Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN

TOPLUMUN İSLAHI İÇİN ÇALIŞALIM!

Bismillâhir-rahmânir-rahîm.

Bize türlü türlü nimetlerini dökercesine, saçarcasına bahşeden, bizi yaratan, yaşatan, rızıklandıran, nimetlendiren ve nimetlerinin en büyüğü olan İslâm ile muazzez, mükerrem ve müşerref kılan Rabbimiz'e hamd ü senâlar olsun...

Onun alemlere rahmet ve insanlara örnek olarak gönderdiği en sevgili kulu, peygamberlerin serveri, insanlığın önderi ve rehberi, Habîb-i Edîbi Muhammed-i Mustafâsına sonsuz salât ü selâmlar olsun...

Toplantımıza hepiniz hoş geldiniz, şeref verdiniz, teşekkür ederiz. Bu toplantıyı düşünüp planladıkları için ve toplantıya beni de çağırdıkları için emeği geçen bütün kardeşlerimize dualar ediyorum, Allah razı olsun diyorum, teşekkür ediyorum.

Burası İngiltere'de yaşayan müslümanlar için önemli bir merkezdir. Bir İslâmî vakfın bilimsel çalışmalar yapmak ve araştırmalar geliştirmek için tesis ettiği çok güzel bir müessesedir. Buraya devam etmenizi, kütüphanesinden faydalanmanızı, araştırmalarını takib etmenizi temenni ederim. Pek çok yayınları var. Bu yayınlarının bir kısmı Türkçeye de tercüme edilmiş. Dün bölüm bölüm her tarafını gezdik. Güzel bir müessese ve çok faydalı, olumlu bir müessese...

Böyle müesseselerin kurulmuş olması İslâm için bir hayırlı gelişmedir. Müslümanlar İslâm'ı Avrupalılara, onların içlerinde çalışarak, onları inceleyerek, onların zevklerini ve düşünce yapılarını, kafa ve gönül yapılarını tahlil ederek anlatmaya çalışmakla, ileri bir adım atmış oluyorlar. Bir cephenin gerisinden bir hasım topluluk olarak görüp, uzaktan mücadele etmek yerine, içine girip, tanıyıp onlara ışık tutmak, İslâm konusunda onları aydınlatmak çok güzel bir çalışma.

a. Camiamız ve İslâmî Çalışmalar

Bizim Türkiye'deki İskenderpaşa Topluluğumuzun üslûbu ile, bunların üslûbu birbirine benziyor. Fakat sanıyorum bizim iletişim imkânlarımız daha ileri gàlibâ, Allah'a hamd ü senâlar olsun...

(Ve emmâ bini'meti rabbike fehaddis) Allah bir nimet verdi mi, onu bilmek, zikretmek ve şükretmek lâzım! Allah'a çok şükürler olsun.

Bizim hem bunların da sahib olduğu gibi kolejlerimiz var, ilkokuldan liseye kadar eğitim müesseselerimiz var... Eğer izin olursa üniversite kuracak imkânlarımız var. Kardeşlerimiz içinde doçent, profesör ve ilim adamı olmuş pek çok kimse var, üniversite de kurabiliriz. Mâlî imkânları sağlarsak, siyâsî engelleri de aşarsak, özel üniversitemiz de olur.

Bizim ayrıca çok önemli radyo yayınlarımız var. Ak-Radyo sözlerinden kısaltılmış olan Akra radyomuz, Türkiye'de gerçekten önemli bir eğitim ve öğretim kaynağı durumundadır. Çanak antenler vasıtasıyla Avrupa'dan, Suudî Arabistan'dan, Kuzey Afrika'dan, Orta Asya'dan, Azerbaycan ve Türkî cumhuriyetlerden dinlenebiliyor. Türkiye'de ayrıca 170'den fazla merkezden de, çanak anten olmadan rahatlıkla dinlenebilsin, hattâ bisikletle giderken, yaya yürürken walkmanla bile dinlenebilsin diye yansıtıcılarımızla yayın yapıyoruz.

Kültürel yayınlarının ağırlığı ve değeri bakımından TRT'yi de, yâni Türkiye'nin resmî radyosunu da geçmiş durumdayız. Tabii mânevî yönümüz olması yönünden, iman ve irfan katkısı yönünden de onlardan kat kat ilerde bulunuyoruz. O halde devletin hazinesinin arkasında takviye olarak bulunduğu büyük müesseselerle boy ölçüşen çok güzel bir radyomuz var, bu da bir büyük nimet...

Onu da hatırlatıyorum, zikrediyorum, çünkü burdan da çanak antenlerinizi ayarlayarak dinleyebilirsiniz. Dün bir şaka yaptım, arkadaşlar tebessüm ettiler. "Tıpta yeni bir hastalık belirdi, bunun adı Akrakolik olmak... Bizim Akra radyosunu dinleyenler Akrakolik oluyorlar, bir daha bırakamıyorlar. Hanım da bırakamıyor, bey de bırakamıyor. Mutfakta, misafir odasında, oturma odasında, çalışma odasında, sokakta hep dinliyorlar." dedim.

