İSRÂ VE Mİ'RAC

Ezü billâhi mineş-şeytànir-racîm.

Bismillâhir-rahmânir-rahîm...

Rabbişrahlî sadrî, ve yessirlî emrî, vehlül ukdeten min lisânî, yefkahû kavlî... Ve üfevvidu emrî ilallàh, innallàhe basîrun bil-ibâd...

Elhamdü lillâhi hakka hamdihî ves-sàlâtü ves-selâmü alâ hayri halkıhî seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahû biihsânin ecmaînet-tayyibînet-tàhirîn...Emmâ ba'd:

Çok aziz ve sevgili cemaat-i müslimîn!..

Allah-u Teàlâ Hazretleri Mi'rac Kandili gecenizi hepiniz için hayırlı ve mübarek, ecirli ve sevaplı, kârlı ve kazançlı eylesin... Bu mübarek günün mânevî ikrâmâtına, Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin mağfiretine, rahmetine cümlenizi nâil eylesin... İki cihan saadetine mazhar eylesin... Cennetiyle cemâliyle müşerref eylesin...

Bu gece Peygamber SAS Efendimiz Mi'raca çıkmış, daha başka hiç bir beşere nasib olmayacak, çok büyük iltifat-ı ilâhiyeye mazhar olmuş; o hadisenin sene-i devriyesidir. Bunu bir aciz beşer anlatamaz. Zâten emsâlsiz hadiseleri nasıl anlatacağız; misâli yok ki, şuna benziyor diye anlatalım! Misâli olmayan şeyi anlatmak mümkün değil, zor...

Hiç gözü görmeyen bir a'mâ, zavallı düşünün! Anasından doğduğu zaman gözleri görmüyor idi. Buna kırmızı ile yeşilin farkını nasıl anlatırsınız?.. Anlatamazsınız, mümkün değil...

Bir de gören bir insan olsa, gördüğünü anlatır; ama görmeyen bir insan nasıl anlatsın?.. Bir de o mânevî lezzetleri, o havaları bilmeyen insanlar nasıl anlasın da, o anlatılanların şuuruna, zevkine varsın?..

Bir sürü mâni var ama, tevekkeltü alellah; şu mübarek akşam kardeşlerimiz buraya teşrif eylemişler. Bu mübarek akşamın tarihçesini, kısaca kitaplardan okuduğum üzere size kırık dökük cümlelerimle anlatmağa çalışacağım.

a. Mi'raca Hazırlık

Peygamber SAS Hazretleri Kâbe-i Müşerrefe'nin şöyle yarım daire şeklinde çevrilmiş olan, Hicr-i İsmâil denilen, Hatîm denilen bir kısmı var, orada bulunuyormuş. Bu kısım Kâbe'nin içinden sayıldığı halde, malzeme yetmediği için o tarafını binâ yapmamışlar; Kâbe'nin şimdiki binası olmuş, o tarafı şöyle belli olsun diye bir duvarla çevirmişler. Yarım daire şeklinde bir duvar; hacca gidenlerin gözünün önüne gelir, altınoluğun karşısına rastlayan kısım...

(Hicr-i İsmâil'in Resmi)

Kâbe'nin duvarıyla arasında mesafe vardır, içine iki tarafından girmek mümkün olur. Orası kapanmamış, onda da hikmet var... Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin her işi hikmetli, her işi güzel, her şeyi güzel, güzeller güzeli... "Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler." dediği gibi hepsi güzel olmuş. Çünkü, hem Kâbe'nin içi, hem de fukaranın namaz kılabileceği bir yer...

O Kâbe'nin mübarek, süslü altın kapısı kime açılır? Bizim gibi fakirlere açılır mı?.. Senede bir kere hükümdarlara açılıyor, devlet reislerine açılıyor. Yüksek merdiveni tekerlekleriyle sürükleyip getiriyorlar, kapıya dayıyorlar. Kâbe-i Müşerrefe'nin üstü ayetlerle işlenmiş som altından kapısı saltanatla açılıyor. Suudî Arabistan'ın hükümdarı, meliki içine giriyor, süpürmekle şeref buluyor. Öyle bir yer orası...

Peygamber SAS bu Hatîm denilen yerde, yâni açık olan yerde oturuyormuş. Orası Kureyş'in eşrafının oturdukları yer, kıymetli yer olduğu için, yüksek şahısların oturduğu yer... O zaman Mescid-i Haram denilen kısım da, şimdi tavaf mahalli olan yer kadarmış. Yâni, şimdiki gibi böyle o tarafa, o tarafa büyük revaklar yokmuş eskiden. Beytullah'ın çevresinde tavaf edilen yer kadar kısım duvarla çevriliymiş, etrafında başka binalar varmış.

Orada bir mânevî hal oluyor. Peygamber SAS Efendimiz'in kalbi, kendisinin ifadesine göre çıkartılıp zemzem suyuyla yıkandıktan sonra içine iman nuru dolduruluyor. Bu nasıl bir hadisedir, artık akıl idrak edemez ama, insan bir şeyler hissediyor, bazı zevkler duyuyor. Bu sözlerin altında yatan tatlı mânâları seziyor.

Ondan sonra SAS Hazretleri işte bu Recebin 27. gecesinde, şu sene-i devriyesi olan günde Mekke-i Mükerreme'den, Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksâ'ya bir gecede götürülüyor.

b. Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksà'ya

Nasıl götürülür?.. Eski insanlar kitaplarda çok uzun sözler söylemişler, ben tebessümle okuyorum. Bugünün insanları kardeşlerimin hiç tereddüt ettiğini zannetmiyorum. Hiç tereddüt etmezler. Yâni Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin kudretinin karşısında bir şey mi bu?.. Allah-u Teàlâ Hazretleri kulunu alıp Mekke-i Mükerreme'den Kuds-ü Şerif'e getirmekten aciz mi?..

Şimdi televizyonda uzay yolu filân diye filmler oluyor. Işınlıyorlar, ordan o tarafa gidiyor şahıs. Herkesin de aklı yatıyor bu işe... Yâni, "Bu nasıl ışınlanıyor da, bu cisim öbür tarafa nasıl gidiyor?" demiyor artık liseli gençler. Hepsi bunu normal karşılıyor.

Onun için, bu işin nasıl olduğuna dair uzun boylu, akla göre söz söylemeye lüzum yok... Aziz Mahmud-u Hüdâî KS, zamanının kutbu, demiş ki bir şiirinde:

Akla kalma er tecellî nûruna,
Şem'a hâcet kalmaz erdikte sabah...

"Ey kardeşim, sen böyle bazı şeyleri aklınla ölçmeye kalkma, akıl terazisine kalma; çünkü sabah olduğu zaman muma ihtiyaç kalmaz ki! Tecelli nuruna er!"

O zaman akıl bir mum gibidir, aydınlatıyor karanlıkları. Her tarafı da aydınlatamıyor. Hasta oluyorsun, doktorlara gidiyorsun; o kadar ihtisas dalları var, hastalığını bilemiyorlar insanın, tedavi edemiyorlar. Bir mesele zihnine takılıyor, gidiyorsun, alimlere soruyorsun; çaresini bulamıyorlar. Bir çok esrârı var kâinâtın, çözmek mümkün değil...

Onun için tecellî nuruna ererse insan, orda her türlü şey olur. Akıl çok kuvvetli bir alet değil, bir alet ama çok kuvvetli değil...

İdrâk-i meâlî bu küçük akla gerekmez,
Zîrâ o terâzi bu kadar sıkleti çekmez.

Yüksek meseleler bu terazide tartılamaz. Bu terazinin bir kapasitesi var. Çok uzun boylu şeyler bunun üstünde tartılamaz. Bakkal terazisinin kapasitesi 25 kilo kadardır. Ona getirip birbuçuk tonluk bir şeyi koyacak olursan, terazi devrilir. Devrilmezse, ezilir, yamyassı olur. Terâzinin bir tâkati var. Akıl da öyle...

Eğer insan nûr-u tecellîye ererse, Allah-u Teàlâ Hazretleri o zaman gösterir, anlatır, anlar.

Bir gecede Mescid-i Haram'dan, bizim Kâbe dediğimiz mübarek binanın bulunduğu yerden, bugün bizim Kudüs dediğimiz, Mescid-i Aksà'nın bulunduğu şehre, Allah-u Teàlâ Hazretleri Peygamber Efendimiz'i götürdü.

--Rüya ile götürmüştür, rüyasında görmüştür...

