazretleri bize bir ömür vermiştir. Onun verdiği ömre pahâ biçmenin imkânı yok... Kimse biçemez. Bir saniyesine bile... Bir saniyelik ömre pahâ biçilemeyince, biz bunu böyle günlerce kahvehânelerde mahvedişimizin cezâsını acaba nasıl öderiz?..

Cenâb-ı Peygamber, boş söz söylemeğe razı olmuyor, fazla söze razı olmuyor. "Birden fazla konuşma!" diyor. "Konuşacağın yeri düşün, ona göre konuş!" diyor.

Biz bütün gün ömürlerimizi kahvehanelerde, gazinolarda, şurda burda... Para kazanmağa da lüzum yok... Ekseriyetle de şimdi, tekaüdlere bol para veriyorlar; yeter o... Nerede geçecek ömür?.. Bunlar günah şeyler...

Biz bugün memlekette çok muhtaç bir durumdayız. Çok çalışmak mecburiyetindeyiz. Affedersiniz, bir kere Almanya'ya götürdüler de orda gördük. Arabamız bizi götürecek yeri bilememiş. Arabanın içerisinde konusuyor herif... Dedim ki, "Yâhu bu adam deli mi oldu acaba, konuşuyor kendi kendine?.." dedim. "Yok!" dedi. "Bu adam bilemedi oteli, trafikten oteli soruyor." dedi. Dedim, "Canım, şurda bakkala sorsa..." "Olmaz!" dedi. "Bakkala sorulmaz burda... Herkes kendi işiyle meşgul..." Sokakta kimse yok zaten, herkes kendi işinde... Bizim böyle kahvehânelerde oturmamız câiz olur mu?..

Akif Rahmetullahi Aleyh'in Safahat'ında, bu kâfirlerin memleketlerindeki hayatla, bizim memleketlerimizdeki hayatı bir tasviri var... Biz kahvehanelerden çıkmazken, --köylerimizde de öyle, şehirlerimizde de öyle-- Avrupalı nasıl çalıştı?.. Bak bugün tepemizde duruyorlar. Biz tayyareyi yapamayız, tankı beceremeyiz... Topu; onunla da uğraşmaya halimiz yok... "Satın alırız!.. Ne olacak işte, paraları verir alırız." Olur mu hiç öyle şey?.. Allah kusurlarımızı affetsin...

Onun için, cübün (korkaklık) ve buhul (eli sıkılık) denilen şeylerin de bunlarda büyük hissesi var.

551/7 (Kâne yetenevveru fî külli şehrin ve yükallimü ezâfirehû fî külli hamsete aşere yevmen.) Ayda bir kere umûmî temizleme yaparmış. Koltuk altları, edep yerlerindeki tüylerin giderilmesini ayda bir kere; 15 günde bir kere de tırnaklarını kesmek, adet-i Peygamberî imiş.

Bunu, bizim de adet edinerekten yapmamız lâzım.

551/8 (Kâne yetevaddau inde külli salâtin) Buhârî, Ahmed ibn-i Hanbel, Hâkim, Ebû Dâvud, Neseî, İbn-i Mâce, Tirmizî Hazret-i Enes'ten...

Cenâb-ı Peygamber, her beş vakitte abdest alırlardı. Bazan cevâzını göstermek için, bir abdestle birkaç vakit namaz kılmışlar. Olur. Fakat, her vakitte abdesti tazelemek efdal... Çünkü Efendimiz her namaz için tazeliyormuş.

551/9 (Kân, yetevaddau mimmâ messetin nâr.) Evvelce, et gibi şeyleri yedikten sonra, pişmiş şeyler yedikten sonra abdest tazelerlerdi. Fakat, sonra bu nesholundu. Bunun üzerine, pişmiş şeylerden sonra abdest tazelemeyi terkettiler.

551/10 (Kâne yetevaddau sümme yükabbilü ve yüsallî velâ yetevadda')

Cenâb-ı Peygamber'in her halini taklid etmeğe, bize müsaade yoktur haa!.. Ona diyorlar ki, hasâis-i Peygamberî... Rasûlüllah Efendimiz'in yaptığı şeyler kendisine mahsus... Meselâ yatar uyurdu da, uykusunda gözleri kapalı ama, gönlü uyumuş değil idi. Abdesti bozulmazdı yâni...

Şimdi burda diyor ki, "Cenâb-ı Peygamber abdest alır, abdest aldıktan sonra beşeriyet iktizâsı hanımlarını öperlerdi. Öptükten sonra da, yeniden abdest almadan namaz kılarlardı. Yâni, öpmekle abdesti bozulmuyor. Fakat o hasâis-i Peygamberiyedendir. Biz yapsak, abdestimiz bozulur. Çünkü, kendimize hakim değiliz.

......................