MZK ve TASAVVUF SEMPOZYUMU

ANADOLU'NUN İSLÂMLAŞMASINDA TASAVVUFUN ROLÜ

Yrd. Doç. Dr. Tahir YAREN

Ankara Ü. İlâhiyat Fakültesi

Bismillahirrahmanirrahim.

Sözlerime başlamadan önce, Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A) Hocamız'ın vefâtının 14. sene-i devriyesinde anılmasına vesile olan, böyle bir toplantıyı tertib etmiş bulunan Mal Hatun Dostluk Çevre ve Kültür Derneği mensublarına teşekkür etmeyi bir borç biliyorum.

Anadolu'nun İslâmlaşmasıyla ilgili olarak söyleyeceğimiz sözlere geçmeden önce, biraz siyasi tarihten bahsedelim. Çünkü siyasi tarih bir nevi şablon olmuş oluyor, çerçeve olmuş oluyor, diğer olaylara... Kültürel ve sosyal olayları o siyasi tarih şablonu üzerine oturttuğumuz zaman, anlaşılması biraz daha kolay oluyor. Yâni altında tutan birşey olmalı ki, bir kap olmalı ki, o kabın içerisine diğerlerini oturtalım. O yüzden siyasi tarihten kısaca bahsetmek istiyorum.

Anadolu müslümanlar için çok eski tarihten itibaren feth edilmesi şart olan bir bölge olmuş. Acaba neden?.. Tabi kesin birşey söylememiz mümkün değil... O zamanlara gidip o zamandaki insanların halet-i ruhiyesini tesbit etme imkânlarımız olmadığına göre, tarihî bazı delillere dayanmamız gerekiyor.

Bu delillerden bir tanesi, yani Anadolu'yu feth etmeye bu kadar özlem duymalarının en önemli sebebi Kostantiniye'nin, İstanbul'un feth edilmesidir. Bu hadis olduğu söylenen, önemli bir hedef gösterici ifadedir. İlk devirlerden itibaren, müslümanlar üzerinde çok etkili olduğunu söyleyebiliriz.

Müslümanlar İstanbul'u feth etmeyi gaye edinmişlerdir. Öyle ki Emeviler zamanında İstanbul'a iki akın yapılmıştır. Ondan sonraki dönemlerde, Anadolu ile ilişkileri hiç kesilmemiş müslümanların... Başka bölgelere gitmişler oralarda kendilerine bir sınır kesmişler; buradan ilerisine gidemeyiz veya gitmemize gerek yoktur demişler. Ama Anadolu için bunu dememişler. Anadolu böyle önü açık dalınması gereken, ilerlere doğru gidilmesi gereken, çok önemli şeylerin bulunduğu bir yer olarak telâkki edilmiş müslümanlar tarafından...

Biz Anadolu'nun fethini, daha ziyade Selçuklu hükümdarı Alparslan'ın 1071'de Romen Diyojen'i mağlup etmesiyle gerçekleşmiş bir olay olarak biliyoruz. Ama ondan önce, hep Anadolu'nun içinde dolaşmışlar müslümanlar... Bir kısmı fethedilmiş. Fethedilen topraklarda müslüman olanlar olmuş. Hattâ küçük devletciklerden halifenin otoritesini kabul edenler olmuş. Yâni, müslüman olduğu gibi, halifenin otoritesini de kabul eden, müslüman gruplar olmuş.

Diyarbakır dolaylarında kurulan devletler var... Bunlardan müslüman olanlar, halifeye doğrudan doğruya bağlanmışlar. Bir de Ermeni devleti gibi beylik şeklinde, küçük bir bölgeyi tutmuş devletlerin de müslümanların otoritesini kabul ettiğini görüyoruz. Bu şu demek oluyor ki, Anadolu'nun feth edilmesinden önceki çok erken tarihlerde, müslümanlar orada yaşayan insanlara otoritelerini kabul ettirmişler. Bizans yavaş yavaş gücünü kaybetmiş. 1071'de olan olay, Bizans'ın pes etmesi olayıdır. Yoksa 1071'de oraya gidilmiş değil...