Rüyasında olsa, o kadar öğünülecek bir şey yok ki; herkes rüya görür, neler görür, nereleri gezer. Rüya ile değil... Ayet-i kerime'de buyruluyor ki:

(Mâ zâğal-basaru vemâ tağà) "Göz kaymadı ve edepsizlik etmedi." Demek ki, gözle görülecek hadiseler cereyan etmiş. Basîretle değil de basarla olan hadiseler cereyan etmiş. Hocanın yatsı namazının ilk rekâtında okuduğu ayet-i kerime İsrâ Sûresi'nin ilk ayetidir. Peygamber Efendimiz'in böyle bir gecede Beytullah'tan Kuds-ü Şerife gittiğini ayet-i kerime isbat ediyor, ifade ediyor. Hiçbir mü'min kimsenin tereddüdü kalmayacak şekilde açıkça beyan eylemiş.

Buyurmuş ki, Allah-u Teàlâ Hazretleri Peygamberimizin bu seyahati hakkında, bismillâhir-rahmânir-rahîm:

(Sübhànellezî esrâ biabdihî leylen minel-mescidil-harâmi ilel-mescidil-aksallezî bâreknâ havlehû linüriyehû min âyâtinâ, innehû hüves-semîul-basîr.) Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin her türlü noksandan münezzeh olduğunu, her türlü kemal sıfatı ile muttasıf olduğunu; bir şeyi oldurmak istediği zaman, (Kün) "Ol!" dediğini ve o şeyin olduğunu belirtmek için, "Sübhânellezî" diye başlıyor. "Şânı her türlü noksandan münezzehtir o zât-ı celîlin, o Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin..." diye, her türlü noksandan onu tenzih eden sübhan sözüyle başlıyor ayet-i kerime...

Yapar mı?.. Her şeye gücü yeter, ne dilerse öyle yapar. Ölüden diri çıkartır, diriden ölü çıkartır.

Ol dedi bir kerre var oldu cihân,
Olma derse, mahvolur ol dem hemân.

Kâinat nasıl oldu?.. Ol dedi, oldu; oldurmuş... "Olma!" derse, "Yok ol!" derse, bir anda mahvolur. Her şeye kàdir... Yâni bizim zâten nasıl oluyor da, gökyüzünde bu kadar dolaşıp duran yıldızların ortasında, bu vakte kadar sağ salim kalabilmiş olduğumuza şaşmak lâzım!.. Bu mahzâ Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin kudretinin isbatıdır. İnsanın elini kalbine koyup "İnandım sana yâ Rabbi!" demesi için bir sebeptir.

Şu gökyüzünde gördüğünüz yıldızların hepsi dolaşıp duruyor. Birbirlerine çarpmazlar mı, küçücük dünyayı ezip geçmezler mi?.. Bu dünyayı yutmazlar mı, bu dünyayı yakmazlar mı?.. Dünyanın yanında Güneş'in büyüklüğü; Güneş kocaman bir büyük küre, dünya onun yanında toplu iğne başı kadar... Bu kadar azamet karşısında, bu kadar dolaşan varlıkların arasında bir çarpışma olmadan bu dünyamızın böyle durması zâten bir hârikulâde hadise...

Allah-u Teàlâ Hazretleri her türlü noksandan münezzehtir. Bu kâinatın sahibidir. Bu esrarı koyan zât-ı celildir. Ne dilerse öyle yapar. Hem her şeyi bilir, her şeyi istediği şekilde tanzim eder.

Kulunu bir gecede götürdü. Esrâ - yüsrî - isrâen; geceleyin seyahat etmek demek. Araplar geceleyin seyahat ederler. Acaba neden?.. Gündüz 60 derece sıcağın altında gidilmez ki! çatır çatır sıcak, kum var, güneş var, su yok, gölge yok... Ne yaparlar?.. Geceleyin çıktı mı,

Arap geceyi çok sever. Onun için "Arabın yâ leyl'i" derler ya... "Ey gece!" diye onlar geceye medhiyeler yazmışlar, ilâhiler okumuşlar, şiirler yazmışlar.

Geceleyin seyahat ederler, gece seyahati çok bilinen bir şeydir. Bu gece seyahat etmeye esrâ derler. (Esrâ biabdihî) "Kulunu geceleyin götürdü." demek. "Bir gecede, geceleyin kulunu Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksà'ya götüren Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin şânı her türlü noksandan münezzehtir."

c. Mescid-i Haram'ın Muhteremliği

Mescid-i Haram neresi?.. Mescid-i Haram Kâbe'nin olduğu mescid... Niye Mescid-i Haram demişler? Orada her türlü edepsizlik haram, oraya her türlü ihtiram vacibdir de onun için... Oraya hürmet etmek lâzım!..

Öyle mübarek bir mahal ki, Mekke'nin müşrikleri bile onun hürmetini bilirlerdi. Ona hürmetsizlik etmekten tir tir titrerlerdi. Hürmetsizlik edecek gibi olsalar, başlarına sabaha kadar ne belâ gelecek diye beklerlerdi. Taşına bir kazma vurmak isteseler, Mekke-i Mükerreme'nin arazisi zelzeleye uğrardı, sarsılırdı, korkarlardı.

Habeşistan'ın komutanlarından Ebrehe'nin hikâyesini bilirsiniz. Ebrehe Habeş komutanı, "Bu Araplar niye bu Kâbe'yi ziyaret ediyorlar diye aklına ters gelmiş. Yemende tutmuş bir kilise binâ etmiş, altınlarla, yaldızlarla güzelce süslemiş. Gelip Kâbe'yi yıkacak, Mekke'nin ziyaret adetini, San'a şehrindeki kendi yaptığı mâbede döndürecek.

Kâbe'yi yıkmak için, bir ordu tanzim etmiş, çıkmış yola... Taif tarafından gelmiş. Şimdi biliyorsunuz Taif yolu, Arafat, Müzdelife tarafından geliyor. Arafat tarafından, Müzdelife'den gelecek, Kâbe'yi yıkacak, dümdüz edecek; bir daha orayı kimse ziyaret edemesin diye orayı yıkacak. Ama ne zaman oluyor?.. Peygamber Efendimiz'in Peygamberliğinden önce oluyor bu, dedesinin zamanında oluyor.

Ağır yükleri taşısın diye fil de koymuş ordusuna... Hattâ Peygamber Efendimiz'in zamanındaki yaşlı kimseler, "Ben orada filin pisliklerini gördüm." diye anlatırlarmış. Oraya gelmiş, ordan öteye fil gitmiyor. Geri döndürürlerse, koşa koşa gidiyor; ileri götürmek isterlerse, kazık saplıyorlar, sopa vuruyorlar, gitmiyor. Orada duraklamışlar.

Bu arada askerler etrafa dağılmış, gördükleri develeri gasbetmişler; kesecekler, yiyecekler. Askere yiyecek içecek de lâzım, biraz da edepsiz olduklarından, ellerinde silâh vs. olduğu için, ahalinin hakkına, hukukuna bakmamışlar. Yüz tane devesini almışlar Peygamber SAS'in dedesi Abdülmuttalib'in...

Abdülmuttalib kalkmış Mekke-i Mükerreme'den, Ebrehe'nin yanına, çadırına geliyor. İzin istiyor, diyor ki:

"--Ey komutan senin askerlerin benim burdaki yüz tane devemi aldı, onları bana geri ver!"

Ebrehe şöyle tepeden bakıyor, diyor ki:

"--Yâhu ben de sana kıymet veriyordum, kıymetli bir insan sanıyordum. Şimdi sen benim gözümden çok düştün. Benin senin şehrini yakmağa, yıkmağa geliyorum. Senin ibadethaneni yakıp harab etmeğe geliyorum. Sen 'Aman, etme eyleme, benim bu mâbedimi yıkma!' diyeceksin, benim elime ayağıma düşeceksin, bana yalvaracaksın diye beklerken; sen hiç oralı olmuyorsun, gelmişsin, 'Yüz tane devemi bana geri ver!' diye kendi malının tasasına düşmüşsün." diye itab etmiş.

Abdülmuttalib Hazretleri'nin cevabı kaya gibi oturmuş kafasına... Diyor ki:

"--Ben develerin sahibiyim; o Beytullah'ın sahibi Allah'tır. O beytini korumasını bilir."

Cevaba ve teslimiyete bak!.. Nerden biliyorlar; daha Peygamber Efendimiz peygamber olmamıştı, Peygamber Efendimiz'in dedesiydi?.. Yâni daha o zaman ahali müşrik, tevhid dini gelmemiş, nerden biliyorlar?.. Tecrübeyle biliyorlar. Bak teslimiyete, nasıl kuvvetle inanıyorlar: "O beytullahın sahibi Allah'tır, o onu korur. Ondan hiç tasa etmiyorum, sen benim develerimi ver!" diyor.

E ne oldu?..

(Fecealehüm keasfin me'kûl) "Yenik ekinlere benzediler o ordunun efendileri.. Allah ebâbil kuşlarını gönderdi, üzerlerine taşlar attılar. Ve onlar içleri yenilmiş, yenilmiş, kalmış ekin taneleri gibi oldular. Mahvoldular, perişan oldular, def olup gittiler. Kâbe'yi yıktırtmadı Allah-u Teàlâ Hazretleri...