Hakîkaten de çok zengin ve güzel çalışmalar yapılıyor. Bîtaraf olmaya çalışıyoruz. Hakkı tutarak, diğer konularda tarafsız olmaya çalışıyoruz. Çünkü hakkın karşısında tarafsızlık, hakka gadirdir. Hakkın karşısında tarafsızlık olmaz, hakkı tutmak lâzım!.. Hak ne ise ondan yana olmak lâzımdır. Orada tarafsızlık meziyet değil, büyük bir kusurdur, büyük bir gevşekliktir, eksikliktir.

Peygamber SAS buyuruyor ki:

(Zül meal-hakkı haysü zâl) "Hak nereye giderse sen ondan ayrılma, onun yanında ol!" Düşmanının yanında bile olsa, ona haklısın diyeceksin. İster bu tarafta olsun, ister yukarıda, ister aşağıda, ister çocuğun sözünde olsun... Bazan çocuk bir söz söyler, büyüğü mahcub edebilir. Kabul etmesi lâzım büyüğün... "Tamam, aferim, sen haklışmışsın." demesi lâzım!..

Bizim İslâmî terbiyemiz budur. Ve bu hakkı tutmakta bizim diğer topluluklardan bir üstün farkımız vardır: Biz hakkı tutmakta kınayanın kınamasından, tehdit edenin gürültüsünden patırtısından korkmamak durumundayız. Kur'an-ı Kerim'de müslümanın evsafı anlatılırken:

(Velâ yehàfûne levmete lâim) "Kınayanın kınamasından korkmaz, Allah'tan gayriden korkmaz." diye bildirildiği için, öyle olmağa çalışıyoruz. Yâni hükümet tehdit etse, generaller baskı yapsa, işin ucunda muhakeme, hapis vs. olsa bile bir müslümanın hakkı söylemekten geri durmaması gerektiğini düşünüyoruz. Hakkı söylemekte tâvizi doğru bulmuyoruz. "Efendim şimdilik he he, tamam tamam, ağam paşam diyelim de, ondan sonra şöyle olsun, böyle olsun..." diye düşünmüyoruz. Çünkü Peygamber Efendimiz'in usûlü öyle değildi.

Peygamber Efendimiz SAS hakkı söylemekte tâviz vermiyordu. Hakkı söylemekte merhale ve kademe kabul etmiyordu. "Önce şöyle yapalım da sonra onu yavaş yavaş iknâ ederiz." demiyordu. Düşmanına benzemiyordu. Düşmanı gibi görünüp hasmına fikren ve görüntü olarak tâviz vermiyordu. Müşrik başkaydı, mü'min başkaydı. Mü'minler gelip müşrike; "Allah birdir, şeriki nazîri yoktur. Sizin putlarınız yanlıştır, yalandır. Sizin bu putlara tapmamanız lâzım!" diyordu. Bir mücadele devam ediyordu. Ama ertesi gün gelip aynı sözü yine söylüyorlardı.

İşte bu bizim üslûbumuzdur, hakkı söylüyoruz. Onun için çok değerli bazı konuşmacılar, bilim adamları bizim grubumuz hakkında diyorlar ki: "Siz bir dârül-fünûnsunuz, bir ekolsunuz, mektepsiniz. Yâni başlıbaşına kendine özgü, özel, güzel tutumu olan, çizgisi olan saygın bir topluluksunuz." diye söylüyorlar. Bunun böyle olmasını gerektiğini siz de bilesiniz diye naklediyorum.

Hak ne ise onu kabul etmek durumundayız. Hasmımız haklı olduğu zaman kabul etmek durumundayız. Bize düşmanlık eden kimse haklı bir şey yaptığı zaman onu desteklemek durumundayız. Dostumuz yanlış bir şey yaptığı zaman da, "Sen bunu yanlış yapıyorsun!"diye söylemek durumundayız.

Elhamdü lillâh güzel bir radyomuz var. İki tane bölgesel televizyon yayın hakkımız var. O yayınları yapıyoruz ama, bölgesel yayın bugün artık çok etkin bir yayın yolu değil. Onun ulusal, daha doğrusu uluslararası yayın boyutuna gelmesi lâzım!..

Ayrıca kitap yayınlarımız, dergi yayınlarımız, burada gördüğünüz gibi çalışmalarımız var. Bu çalışmalarımız bizim gelenekselleşmiş eğitim çalışmalarımızdır. Avustralya'da, Avrupa'da, Amerika'da bu çalışmaları yapıyoruz. Özelliklerini biraz sonra söyleyeceğim. Buradaki çalışmamızdan sonra Amerika'ya da geçeceğim. Amerika'da her ne kadar böyle bir çalışma bir-iki hafta önce yapılmışsa da, yine ben oraya da gideceğim.