Zannediyorum siyasi tarihle ilgili şimdilik bu kadar bilgi yeter. Esas üzerinde durmamız gereken noktaya gelelim. Abbasi halifeleri Anadolu'nun fethi için Türklere görev vermişler. Zaten belli bir dönemden sonra biliyorsunuz İslam orduları içinde Türklerin önemli bir yeri olmuştur. Önemli bir yer tutmaya başlamışlardı Türkler... Cengâver bir millet oldukları için, müslümanlığı kabul eder etmez halifelerin yardımına koşmuşlardır. Halifeler de bunu çok güzel bir tarzda kullanmasını bilmişlerdir.

Ondan sonra Selçuklu devleti kurulduğunu görüyoruz. Selçuklu Devleti bugünkü İran'da kurulmuş bulunuyordu. Başşehirleri Rey, bugünkü Tahran yakınlarında bir şehirdi. Selçuklular diyoruz, Selçuk Bey'e bağlı oldukları için... Selçuk Bey'in torunu Tuğrul Bey zamanında esas Anadolu feth edilmiş oluyor. Alparslan ondan sonra gelmiş oluyor.

O sırada doğudan büyük bir muhaceret var, göç var. Türk kavimleri artık Anadolu'ya geliyorlar, sürüleri ile geliyorlar. Sonu gelmez bir göç... Hattâ, Tuğrul Bey bile bir ara rahatsız oluyor. "Bunlar iyi geliyorlar ama, bu kadar da olmaz ki! Bunları nereye yerleştireceğiz?" diye bir telaşa kapılıyor. Ama tabii, gelmelerinde de bir hikmet var... İşte, Anadolu'nun fethi onların o gelmelerine dayanıyor.

O gelişlerin sırrını çözmek çok zor... Yâni, sadece gelip oralarda yerleşsinler, rahat yaşasınlar diye değil... Oralara karşı büyük bir meyil duymaya başlıyorlar. Hattâ efsaneleşmiş. Önde bir kurt gibi gidiyor, arkasından gidiyorlar, ve saire, ve saire... Tabii bunlar efsane... Kurt durmak bilmiyor. Kurt durmak bilmeyince, insanlar da durmak bilmiyor. Öyle gidiyorlar. Efsaneleri böyle geçmiş.

Doğudan Anadolu'ya doğru büyük bir akın... Bunun karşısında Bizans'ın tutunması mümkün değil... Bizans'ın tutunması mümkün olmadığı gibi, o bölgelerdeki Gürcü, Ermeni ve diğer kavimlerden olan devletciklerin de tutunması mümkün değil... Kafkasya'da çeşitli devletler var efendim. Onların hepsi, Türklerin bu gücü karşısında, "Acaba bunlarla nasıl uzlaşırız? Bunları nasıl memnun ederiz?" diye düşünmeye başlıyorlar. Sonra bakıyorlar, bunlar çapulcu değil... Geliyorlar, harb ediyorlar, harbde bazı toprakları elde ediyorlar ama, çapulcu değiller... İşte bu, Anadolu'da yaşayan bu insanları çok hayrete düşürüyor. Çok sonraları biliyorsunuz, Bizans'daki hükümdarlar, "Burada kardinal şapkası görmektense, Türk sarığı görmeyi tercih ederiz!" diyeceklerdir.

İşte bu anlayış ta o eski dönemleri dayanıyor ve eski dönemlerden itibaren diyorlar ki: "Buraları Bizans girip de tahakküm edip, bizi ezip, varımızı, yoğumuzu alıp gideceğine; canı sıkılınca gelip, asıp keseceğine, bunlar gelsin! Bunlardan bir zarar yok... İşte sürüleri var, dolaşıyorlar." diyorlar. Tabii, sadece sürüleriyle dolaşmıyorlar, yeri gelince kahramanca, yiğitçe dövüşüyorlar. Ve akıl almaz bir kahramanlık, akıl almaz bir dövüşme, ölümden korkma diye birşey yok... İşte bu hareketler fevkalâde etkili olmuştur.

Anadolu'nun feth edilmesinde, ben bu incelemeler sonucunda şu noktayı tesbit etmiş oluyorum ve diyorum ki Anadolu'nun fethi siyasi bir olay değil, bir kültürel değişimdir. Anadolu'nun kanı kirlenmiş, hayatının devam ettirebilmesi için kanının değiştirilmesi lâzım... İşte müslümanlar geliyorlar, bu kan değiştirme olayını gerçekleştiriyorlar. Onun içindir ki, kendilerine ait olmayan topraklarda yerleşiyorlar ve bir daha da ordan söküp atmak mümkün olmuyor.