Neden?.. Beytullàh... Ne demek beytullah?.. Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin evi, Allah-u Teàlâ Hazretleri'ne ibadet edilen mübarek ev... Allah-u Teàlâ mekândan münezzeh de, Allah'a ibadet edilen yer...

Onun azametine, büyüklüğüne bir başka misâl: Mekke'nin güneyinde Yemen tarafında, Sana'da bir kilise yıkılmış. Onu daha güzel bir şekilde tamir edelim diye, oraların ahalisine Mısır'dan en a'lâ cins keresteler, demirler, inşaat malzemesi vs. bir gemiye yükleniyor. Bakın, her hadiseden müslüman ibret alacak: Kilisenin tamir edilmesi için Mısır'dan aliyyül-a'lâ malzeme yükleniyor gemiye... Gemi tam Cidde hizasına geldiği zaman fırtınaya tutulmuş, karaya vurmuş, batmış. Öbür tarafa gitmiyor, gidemiyor.

Mekke'nin ahalisi de gidiyorlar, diyorlar ki:

"--Mâdem bu buraya battı, parçalandı; bize bu malzemeyi sat!" diyorlar.

Geminin kaptanıyla pazarlık yapıyorlar, o da satıyor. Geminin kaptanı aynı zamanda mimarmış, inşaatı yapmak üzere o malzemeyle beraber onu Mekke-i Mükerreme'ye getiriyorlar.

Sellerden Kâbe-i Müşerrefe'nin duvarları zedelenmiş, temele kadar indirip yeniden yapacaklar ama; orada ağaç yok, tahta yok, malzeme yok, ustalık da eksik... Bakın, Allah öbür tarafta kilisenin yapılması için malzemeyi yola çıkarttırıyor, ama Cidde'de yolunu kesiyor; "Oraya gitmeyecek, buraya gidecek, Beytullah tamir olacak!" diyor. Ve o zaman Beytullah'ı temeline kadar indirip yeniden yapıyorlar.

"Yâ Rabbi, eğer bu yaptığımız şey senin rızana uygun ise ni a'lâ; uygun değilse bize bildir yâ Rabbi!" diye korka korka indirmişler. Mekke'nin müşrikleri bunlar, daha iman gelmedi. Bir taşı bir tanesi yukarıdan indirmiş kazmayla, ötekiler uzaktan bakmışlar:

"--Yarın sabaha kadar buna bakalım! Bunun başına gökten bir felâket inerse, bir azab inerse, hiç dokunmayalım!" demişler.

Ertesi sabaha kadar bakmışlar, hiç bir şey yok... Onun üzerine o gelmiş, yine taşları indirmiş. Temele kadar indirmişler çatlayan duvarları... Temelden yeşil taşlar çıkmış. Orayı da indirmek üzere, bir tanesi kazmayı vurunca, Mekke'nin arazisi zelzeleye başlamış. "Aman, bundan öteye gitmeyelim!" demişler.

Hazret-i İbrâhim AS'ın koyduğu temele dokundurmuyor Allah-u Teàlâ Hazretleri... "Çatlayan yeri düzeltin, onun hesabı yapıldı, o temel öyle kalacak!" diye dokundurtmuyor. Onlar damüşrik oldukları halde bu tecrübelerden biliyorlar Mekke'nin halini... Öyle mübarek yer orası...

Orası peygamberler yatağı... Hazret-i Adem AS'ın otağının olduğu yer, Nuh AS'ın olduğu yer, İbrâhim AS'ın gezdiği yer, Mûsâ AS'ın gezdiği yer... Peygamberlerin cilvegâhı, gezdiği dolaştığı yer, mübarek yer... Allah-u Teàlâ Hazretleri mübarek eylemiş. Onun için Mescid-i Haram... Orada kavga olmaz, döğüş olmaz.

Oraya gayrimüslim giremez! Bugün bile hacca gidenler bilirler, "Gayrimüslimlere yasak, onlar burdan gitsin!" diye yarıyolda bir levha vardır. Onları başka yola, Taif yoluna verirler. Ancak müslüman olanlar girer Mekke'nin arazisine...

(İnnemel-müşrikûne necesün felâ yakrabül-mescidel-harâme ba'de àmihim hâzâ) [Müşrikler ancak bir pisliktir. Onun için bu yıllarından sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar!] ayet-i kerimesine göre müşrik giremez oraya... Öyle mübarek bir yer...

Orası mübarek. Peygamber SAS Hazretleri Allah'ın sevgili kulu... O mübarek yerden Mescid-i Aksà'ya götürüldü.

d. Mescid-i Aksà'nın Mübarekliği

Mescid-i Aksà ne demek?.. Uzaktaki mescid demek. Mekke'ye göre uzakta olduğu için, Kudüs'teki mescide Mescid-i Aksà denmiş. Peygamber Efendimiz hadis-i şerifinde, "Ben Beytül-Makdis'e gittim dediği için biliyoruz ki Kudüs'teki Mescid-i Aksà camii...

(İlel-mescidil-aksallezî bâreknâ havlehû) Mescid-i Haram'dan aldık kulumuzu, bir gecede Mescid-i Aksà'ya götürdük. Nasıl Mescid-i Aksà?.. (Bâreknâ havlehû) Çepeçevre etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksà'ya götürdük. Orası da mübarek bir yer.

İki çeşit mübarekliği:

1. Mânevî bakımdan mübarek. Orası da peygamberlerin cilvegâhı, dolaştıkları yerler, Kuds-ü Şerif... Bizim canımız gidiyor şimdi orası bizim elimizde değil diye. Orası da mübarek bir yer... Peygamberlerin çoğu oralarda yaşamışlar, çoğu o çevrede medfun... Orası ve çevresi bir çok peygamberlerin medfun bulunduğu bir yer...

2. Etrafında bir de maddî bereket var... Bağlar, bahçeler, sular, tatlı ovalar... Maddî bakımdan da fevkalâde hoş nimetlerin toplanmış olduğu bir mübarek arazi...

Böyle mübarek kıldığımız bu araziye, kulunu bir gecede götüren Allah-u Teàlâ Hazretleri her türlü noksandan münezzehtir. Her türlü kemâlât ile muttasıftır. Ne dilerse öyle yapar, her şeye gücü yeter, hiç acizlik getirmez. Ne isterse onu yapmağa gücü yeter.

Neden bu seyahati yaptırmış Allah-u Teàlâ Hazretleri?..

(Linüriyehû min âyâtinâ) "O Peygamber-i zîşâna bizim ayetlerimizi gösterelim diye onu öyle getirttik." diyor Allah-u Teàlâ Hazretleri...

Ayet, büyük alâmet, insanın imanını arttıran büyük hadise, büyük iş demek. Neler gördü neler Peygamber Efendimiz... Bir kere Kuds-ü Şerif'te bütün peygamberlere imamlık eyledi. Ondan sonra Kuds-ü Şerif'ten Mi'racı gördü, Mi'rac eyledi. Sonra göklerde yedi kat semânın bekçilerini gördü, kapılarını gördü. O semadaki peygamberlerle görüştü. Cehennemi gördü, cennet-i a'lâyı gördü. Sidretül-Müntehâ'ya erişti. Cebrâil AS boynunu büktü:

"--Benim yolum buraya kadar, ben burdan öteye geçemem! Bir parmak daha ileri gitsem, yanarım." dedi.

Yâni Cebrâil AS da öteye geçemediği çizgiden, Allah-u Teàlâ Hazretleri Peygamber Efendimiz'i aldı, a'lâ-yı illiyyîne, hacere-i kudsüne, makamına, huzur-u Rabbil-àlemîne celb eyledi; neler vahy eylediyse vahy eyledi. Çok şeyler gösterdi, çok lütuflarda, ihsanlarda bulundu. (Linüriyehû min âyâtinâ) "Ayetlerimizi gösterelim diye böyle eyledik." buyuruyor Kur'an-ı Kerim.

Bir tefsir kitabında da gördüm ki, (Linüriyehû) "Biz rasûlülah'ı gösterelim diye... (min âyâtinâ) Ayetlerimizden bir ayet olarak Rasûlüllah'ı gösterelim diye yaptık bunu!" diye mânâ verilmiş. Bir de o mânâ var.

Yâni, "Bakın, Rasûlüllah böyle bir kimse!.. Hiç bir beşer böyle bir şerefe, böyle bir mertebeye ermiş mi?.. İşte Rasûlüllah erdi. Bak ibret alınacak, bağlanılacak bir nümûne!" diye, Rasûlüllah'ı bir mümtaz nümûne olsun diye, bir ayet olsun diye biz getirdik bu işi... Ayetlerimizden bir tanesi olarak, Rasûlüllah'ı insanlara gösterelim diye, işte Mi'rac yapmış bir peygamber diye, onu gösterelim diye bu hadise böyle oldu mânâsına da gelir.

(İnnehû hüves-semîul-basîr) "Allah-u Teàlâ Hazretleri her şeyi işiten, her şeyi gören zât-ı celildir. Her şeye gücü yeter." diye bu ayet-i kerime bize, o hadisenin vuk bulduğunu bildiriyor. Nasıl olduğuna hiç tereddüdümüz yok, kalbimiz yakîn dolu. Öyle oldu. Allah-u Teàlâ Hazretleri Peygamber Efendimiz'i aldı ve Kuds-ü Şerif'e getirdi.

e. Kureyş'in İtirazları ve Deliller

Peygamber Efendimiz de bildirdi Kureyş'e:

"--Ben bu gece Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksà'ya götürüldüm." dedi.

Bunun üzerine herkes, "Tamam, fırsat bulduk!" diye başladılar itiraza, başladılar gülmeye... Onların itirazları ve gülmeleri de bu hadisenin hem cismen, hem bedenen olduğunun delili... Öteki türlü olsaydı, hiç ses çıkartamazlardı. Bu da onun delili...

Dediler ki:

"--Söyle bakalım Kudüs nasıl?.. Kaç tane kapısı var, kaç tane penceresi var?.. Pencerelerinin üstünde ne var, altında ne var?.."

Çok sıkıldım diyor Peygamber Efendimiz. Çünkü, o seyahatte cama pencereye mi bakar insan?.. Huzur-u Rabbil-àlemîne giderken kapı mı sayar?..

Hacca gidiyor bizim kardeşlerimiz; "Harem-i Şerif'in kaç tane kapısı var, kaç tane minaresi var?" diye onunla meşgul oluyor, biz ayıplıyoruz. Sana ne yâ, Harem'in sahibine baksana!.. Sen binayı mı görmeğe gidiyorsun, Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin beytini ziyaret edip kulluğunu arz etmeye mi gidiyorsun?..

Tabii, Peygamber Efendimiz de dikkat etmemiş ama, Kureyş müşrikleri sinsi sinsi soruyorlar:

"--Kaç tane kapısı var?.."

Diyor ki Peygamber SAS: "Nihayet Kudüs ile aramdaki mesafeyi Allah kaldırdı, görerek cevap verdim, sayarak cevap verdim."

"--Şu kadar kapısı var, şurdaki kapısı şöyle, burdaki kapısı böyle..."

Kudüs'ü görenler, hepsi demişler ki:

"--Doğru söylüyor, tam böyle, benim gördüğüm gibi, bildiğim gibi, tam bu tarzda..."

O zaman susmuş kalmışlar.

"--Pekiyi, başka delilin var mı?" diyorlar.

"--Evet var... Yolda giderken, sizin kervanlarınızdan bir kervan gördüm, hayvanlarını kaybetmişlerdi, hayvanlarını onlara buldurttum. 'Bu tarafta... Bu tarafta...' diye onları kendi tarafıma çeke çeke hayvanlarının yanına kada getirttim, hayvanlarını buldurttum. Gelince sorun!" diyor

Kervan geldiği zaman soruyorlar. Kervandakiler:

"--Evet, devemiz kaybolmuştu, nerde olduğunu bilemez durumdaydık. Bir ses bizi çağırdı, o sesin olduğu yere gittik, kaybolan hayvanımızı öyle bulduk." diye söylüyorlar.

"--Başka delilin var mı?.." diye yine soruyorlar.

"--Evet var... Sizin bir kervanınız geliyor Mekke'ye doğru... Onların develerinin bir tanesinin üstünde su kabı vardı uzunca... Susamıştım, o suyu içtim, o su kabı boşaldı; onu sorun!" diyor.

Bak bunlar, maddî delil bırakıyor ki, insanlar itiraz edemesinler diye.

Çöle giderken su kıymetlidir. Suyu kimse içmez, boş yere de harcamazlar, sıkı sıkı da ağzını kapatırlar. Onun için, "O suyun kaybolmasından akılları başlarına gelmiştir, onlara sorun!" diyor.

Diyorlar ki:

"--Kaç tane hayvan var? Öndeki devenin cinsi ne, üstündeki yükün cinsi ne?.."

Yine başlıyorlar teferruatlı teferruatlı sormaya... Diyor ki Peygamber SAS Efendimiz: "O da gözümün önüne getirildi, ben de görerek öyle cevap vermeğe başladım." diyor.

Allah gösterince görür. Hadis-i şerifi bilmiyor musunuz? Hadis-i kudsîde Allah-u Teàlâ Hazretleri, "Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşır durur. Nihayet ben onun gören gözü olurum, işiten kulağı olurum, söyleyen dili olurum, tutan eli olurum, yürüyen ayağı olurum." buyurmuyor mu?..

İşte Allah gören gözü oldu mu, Mekke'den Kudüs'ü göstertir. O uzaktaki ertesi gün gelecek kervanı göstertir. Allah-u Teàlâ Hazretleri yürüyen ayağı oldu mu insanın, bir gecede Mekke-i Mükerreme'den Mescid-i Aksà'ya götürür. Allah her şeye kàdirdir.

Diyor ki:

"--Ön taraftaki deve şu renkte, üstüne iki tane harar atmışlar. Hararın rengi şöyle..." filân diye tek tek tarif ediyor. "Yarın sabah güneşle beraber gelecek bu tarafa... Yarın sabah güneş doğarken Mekke'de olacak bir uzaklıkta..." diye söylüyor.

"--Tamam, bu kuvvetli bir şey..." diyorlar, hemen koşuyorlar seniyyeye...

Seniyye, yüksek tepe, yolun gözlendiği yer. Çıkıyorlar, orda beklemeğe başlıyorlar. Bir tanesi sesleniyor:

"--Ooo, güneş doğuyor."

Öbür taraftan da başkası:

"--Kervan da göründü." diyor.

Rasûlüllah söyledi; ordan güneş doğuyor, burdan da kervan gelecek tabii... Yaklaşıyor kervan, bakıyorlar, Rasûlüllah Efendimiz'in tarif ettiği renkte bir deve önde, devenin üstünde Efendimiz'in tarif ettiği şekilde yükler...

Gidip soruyorlar:

"--Sizin su kabınızın durumu nasıl?"

Bakıyorlar, su yok... "Ağzını sımsıkı bağlamıştık, bunun içi su doluydu." diyorlar. Rasûlüllah'ın dediği gibi çıkıyor.

İşte bunlardan, bu delillerden, bu hadis-i şeriflerden; her şeyden önce İsrâ Sûresi'nin ilk ayet-i kerimesinden, Peygamber Efendimiz'in bir gecede Mekke-i Mükerreme'den Kuds-ü Şerif'e vardığına şek şüphe yok!..

(Kubbetüs-Sahrâ Resmi)

f. Mi'rac, Semâya Yükseliş

Ordan ötesi... Kubbetüs-Sahrâ diyoruz, altınlı kubbesi var. İslâm mecmuasının geçen sayısında, o boynu bükük yerin resmi vardı. İşte orda bir kaya var kalkık, orada peygamberlere imamlık ettikten sonra, semâya çıkıyor Peygamber SAS Efendimiz...

Semâya çıkar mı?.. İnsanlar çıkıyor ya Yirminci Yüzyıl'da; satellitlerle çıkıyorlar, uydularla çıkıyorlar, jet uçaklarıyla çıkıyorlar... Kâinatın sahibi aciz mi?..

"Bana Mi'rac getirildi." diyor. "Mi'rac çok güzel bir şey, onun kadar güzel bir şey görmedim." diyor. Şimdi anlatan bizim din kitaplarında diyorlar asansör... Bana çok soğuk geliyor; asansör ne, Mi'rac ne?.. Yâni kıyas edilir mi, birisi ötekisine?.. Asansör için yanında halatlar lâzım, motor lâzım... Belli bir yüksekliğe kadar çıkabilir, iki tarafında duvar olmazsa çıkamaz. Ne asansörü, asansör mü Mi'rac?..

Mi'rac çok güzel bir şey, göğe çıkış vasıtası, ama ne?.. Çıkarsa bilir insan, çıkmayan nerden bilecek?.. Peygamber efendimiz diyor ki: "Fevkalâde güzel bir şey, onun kadar güzel bir şey görmedim." diyor. "Hattâ insan vefat edeceği zaman, o Mi'rac'a gözünü diker." diyor. Rûhu bedenden göklere çıkacak ya, ona gözünü diker diyor.

Ordan Cebrâil AS ile beraber, ben yukarıya çıkartıldım. Demek ki, başka türlü bir şey... Beraberce yukarıya çıkartılmışlar. "Birinci semânın kapısına getirildik."

--Semanın kapısı mı olur, gökyüzüne baktığımız zaman ortalık masmavi görünüyor.

Evet ayet-i kerimelerde geçiyor, semânın kapıları var.