Bu söküp atmak mümkün olmuyor noktasının altını çizmek lâzım!.. Söküp atmak isteyen var mı ki?.. Yok mu, olmaz olur mu?.. Bütün Batı, işte asırlar boyu ne yapmak istiyor?.. Anadolu'dan müslümanları söküp atmak istiyor ama söküp atamıyorlar. Öyle sağlam çakılmış ki... O kadar sıkı bir şekilde bağlanmışlar ki bu topraklara; artık, bu toprakların başkalarından alındığı falan unutulmuş, Türk diyarı olmuş, İslam diyarı olmuş.

Demin söylediğim karekterin bunda çok önemi var... Yani çabulcu değiller, Doğu'dan gelen insanlar çapulcu değil... Usûlüne uygun hareket ediyorlar. Asmıyorlar, kesmiyorlar, yiğitçe harbediyorlar. Affediyorlar. Kendilerine çok kötülük yapmış insanları bile harpten sonra kılıçdan geçirmiyorlar, affediyorlar. İşte çok meşhur bir af hadisesi biliyorsunuz, Alparslan'ın Romen Diyojen'i affetmesidir.

Affetmiş de Romen Diyojeni, bir işe mi yaramış?.. Hayır! Aslında affetmekle en büyük cezayı vermiş oluyor. Alparslan ona, nasıl bir ceza vermiş oluyor?.. İtibarını almış oluyor. Ona demiş oluyor ki, "Sen kralım, imparatorum diye geçiniyorsun ama, bu işler o kadar kolay değil... Hele sen bir memleketine git de bak bakalım, neler olacak!" Memleketine gidiyor. "Niye gittin de Türklere yenildin?" diye gözlerini oyuyorlar. Adam ölüyor sonra...

Nerden alıyor Alparslan bu karekteri?.. Alparslan bu karekteri İslâm'dan alıyor. Ama tabii, ruhların derinliklerine inen bir İslâm... O ruhların derinliklerine inme meselesine, yavaş yavaş geleceğiz.

Fütüvvet teşkilâtı diye bir teşkilât var... Fütüvvet hakkında muteber bir kaynaktan aldığım ifadeleri, burda aynen okumak istiyorum. Fütüvvet, yiğitlik anlamına gelen bir kelimedir. Cömertlik, başkalarının iyiliğini kendininkinden önemli görmek, feragat ve fedâkârlıktır. Felâket karşısında metin ve ağır başlı olmak, kusurları bağışlamak gibi iyi huylara sahip oluşu ifade eden bir terimdir. Fütüvvet teşkilatı kurmuşlardı. Bu teşkilatın köylere varıncaya kadar, her yerde şubeleri vardı.

Tabii Fütüvvet teşkilâtının başında, şurada saydığımız karektere; feragat, fedâkârlık, başkalarını kendinden daha çok düşünme, felaketler karşısında yılmama karekterini aşılıyan bir mürşit zat vardı. Demek ki Fütüvvet teşkilatı içerisinde, o zamanki mücahit gurupları tam bir eğitimden geçirilmiş oluyordu. Cepheye ondan sonra gönderiliyordu. İşte Anadolu'ya tasavvufun girişi deyince, sonradan Ahîlik adını almış olan, bu Fütüvvet teşkilâtının mutlaka söz konusu edilmesi gerekiyor. Sadece dokunarak geçmek durumundayız.

Peki bu Ahilik teşkilâtının etkisini nerden biliyoruz. bir kaç örneklerle söyleyelim: Şeyh Edebaliyi hepimiz biliyoruz. Şeyh Edebalinin yeğeni Ahiy Hüseyin var. Orhan Gazi Bursa'yı feth etmeyi giderken yanına almıştı. Bu tarihlere geçmiş. Ahi Hüseyin'i yanına alması demek, Ahi teşkilatıyla irtibatlı gelişmesi demektir.