(Ve kânet ebvâben) diye Amme Sûresi'nde geçmiyor mu?.. Daha başka ayetlerde var.

Evet, semânın kapısı var. Öyle ki, o semânın kapısında (hafezetül-bâb) kapının bekçisi de var. O semâdan öbür semâya izinsiz geçiş mümkün değil. Soruyorlar melekler:

"--Kimdir?"

"--Ben Cebrâilim, yanımdaki de Hazret-i Muhammed'dir." diyor, Peygamber Efendimiz'i tanıtıyor.

"--Kendisine Mi'rac için müsaade, dâvet oldu mu?" diye soruyorlar.

"--Evet, kendisi çağırılmıştır." deyince kapıyı açıyorlar.

Semânın kapıları var, başkası öbür tarafa geçemez; ama nasıl?.. Bu semânın yüksekliği ne kadar, ilkönce onu söyleyeyim. Tebâreke Sûresi'nde ayet-i kerimede buyuruyor ki Allah-u Teâlâ Hazretleri:

(Velekad zeyyennes-semâed-dünyâ bimesâbîha ve cealnâhâ rucûmen liş-şeyâtîn) Semâed-dünyâ, dünya semâsı değil, bakıyorum mealciler yanlış tercüme ediyorlar; en yakın semâ demek, ikisi de elif-lâmlı geliyor cünkü... Hemen Kur'an-ı Kerim'i tercüme etmek kolay değil ki... "Biz en yakın semâyı yıldızlarla donattık." diyor. Bu yıldızların olduğu yerin hepsi birinci kat semâ demektir.

--Hocam, beş milyon senede ışığı gelen yıldızlar var...

İşte öyle, burası birinci semâ... Bunun arkasında daha altı kat semâ var. İnsan burdan oraya nasıl gider?..

--Hocam, ışık hızıyla gitmiştir.

Işık hızı yeter mi?.. Işık hızıyla ışık ordan çıkıyor, beş milyon senede geliyor. Peygamber SAS Hazretleri bir gecede çıkmış!.. Işık hızı ne, hangi ışık hızından bahsediyorsun?.. Elhamdü lillâh biz de biraz fizik kimya okuduk da, susturuyoruz. Yoksa müslümanların tepesine çıkarlar, "Siz bilmiyorsunuz." derler. Biz sizin bildiğinizi de biliyoruz ama, siz bizim bildiğimizi bilmiyorsunuz. Biz sizin bildiğiniz her şeyi okuduk, sen bizimkini okudun mu?.. Boynunu bük, elpençe divan dur, biz de öğretelim!..

Birinci semâdan insanlar geçemediği gibi, ameller bile geçemiyor. Semânın müvekkel melekleri, melekler tarafından gökyüzüne çıkartılan namazların, oruçların, hacların, zekâtların, zikirlerin, tesbihlerin önünü kesiyorlar. Diyorlar ki:

"--Bu ameli götür, sahibinin yüzüne çarp, çünkü bunu riyâ ile yaptı. Allah bana emreyledi, riya ile yapılan ameli ben burdan öbür tarafa geçirmem!" diyor.

Hadis-i şerifler var. Değil insanın geçmesi, başka bir varlığın geçmesi, insanların yaptığı namaz, oruç, hac, zekât, tesbih gibi ibadetlerin sevabı bile geçemiyor o vazifeli yerlerden. Onun için onu sen bir kapı gibi düşünme; "İki kanatlı mı, üç kanatlı mı; anahtarı ne cins; yale kilit mi, kale kilit mi?.." diye düşünme, başka bir şey... Görmediğin bir şey, anlamadığın bir şey ama, böyle bir şey var...

g. Semâlarda Peygamberlerle Görüşme

Peygamber Efendimiz birinci semâya geldi, orda bir yaşlı zât gördü.

"--Bu kimdir?" diye sorunca.

Cebrâil AS:

"--Bu Hazret-i Adem atandır." dedi.

Birinci semâda Adem Atamızı gördü Peygamber SAS Efendimiz. O mübarek Adem Atamız AS, sağ tarafına bakınca gülermiş, sol tarafına bakınca ağlarmış. Sağında mü'min evlatlarını görür, sevinirmiş; solunda kâfirleri görüp üzülürmüş. Kendi evlâdı ya, üzülmez mi baba?..

Bak kâfirin, günahkârın zararı nerelere dokunuyor! Adem Atamızın gözünü yaşlandırıyor. Onun için Peygamber SAS Efendimiz bir hadis-i şerifinde buyurmuş ki:

"--Kulların yapmış olduğu ameller cuma günü anna - babalarına arz olunur. Onlar da bu evlâtlarının yaptığı güzel amellerden sevinirler, yüzlerinin nuru artar. Yaptıkları kötü amellerden dolayı da mahzun olurlar, üzülürler. Allah'tan korkun da, ölmüşlerinizi ezalandırmayın!" diyor Peygamber Efendimiz.

Gördün mü, insan günah işleyince nelere varıyor iş, ne zararlara uğruyor?.. Uyuyorsun nefsine, uyuyorsun şeytana... Allah korusun, Allah kurtarsın, Allah şeytana, nefse esir etmesin... Yolunda dâim eylesin, zikrinde kàim eylesin... Bak, nerelere zararı oluyor, Adem Atamızı ağlatıyor. Orası dikkatimi çekti.

İkinci semâda Yahyâ AS ile İsâ AS'ı görmüş. Üçüncü semâda Yusuf AS'ı görmüş. Dördüncü semâda İdris AS'ı görmüş. Beşinci semâda Hârun AS'ı görmüş, altıncı semâda Mûsâ AS'ı görmüş. Mûsâ AS diyor ki:

"--Benden sonra genç bir kimse olarak geldi, ümmeti benden çok!" diyor.

Bu da dikkatimi çekti. Ne yapalım, genç olur. Hâzâ min fadli rabbî, dilediğine ihsân eder. Yâni Peygamber Efendimiz'e imrenmiş. "Benden sonra gelmiş genç kimse, ama ümmeti benim ümmetimden çok!" diyor. Peygamber Efendimiz'in ümmetinin çokluğu dikkatini çekmiş.

Bizim Peygamber Efendimiz de:

"--Ben mahşer yerinde benim ümmetimin çokluğu ile iftihar edeceğim, mübâhat edeceğim!" buyuruyor.

Onun için Peygamber Efendimiz'e iyi ümmet olmağa çalışalım!..

Sonra, yedinci semâda İbrâhim AS'ı görüyor. İbrâhim AS hakkında diyor ki:

"--İçinizde şu kardeşiniz kadar ona benzeyen, onun kadar da şu kardeşinize benzeyen başka kimse yok!" diyor.

Kardeşiniz dediği kim?.. Rasûlüllah SAS Efendimiz'in kendisi... Öyle derdi; (Sàhibiküm) "Sizin sohbet arkadaşınız, kardeşiniz." diye kendisinden bahsediyor. Öyle mübarek huylu bir peygamberdi. Kendisinden böyle üçüncü şahıstan bahseder gibi mütevâziâne bahsederdi. Hâsılı, Hazret-i İbrâhim'e çok benzermiş, burdan onu anlıyoruz.

İbrâhim AS tabii, memnun oluyor, her bir peygamber memnun oluyor. "Merhabâ, ey sàlih peygamber, hoş geldin!" diye güzel sözlerle iltifat ediyorlar.

h. Sidre-i Müntehâ'dan Sonrası

Ondan sonra bir yüksek fezâya çıkıyor, ondan sonra Sidretül-Müntehâ'ya geliyor. O Sidretül-Müntehâ hakkında burda çok şey söyleyemeyeceğim. Orada Cebrâil AS da kalıyor. Ondan sonra Refref ile, Peygamber Efendimiz daha ötelere gidiyor.

Refref nedir?.. Sahabeden bir zât-ı muhterem, "Bir yaygı, bir örtü, yeşil bir perde gibi bir şey..." diyor. Peygamber SAS Efendimiz'i almış, huzûr-u Rabbil-àlemîne götürmüş.

Süleyman Çelebi'ye Allah rahmet eylesin, ne kadar güzel söylemiş. Bu Mi'rac hadisesini en güzel anlatan mübareklerden birisi... Diyor ki:

Şeş cihetten ol münezzeh zül-celâl,
Bî-kem ü keyf ana gösterdi cemâl.

Şu sözün güzelliğine bak!.. Yâni şöyle bir kitap yazsa, şu sözün güzelliklerini anlata anlata bitiremeyecek gibi geliyor insana...

Nedir Allah-u Teàlâ Hazretleri?.. Zül-Celâldir, celâl ve cemâl sahibidir. Şeş cihetten, altı cihetten münezzehtir; sağda diyemezsin, solda diyemezsin, önde, arkada diyemezsin, yukarıda, aşağıda diyemezsin! Her yerde hàzır ve nâzırdır.

(Feeynemâ tüvellû fesemme vechullàh) "Gönlünü nereye dönsen, Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin zât-ı şerifi ordadır.)

(Ve hüve meaküm eyne mâ küntüm) "Nerede olursanız olun, o sizinle beraberdir." Uzak olsa, rubûbiyeti cârî olur mu?.. Onun kudretinin ermediği, ilminin ermediği, erişmediği yer olsa, rubûbiyeti noksan olur. Her türlü noksandan münezzehtir. Her yerde hàzır ve nâzırdır. Amennâ ve saddaknâ...

"Şeş cihetten ol münezzeh Zül-celâl" diyor, Allah-u Teàlâ Hazretleri'ni böyle güzel anlatmış Süleyman Çelebi. Ondan sonra da diyor ki: "Bî-kem ü keyf ana gösterdi cemâl."

Bî-kem ne demek; miktar söylenemeyecek bir tarzda... Bî-keyf ne demek; keyfiyet anlatamayacak tarzda demek. Yâni dille ifade edilemeyecek, sıfat bulunamayacak bir şekilde ve miktar olarak anlatılamayacak bir tarzda ona cemâlini gösterdi.

......

Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin künhünü anlayamayacağını insanın idrak etmesi, Allah'ı idrak etmesidir. Benim aklımın ereceği bir şey değil, onu gözler idrak edemez, o gözleri idrak eder. Beşerin kuvâsı, hadiseleri, Allah-u Teàlâ Hazretleri'ni ihata edemez, o nasıl dilerse öyle tecellî eder. Onu anlayamayacağını insan anladı mı, işte o anlayıştır. (Vel-vasfi an vasfi zâtillâhi işrâkihî) Allah'ın zâtı, şöyleydi, böyleydi tarzında mücessime gibi, daha başka bir şekilde Allah hakkında bir şeyler söylerse, o şirk olur. "Anlayamadım, tamam..." diye boynunu bükerse, anlayış o işte...

Bî kem ü keyf, tarife sığmaz bir tarzda, lafla anlatılamayacak bir şekilde, Allah-u Teâlâ Hazretleri Peygamber Efendimiz'i huzur-u âlîsine alıp iltifat eyledi. Ne dilerse onu vahy eyledi, ona neler neler ihsân eyledi o gece... Yâni biz onları anlayamıyoruz. İkisi arasında, anlaşılması mümkün olmayan, hoş, latif haller...

i. Rasûlüllah'a Ümmet Olma Şerefi

O gecenin bereketi ile, şimdi biz kendimize dönelim, biz onları anlayamıyoruz, boynumuz bükük; ama bir şeyden iftihar duyuyoruz ki, o Rasûlün ümmetiyiz. Elhamdü lillâh, ellezî cealenâ min ümmetihî; bizi onun ümmetinden yapan Allah'a sonsuz hamd ü senâlar olsun...

En şerefli peygamberin, en şerefli ümmetiyiz! Elindeki nimetin kadrini bil!.. Ne yapıyorsun, bu nimetleri bırakıp başka nimetlerle meşgul olur mu insan?.. Sofranın üstündeki kaymakları, tatlıları bırakıp da insan yerdeki mezbeleye gider mi?..

Onun ümmetinden olmak en büyük şeref... Allah-u Teâlâ Hazretleri bizi onun sünnet-i seniyyesini öğrenip, izinden kıl kadar ayrılmadan, şefaatine erecek bir tarzda yaşayıp, onun iltifatına mazhar olanlardan eylesin...

Peygamber SAS buyurmuş ki:

"--Ümmetin fesada uğrayacağı zamanda, benim sünnetime sarılana yüz şehid sevabı var."

Bir rivâyette de, (felehû ecri şehîd) şehid sevabı var demiş. Ona da razıyız. Şehid, Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin en yüksek kulu... Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin yoluna canını vermiş bir kimse... Şehid sevabı alıyor veyâhut yüz şehid sevabı alıyor.

Onun için ben böyle, gece gündüz her konuşmamda, yakaladığım zaman size söylediğim, "Aman Peygamber Efendimiz'in sünnetine sımsıkı sarılın!" dediğim bundan... Yol kimin yolu?.. Peygamber Efendimiz'in yolu... Gerisi şaşırtır, yanıltır. Başka salâhiyetlmi insan yok bu sahada, bu sahanın salâhiyetli insanı Rasûlüllah SAS Efendimiz... Onun sünnetini oku!..

Her şeyi anlatmış. Hayran kalıyoruz. Şurda beraberce okuyoruz pazar günleri hadis-i şeriflerini; her pazar bir başka türlü hayran oluyoruz, tâkâtimiz kalmıyor, hayran yığılacak hale geliyoruz. Her şeyi anlatmış Rasûlüllah Efendimiz... Okusan, nerdeyse senin işe giderken yapacağın şeyi de anlatacak... Bu ümmet şaşırmasın, hak yoldan ayrılmasın, Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin rızasına aykırı iş yapmasın diye, o kadar ince teferruatı ile her şeyi bildirmiş.

Hac yaptığı zaman Arafat'ta ümmetine tavsiyelerde bulunmuş, bulunmuş; elini kaldırmış, (Allàhümme hel bellağtü?) demiş.

"--Yâ Rabbi, tebliğ ettim mi, senin emirlerini bu insanlara bildirdim mi? Şâhid ol yâ Rabbî!.."

Bildirdin yâ Rasûlallah!.. Ama bizde o hazinenin kıymetin bilecek kafa lâzım!.. İz'an lâzım, irfan lâzım!..

Onun için Peygamber Efendimiz'in hadislerini okuyun, hayatını okuyun!.. Bak, Asım Köksal dostumuzun güzel kitabı Pakistan'dan bile mükâfât aldı. Peygamber Efendimiz'in hayatını anlatıyor. Sayfa sayfa okuyun!..

Hadis-i şerif kitapları neşrediliyor; alın, okuyun! Raflarda durmasın her akşam yirmi sayfa, otuz sayfa okuyun! Rasûlüllah Efendimiz'in hayatını okuyun!.. Çok da kolaydır. Hadis-i şerif fıkra gibidir. Sekiz satır, on satır, oniki satır; çok kolay okunur. Ümmî de anlar, alim de anlar, anlamamak mümkün değildir. Hadisin bereketi o, herkes anlar. Küçük ilkokul çocuğu da anlar, üniversite profesörü de anlar. Ama neler anlar... Anlayışta fark olur ama, hepsi anlar.

Rasûlüllah'ı öğrenin, izinden ayrılmayın!.. Onun ümmeti olmak en büyük şereftir. Böyle Mi'raca mazhar olmuş bir peygamberin ümmetiyiz, elhamdü lillâh... Bu akşam bizim içimizin iftiharla dolması lâzım! Bu bir...

j. Mü'minin Mi'racı Namaz

İkincisi: Süleyman Çelebi ifade etmiş alacağımız dersi... Buyurmuş ki rahmetullàhi aleyh, rahmeten vâsiaten, ne mübarek zât imiş, ne tatlı söylemiş:

Sen ki Mi'rac eyleyip kıldın niyâz,
Ümmetin Mi'racını kıldım namaz.

Allah-u Teâlâ Hazretleri böyle buyurdu diyor Süleyman Çelebi... Peygamber Efendimiz o huzur-u Rabbül-İzzet'den ayrılmak ister mi?.. İstemez ama;

Avdet idüp da'vet et kullarımı,
Tâ gelüben göreler dîdârımı!

"Sen ey peygamberim, git kullarımı benim yoluma davet eyle; onlar da gelip benim dîdarımı görsünler!" Cehennemde dîdar görülmeyecek, cennette görülecek. Peygamber Efendimiz'in tavsiyesini, davetini dinleyeceğiz, yolundan gideceğiz, cennette göreceğiz.

Cennet ehlinin de müstesnâlarına ikram... Cuma günleri cennet ehlinin derecesi yüksek insanlarına Allah-u Teàlâ Hazretleri;

"--Size bir nimet ihsân edeyim!" diyecek.

Diyecekler ki:

"--Yâ Rabbi, her nimeti verdin bize...

(Mâ lâ aynün reet, velâ üzünün semiat ve lâ hatera bimâ ehad) Hiç bir kimsenin gönlüne doğmayan, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği nimetleri verdin bize, hiçbir ihtiyacımız yok ki!.."

Cemâlini gösterecek, cemâlullahı görünce, mest olacaklar.

(Selâmün kavlen min rabbir-rahîm) Selâmını alacaklar, Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin selâmına mazhar olacaklar. Eve geldikleri zaman ev ahalisi diyecek ki onlara:

"--Size bugün ne oldu, kokunuz güzelleşmiş, nurunuz ziyadeleşmiş?"

Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin cemâli ikramına, selâmı ikramına mazhar olacaklar. Gelip de Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin dîdarını görmek için, Rasûlüllah'ın davetine uymak lâzım!.. Bunu hiç unutmayalım.

Sen ki Mi'rac eyleyip kıldın niyâz,
Ümmetin Mi'racını kıldım namaz.

"Ey Rasûlüm sen geldin, Mi'rac ettin, hiç bir beşere nasib olmayan bu yüksek mertebeleri buldun. Benim huzuruma geldin, bî-kem ü keyf o tatlı anlar yaşadın. Ümmetinin Mi'racını da namaz eyledim." diyor. Bizim Mi'racımız ne, hadis-i şerifte geçiyor:

(Essalâtü mi'râcül-mü'min) "Namaz mü'minin Mi'racıdır."

Peygamber Efendimiz peygamberlerin en büyüğü idi, seyyidil-evvelîn vel-âhirîn idi, mi'rac eyledi; sen de namazda Mi'rac et!.. "Allahu ekber" dediğin vakitte, "Hiç bir şeyle mukayese edilmeyecek şekilde Allah-u Teàlâ Hazretleri her şeyden daha büyük!" de, at her şeyi arka tarafa, Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin huzurunda elpençe divan dur, boyun bük!.. Ona hamdü senâ eyle, onun ayetlerini okuyarak ona hitâb eyle!.. Ondan sonra önünde rükû eyle, pâk alnını onun huzurunda secdeye kapa!.. Onu tesbih eyle, her türlü noksandan tenzih eyle!.. Bunları şuurla yap, o da Mi'rac olur.

Olmuş, olmayacak bir şey değil... Hazret-i Ali Efendimiz, Hazret-i Hüseyin Efendimiz, diğer sahabe-i kiram, namaz kıldıkları zaman kendilerinden geçerlermiş. Vücudlarına batmış olan zırhı çıkartırlarmış da, duymazmış. Kendinden geçiyor yâni, nasıl oluyorsa... Öyle namaz kılmak lâzım!..

İki insan camiye gelir, aynı namazı kıldıkları halde birisi bir parmak ucu kadar bir ecir alır, ayrılır; ötekisi çok büyük ecirler alır, ayrılır. Neden?.. Şuur farkı...

Aman bu namazı küçümsemeyin, ehemmiyetsiz bir ibadet sanmayın!.. Bu namaz mü'minin Mi'racıdır. Şu Mi'rac gecesinde bir kere daha ifade ediyoruz, mü'minin Mi'racıdır. Zâten bu Mi'rac gecesinde hediye olarak, bu mübarek Mi'racın bir hatırası olarak beş vakit namaz farz olmuştur. Kim sıdk ile bu beş vakti edâ ederse, elli vakit namaz kılmış gibi Allah ecir verir. Çünkü bir iyilik on misli ile mükâfâtlandırılıyor. Mi'racdan dönüşteki o Mûsâ AS'ın tavsiyesi üzerine, elli vakit namaz farz olmuşken, onun indirilmesiyle ilgili rivayetleri bilirsiniz.

Eskiden, Mi'rac'dan evvel, müslümanlar sabah ve yatsı namazlarını kılarlarmış. Mi'rac gecesinde beş vakit namaz farz olmuş. sabah, öğle, ikindi, akşam, yatsı... Ne güzel olmuş. Günün en önemli vakitlerinde ne güzel oluyor da, şu çirkef dünyanın pisliğinden sıyrılıp abdest alıyoruz, günahlardan âzâlarımızı temizliyoruz. Rabbil-àlemîn'in huzuruna duruyoruz, melekleri imrendirecek bir tarzda saf bağlıyoruz. Ondan sonra onun huzurunda rükû ediyoruz, secde ediyoruz. Ona tahmid ediyoruz, tesbih eyliyoruz, zikreyliyoruz.

Ne güzel!.. Elhamdü lillâh Allah-u Tiàlâ Hazretleri bizi müslüman eylemiş, en güzel ibadetlerle bizleri şereflendirmiş.

k. Allah'ın Dinine Hizmet

Peygamber Efendimiz Mi'rac'dan geldikten sonra, işte bu olanları ümmetine anlattı da... Ümmetine de anlattı, öteki müşriklere de anlattı. Zâten, Peygamber Efendimiz'in dünyaya gelmesinden sonra insanların hepsi Peygamber Efendimiz'in ümmetidir. Nasıl ümmet oluyor?.. Bir kısmı ümmet-i da'vet, bir kısmı ümmet-i icâbet... Peygamber Efendimiz'in sözünü dinleyip, emrini anlayıp, ona uyanlar, davete icabet ediyorlar. Ötekiler belki gelirler, o da olur. Bakarsın, eğer parmağını kaldırıp, kelime-i şehâdet getirip, "Lâ ilâhe illallah, muhammedün rasûlüllah" derse, o da onun ümmeti olma şansına sahibdir. Onun için onlara da ümmet-i da'vet derler.

Afrika'daki, Amerika'daki, Kanada'daki, Avustralya'daki insan, bakarsın, bir babayiğit, çalışkan müslüman gider;

"--Siz ne yapıyorsunuz yâ?.. İslâm var, iman var, Kur'an var; bak Allah-u Teàlâ Hazretleri şöyle buyuruyor. Bu puta nerden tapıyorsunuz, bu istavroza nerden değer veriyorsunuz?.. Hak yola gelsenize!.." der, bakarsın müslüman olur.

Allah'ın has, hâlis kulları çok... Allah yolunda cihad eden, Allah'ın dinini yaymaya çalışan nice insanlar var...

Size de tavsiye ederiz ki: İnsanların yaptığı çalışmaların en güzeli, dine hizmettir, Allah'ın yoluna çağırmaktır. Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin dinine yardım ederseniz, bu din yayılır; yardım etmezseniz, kendi evlâtlarınız bile elinizden kaçar. Biz kendi dinimizi kaybederiz, Allah korusun... Ezanlar okunan bu beldelerde, bir zaman sonra çanlar çalınmağa başlar, khafirler dolaşmağa başlar. Ama dışardan gelmemiş olur onlar; senin, benim, onun akrabası olur.

O bakımdan hepimiz Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin yoluna, dinine hizmet edeceğiz. Yalnız hocalar değil; böyle camide sarık sarmış, cübbe giymiş hocalar değil, herbiriniz Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin yoluna hizmet edeceksiniz. kardeşinizi dine çağıracaksınız, evlâdınızı müslüman yetiştirmeğe çalışacaksınız. Hakkı öğretip, hak ehli olarak yetiştirmeğe çalışacaksınız.

Erzurum'dan kalkmış, Adapazarı'na gelmiş bir çocuk, sırtına ayakkabı boyamak için bir sandık almış. Baktık, bizimle beraber ikindi namazı kıldı. Sorduk, hiç kimsesi yokmuş, tek başına çıkmış. Onüç ondört yaşında bir çocuk... Amma namazını bırakmıyor. Erzurum'dan gelmiş, bekçi yok, takipçi yok, babası yok; bir yerde sığıntı kalıyor, ama namazını bırakmıyor. İmrendim yâni.

Böyle yetiştireceğiz evlatları... Çocuğunuzu nereye gönderirseniz gönderin, Allah'tan korkacak, yüreği titreyecek, namazı kılacak... Allah'tan korkacak, haramdan kaçacak... Allah'tan korkacak, bu dine bağlı yaşayacak... Allah'tan korkacak, bu dine hizmet edecek... Ne olacak bu paralar, pullar?..

Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi dünya ve ahiretin hayırlarına erdirsin... Peygamber Efendimiz'e has ümmet eylesin... Kendisine has kul eylesin... Rızasına uygun ameller işlemeyi nasib eylesin... yolunda daim, zikrinde kàim eylesin... böyle nice mübarek kandillere, Mi'raclara cümlemizi nâil eylesin...

Namazlarımızı Mi'rac eylesin... Şuurla kılmayı nasib eylesin, şuurlu müslüman eylesin... Bir taraftan müslüman, bir taraftan kıyafeti kâfir gibi... Bir taraftan müslüman, bir taraftan huyları kâfir gibi... Bir taraftan müslüman, bir taraftan işleri kâfir gibi... Bir taraftan müslüman, bir taraftan eli, kolu, her tarafı haramda... Olur mu?..

Ele geleni yersin,
Dile geleni dersin!

"Böyle dervişlik mi olur?" diyor Yunus Emre, haklı olarak...

İnsan müslüman olunca, müslümanlığa uygun yaşar. Karısı müslüman gibi değil, kendisi müslüman gibi değil, kıyafeti müslüman gib değil, hàli müslüman gibi değil... İnsaf yok, iz'an yok, müslümanlara merhamet yok, şefkat yok... Aleyhinde çalışır, kuyusunu kazar, şikâyet eder... Olmaz!