Bursa'nın fethine iki türlü desteği var Ahi teşkilatının: Birisi moral destek; devamlı telkinlerle yılmamayı, ölümden korkmamayı anlatan, şehadetin önemini anlatan telkinlerle diri tutan, askeri diri tutan bir desteği var... Ahilerin ikinci bir desteği; geride durup da "Koşun yiğitler, atılın, vurun!" demiyorlar, bizzat kılıç ellerinde kendileri de savaşıyorlar. Kendileri o yiğitlerin içindeler zaten... Fütüvvet teşkilatı, yiğitlik teşkilatı demek; yâni kendileri yiğit, başkalarını da yiğitliğe teşvik ediyorlar.

Anadolu'da kurulan zaviyelerden söz etmeden önce, Ribat terimi üzerinde duralım. Zaviye meselesini daha iyi anlıyabilmek için Ribat önemli noktalarda; askeri bakımdan, sıtratejik bakımdan önemli noktalarda kurulan ve çok yiğit insanların, hayatlarını bu yola adamış insanların kaldığı yerlerin adıdır. Sınır boylarında, tehlikeli noktalarda Ribatlar kurulmuştu. Bunu ahiler de kurmuş olabiliyor, diğer müslümanlar da kurmuş olabiliyor. Tabii ahilikle sınırlı değil Anadolu'daki tasavvuf...

Ribatlar var ve bu ribatlarda murabıtlar var... Yani sınır boylarında nöbet tutan, düşmanı gözetleyen insanlar var... O insanların da kaldığı yerler var... Bu ribatlar da, önemli tasavvufi mekânlar olmuş oluyor. Yâni bu ribatlarda yaşayan insanlar da, yine bir şeyhin, bir alim zatın terbiyesinde yetişip kendilerini cihada hazırlamış oluyorlar.

Yine biraz siyasi tarih yapalım ki bağlamış olabilelim. "Alparslan 1071'de Anadolu'nun kapılarının ardına kadar açmıştı." dedik. Kapıları açıktı da, ardına kadar açmıştı. Ondan sonraki dönem, Melik Şah'ın dönemi... Daha sonra, Anadolu'da Anadolu Selçukluları kuruluyor. Bunlar büyük bir medeniyet kuruyorlar. Doğudan bütün alim zatlar buraya geliyor. İlimden hoşlanan insanlar olmaları dolayısıyla, bilhassa Alâattin Keykubat'ın ilim sever bir insan olması dolayısıyla, Doğudan, Horasan'dan alim zatlar buraya gelmiş oluyorlar.

Bu Anadolu Seçuklular dönemi ve beylikler dönemi çok sıkıntılı bir dönem... Çünkü, Anadolu Selçukluları'ndan sonra Doğu'dan büyük bir kasırga halinde Moğol istilası geliyor. İslam Alemi için büyük bir felâket... Tam böyle ayağa kalktınız, Bizans'ı yere vuruyorsunuz, vurdunuz; arkadan bir sel geliyor. O da bir imtihan tabii... O selin önünden tabi, kaçmak durumunda olan insanlar var... Bunlar Anadolu'ya geliyor. Ama hikmet-i ilâhî, çok feyizli sonuçları oluyor. Sonunda, Anadolu bir kültür merkezi halini almış oluyor. İşte Mevlânâ'lar, Hacı Bektâş-ı Velî'ler, Yunus Emre'ler bu dönemde yetişmiş oluyor.

Ömer Lütfi Barkan'dan bir nakil yapmak istiyorum. Şöyle diyor, bu tarihçi: "Osmanoğullarıyla beraber birçok şeyhler gelip Anadolu'nun garp tarafında yerleşmişlerdir. Bu yeni gelen derviş muhacirlerin bir kısmı, gazilerle birlikte memleket açmak ve fütûhat yapmakla meşgul bulundukları gibi; bir kısmı da o civarda köylere ve tamamen boş ve tenha yerlere yerleşmişler. Ve oralarda müridleri ile beraber ziraat ve hayvan yetiştirme ile meşgul olmuşlardır." Aşağı yukarı Anadolu'da tasavvufun etkisini özetleyen bir cümle olduğu için aynen okudum.