Müslüman aklından tezadı silmeli, içinden zıtlıkları kaldırmalı! Perhizde olan insan, lâhana turşusu yemez diyoruz ya; müslümansa müslümanca yaşayacak! Evindeki yaşayışından karısının kıyafetine, kendisinin hàline, sözüne, kazancına, iş tutuş tarzına varıncaya kadar, "Hâzâ müslüman, işte müslüman böyle olur!" denilecek. Aksi takdirde, olmaz!

Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi taklitten kurtarsın... Taklit fena bir şey.. Herkes cennete gidiyor; iyi, peşinden gidiyor... Ama şimdi gürül gürül herkes cehenneme gidiyor. Gümbür gümbür, dağdan inen sel gibi cehenneme giderken, olur mu ona uymak?.. Bu selden kendini kaçıracaksın, koruyacaksın, çoluk çocuğunu koruyacaksın! Bu sele memleketim uğramasın diye uğraşacaksın!..

Çıplak geziyorlar İsveç'te... Evlilik yok, bir şey yok... O küfür buraya güldür gelirse, ne olur hâlimiz?..

Anahtarı vermiş arkadaşımıza: "Ben üç ay gemi ile gideceğim, al benim evin anahtarını!" demiş, anlayabiliyor musunuz?.. Bu kötü ahlâk buraya gelirse, ne olur toplumun hàli?..

Onun için hepimiz çalışacağız. Allah şu mübarek Mi'rac kandili hürmetine, şu mübarek gece hürmetine ailemizi, çoluk çocuğumuzu ve toplumumuzu korusun...

Ben, "Mübarek mevsim başladı." dedim, bundan bir ay evvel... "Receb geldi, ayrı bir mevsim." dedim. Regàib kandili oldu. Bak Peygamber Efendimiz Recebin yirmiyedisinde Mi'rac eylemiş. Önümüzde Şa'ban geliyor, arkasında Ramazan gelecek. Melekler cennetin kapılarını açacaklar, semâları bezeyecekler, cehennemin kapıları kapanacak... Şeytanların azılıları zincirlere bağlanacak.

Mübarek bir zamandayız, fırsat bu fırsattır. Acaba bir dahaki Mi'rac'a çıkacak mıyız, bir dahaki seneye erişecek miyiz?.. Hergün aramızdan, ölüm birkaçımızı koparıp alıyor.

Halkı bostan edinmiştir,
Dilediğin üzer ölüm.

Bostan tarlasına girmiş gibi, ecel toplayıp toplayıp gidiyor içimizden... Ecelin okları içimizden birisini vurup vurup gidiyor. Hiç uyanmaz mısın?.. Bir dahaki seneye değil, yarına çıkmayacakmış gibi aklını başına toplayacaksın!.. Ama çıkarsan, çok şükür çıktım diyeceksin!..

Allah-u Teàlâ Hazretleri gafletten uyandırsın, sevdiği kul olmayı cümlemize nasib eylesin... Allah cümlenizden razı olsun...

l. Gecenin İhyâsı

Şimdi bundan sonra ne yapacağız?.. Saat olmuş onbirbuçuk, bu gece insan camiden ayrılmak istemiyor. Cami Allah'ın evi, insanın içinde neşe oluyor. Ne yapalım: Kardeşlerimiz biraz Kur'an okusunlar. Uzak yerden gelenler evine gider; ibadetle, Kur'an-ı Kerim'le, zikirle, tesbihle meşgul olur.

Ondan sonra biraz burası tenhalaşır, gidenler gider, oturanlar oturur; tesbih namazı kılarız. Ondan sonra evimizde ibadetlere devam ederiz.

Bir insan yatsı namazını cemaatle kılarsa, sabah namazını da cemaatle kılarsa, bütün geceyi ibadetle geçirmiş gibi Allah sevap verir.

Bir insan yatacağı vakit abdest alıp, dört rekât namaz kılıp, abdestli olarak yatarsa, melekler gece ibadet etmiş gibi sevap yazarlar. Bu fırsatlardan istifade edin!.. Abdest alın, namaz kılın, abdestli olarak yatın; o ecirden, o sevaptan faydalanırsınız.

Sabah namazına da camiye gelmeye çalışın! Uykuyu yenmeyi öğrenin, nefsi yenmeyi öğrenin! Yatsıyı burda kıldığınız gibi, sabahı da kılmaya çalışırsınız.

Bugün gündüzden oruçlu olmak iyi idi, yarın da oruçlu olmak iyidir. Oruç tutarsınız. Oruç insanın kalbini yumuşatır, insanın içine rikkat denilen mânevî hassaslığı ihsân eder. Peygamber Efendimiz bu Receb'de, Şa'banda çok oruç tutardı. Biraz aç kalın da şu açların, yoksulların halini bir anlayın bakalım!..

Mide boşaldı mı, kalb çalışmağa başlar. Mide dolu oldu mu, insanın karnı doydu mu, eğlence arar, uyku arar. Nefis bu sefer bazı şeyler istemeğe başlar. Onun için oruçla yarınınızı ihyâ edersiniz.

Namazları cemaatle kılmağa çalışırsınız. Sabah namazını kaçırmamağa çok dikkat edin!

Elinizden geldiğince, elinize tesbihi alın, zikredin, tevbe ve istiğfar edin! Tevbe ve istiğfarın sevabı hakkında çok şeyler söylenebilir. Kul tevbe etti mi, Allah-u Teàlâ Hazretleri tevbesini kabul eder. İtiraf edin:

"--Yâ Rabbi, sen benim halimi biliyorsun, suçum, kusurum ne kadar çok... Hatâm haddi aşmış, boyumu aşmış durumda... Günah deryasına daldım, boğulmak üzereyim. Şu gece hürmetine, şu Receb hürmetine, mübarek kulların hürmetine, Peygamber Efendimiz hürmetine beni affeyle... Beni de iyi kul eyle yâ Rabbi!.." diye gözyaşı dökün!

Allah korkusundan ağlayan göze cehennem ateşi değmeyecek. Cehennemin en çok korktuğu şey, aşıkların gözyaşı... Onun için, biraz kendi halinizin şöyle bir muhasebesini yapın: "İşte geldik, işte gidiyoruz; sakalımız aklaştı, adam olamadık, bizim halimiz ne olacak?" diye biraz geçmiş günahlar için gözyaşı dökün!.. "Allah'ın iyi kulları nelere ermişler, ne haller görmüşler, nedir bu benim halim?.." diye, biraz da ona ağlayın!..

Eskilerden bir mübarek zâtın hayatını okuyordum geçen gün... Sahih kitaplardan okudum, inanıyorum, yüzdeyüz doğru gibi geliyor bana, doğrusunu Allah bilir: Geceleyin rüyasında şeyhi gelmiş, demiş ki:

"--Evlâdım dışarı gel ki, seni Rasûlüllah tecellî-yi zâta götürecek!"

Rüyasında çıkmış, dışarıda Rasûlüllah SAS Efendimiz'i görmüş, elini ayağını öpmüş. Ondan sonra ne haller, ne güzel şeyler...

O büyüklerden bir tanesinin hayatını okudum. Çok ciddî bir alim, tefsir alimi, büyük zât... Tevâzu ile diyor ki:

"--Elhamdü lillâh dört sene beş ayda peşpeşe kırk erbaîn nasib oldu." diyor.

Ne demek kırk erbaîn?.. Kırk gün oruç tutarak, ibadet ede ede, gece az uyuyarak, Allah'a ibadet ederek vakit geçirmek... Buna çile derler, Arapça erbaîn derler, halvet derler. Peşpeşe kırk halvet yapmış.

Bir mübareği okudum. Diyor ki:

"--Halvette oruç tuttum, Rasûlüllah'ın sünnetine uyayım diye bir bademle iftar ettim. Hiç etmeden yapabilirdim ama, bir badem aldım ki, sünnete uygun olsun."

O mübarekler öyle çalışmışlar, o güzel hallere nâil olmuşlar. Peygamber Efendimiz'in iltifatına ermişler. Ne güzeller haller var...

"Benim halim niye böyle?.. Niye ben hâlâ adam olamadım, ne olacak benim hâlim?... Ömür geçti, şu noktaya geldim. Ya benim de ecelim gelmişse, şu öteki arkadaşlarım gibi ben de ahirete göçeceksem ne olacak?" diye biraz insan başının tasasına düşmeli, biraz ona ağlamalı!.. Biraz Allah-u Teàlâ Hazretleri'ne aşkından, şevkinden ağlamalı!..

"Rasûlüllah Efendimiz Mi'raca ermiş, benim hâlim ne olacak? Ben de o tecellilere ersem..." diye yalvarmalı!..

Allah-u Teàlâ Hazretleri hayırları fetheylesin, şerleri def eylesin, iki cihanda aziz eylesin... Allah cümlenizden razı olsun...

El-fâtihah!..

28. 04. 1984 - İskenderpaşa / İstanbul