Demin Ribattan bahsettim. Şimdi de biraz zaviyeden bahsedeyim: Zâviye ne demek oluyor? Zâviye; hem cihad için, hem de çeşitli kültürel faaliyetler için kurulmuş bir kültür merkezi olmuş oluyor. Zâviye, elbette ki bir mürşid olmadan olmuyor. Bir mürşid o zâviyenin başında bulunuyor. Ordaki insanları eğitiyor. Eğitiyor, harbe gönderiyor... Eğitiyor, onlara ahlâk aşılıyor, insanlarla iyi geçinmeyi aşılıyor. Orda eğitiyor. Ziraatın faydasını anlatıyor. Dünyada faydalı ne varsa, hepsini anlatıyor ve kültürel gelişmemiz için, hatta zirai gelişmemiz için çok önemli birer merkez olmuş oluyor.

Bir şahsi müşahademi anlatmak istiyorum. Ben köyüm de Erzincan'ın Kemah kazasının Koçlar köyü... Orada bizim çocukluğumuzdan beri Hocanın Dutlu diye bildiğimiz bir yer var... Herkes gelir geçer, ordan dut yer. Kimseye ait değil... Yolcular yer, yabancılar yer, köylüler yer, başka köylüler yer... Sonra araştırdık, "Bu nedir? Kimin burası?" diye... Hiç kimsenin değil, köyün ortak malı... "Kim dikmiş bu dutları?.." Hoca dedikleri birisi dikmiş. Mutlaka bir zaviyede şeyhlik, mürşidlik yapan bir insan...

Aşağı yukarı Anadolu'nun bütün köylerinde bu var... Bazı yerlerde zaviyelerin kalıntılarına rastlıyoruz. Anadolu'yu dolaştığımız zaman, köy isimlerinden anlıyorum. Şeyhli vs. gibi köy isimleri var... Bu şekilde zaviyelerin Anadolu'nun her tarafına yayıldığını anlıyoruz.

Şimdi aklıma birşey geldi. Onu da sizlere nakledeyim. Üstad Necip Fazıl ne diyor, şiirinde;

Nerede kardeşlerin cömert Nil, yeşil Tuna
Giden şanlı akıncı, ne gün döner yurduna?

dedikten sonra yani, ardına çift çift kubbeler serpen ecdatdan bahsediyor. Demek ki, ordularımız çil çil kubbeler serpmişler arkaya... Öne de bir şey lâzım!.. İşte öne de zaviyeler yapılmış. Yani önce zâviyeler yapılmış. Hem oraları imar etmek bakımından, hem de oraların halkına İslâmiyet'i az çok tanıtıp, onların kalplerini feth etmek bakımından zaviyeler birer öncü kuvvet olmuştur. Ondan sonra ordular gelmiştir.

Hatta ordular geldiği zaman, onlardan yol sormuşlardır. Yani filan yere nereden gideceğiz diye... Osman Gazi gelip sormuştur. Bir zaviyenin şeyhine, "Filân yere nerden gidelim? Şurdan mı gitsek daha iyi, şurası mı kestirme, burası mı?.." diye yol sormuşlardır.

Notlarımda başka şeyler var ama, vaktimiz yetmediği için ben bu konu da önemli bir makale yazmış olan Ömer Lütfi Barkan'ın bir ifadesiyle sözlerimi bitirmek istiyorum. Diyor ki: "Bu şayan-ı dikkat dînî cemaatlere, hemen her yerde tesadüf edilmekteydi. Onların tercihen boş topraklar üzerinde kurdukları zaviyeleri, bu surette büyük kültür, imar ve din merkezleri haline geliyordu. Bu zaviyelerin ordulardan daha evvel hudut boylarına gelip yerleşmiş olması, orduların harekatını kolaylaştıran sebeplerden biri oluyordu."

Şöyle bir ifade de var; bana önemli geldiği için nakletmek istiyorum: "Ortaçağ Hristiyan hukukuna karşı yeni bir sosyal nizam ve adalet telakkisi taşıyan ve esrarengiz bir din tebliği şekline bürünen misyoner Türk dervişlerinin telkinleri, ordularla birlikte ve hatta ordulardan evvel fütuha çıkmış ve karşı tarafı daha evvel manen feth etmiş bulunmaktadır. Bu dervişler yeni bir dünyaya gelip yerleşen, halk yığınları için içtimai ve siyasi büyük bir rol oynamış büyük kahramanlardır. Bu hengâmeli devirde, halkın içinden yetişmiş mümessil şahsiyetlerdir."

Teşekkür ediyorum.

13. 11. 1994 - Eskişehir