Bu çalışmalarda eğitimi bir bütün olarak gördüğümüz için, yâni eğitim sadece erkeklere verilen bir çalışma değildir; kadınlar da eğitilmelidir, çocuklar da eğitilmelidir. Bir toplumda kadınlar eğitilirse, toplumun ihmal edilmiş bir yarısı daha hizmete kazanılmış olur diye düşünüyoruz.

Onun için, tà başından beri kadınlara yönelik çalışmalarımız var. Türkiye'de onlarca, --şu anda rakamını bilemiyorum, çünkü her gün yenisi açılıyor-- belki yüze yakın kadın-aile derneğimiz var... Ayrıca ilim, ahlâk, çevre, kültür derneklerimiz var, vakıflarımızın şubeleri var... Dörtyüz-beşyüz şube halinde çalışıyoruz, faydalı olmağa gayret ediyoruz.

Şu gördükleriniz dergilerimizin son sayıları... Yurtdışında çok kaldığım için Türkiye'den gelen kardeşlerimiz getirmişler. Dün burdaki ilgililere de gösterdik, hayran kaldılar. İlim ve Sanat, siz bilim adamları için son derecede önemli bir yayındır. Çok değerli bilimsel araştırmalar neşrediliyor. Kapağı bu sefer biraz mütevâzi olmuş ama, içi çok güzel... Okumanızı, takib etmenizi tavsiye ederim.

Başka bir yayınımız Kadın ve Aile dergimiz. Bu da onüçüncü yılındadır. Son derece güzel bir baskısı ve çok değerli bir muhtevâsı var... Bunu da hanımlarımız daha çok katkıda bulunarak çıkartıyorlar, hanımlara hitab ediyorlar. İçinde ellbise modellerine varıncaya kadar her şey olabiliyor.

Bir diğer yayınımız İslâm dergimiz, çok değerli ve biraz daha yaşlıdır, onbeşinci yılına girmektedir. Çünkü önce İslâm dergisini çıkarttık, sonra diğerlerini çıkarttık. Bu rakamlar önemlidir. Türkiye'de bir periyodik mecmuanın böyle uzun yıllar dayanması, görülmüş bir şey değildir. Dergiler en çok iki yıl dayanır, ondan sonra söner. Uzun yıllar devam etmesi Allah'ın bir nimeti, Allah'a hamd ü senâlar olsun...

Bir yayınımız da daha ziyade doktor kardeşlerimizin neşrettiği Panzehir isimli dergimiz. İçindeki yazılar, Türkiye'de Bilim ve Teknik dergisi vardır Tübitak tarafından çıkartılan, onlarla yarışıyor. Bazan onlardan daha güzel oluyor, daha yeni bilgileri okuyucuya sunuyor.

Bu yayınları takib etmenizi dileriz, bir... Siz de bilgilerinizi bu yayınlara göndeririseniz, neşrederiz. Böylece sizin bilgileriniz de İslâm camiasına iletilmiş olur, iki... İki yönden ricamız var, okuyunuz ve yazınız, bunları takib ediniz.

Bunlar sıradan yayınlar değildir, bizim İslâmî çalışmalar için düşündüğümüz fikirleri, yolları gösteren yayınlardır. O bakımdan hayatınızda nasıl bir yol takib edeceğinize dair size fikir de kazandırabilir. Onun için önemli yayınlar.

b. Sohbet Yoluyla Eğitim

"Bizim yaptığımız bu aile eğitim çalışmaları, bir eğitim bütünlüğünü sağlamak içindir." demiştim. Burda beş-altı amaç güdüyoruz.

1. Ucuz ve tatlı bir tatil ve dinlenme, eğlence, rahatlık düşünüyoruz. Yâni yaz aylarında ek başına gidip bir yerde tatil geçirmekte zorluk çeken kardeşlerimiz, --hele böyle yabancı bir diyarda daha zor olabilir bu-- topluca bir yerde tatillerini geçirsinler; yeşillik, rahat, güzel bir alanda eğlensinler, dinlensinler diye tatili düşünüyoruz.

2. İkinci bir amacımız dağınık kardeşlerimizin birbirlerini tanımasıdır. Çünkü İslâm'da tanışmanın ve kardeş olmanın dînî bir temeli vardır, önemi vardır. Müslümanlar birbirlerinin kardeşidir.

(İnnemel-mü'minûne ihvetün) buyrulmuştur. Dünyanın neresinde olursak olalım, bizler birbirimizin kardeşiyiz. Ayrıca Türkiye'den buralara gelmiş kardeşleriz. O bakımdan birbirimizle tanışmamız lâzım!

İslâm kişisel olduğu kadar da toplumsal bir dindir. Bizim küçüklüğümüzde Milli Eğitim Bakanlığı yapmış olan bir kişi vardı, Hasan Ali Yücel diye... Köy enstitülerini kuran ve Türkiye'ye çok zararlı olan, komünizmin gelmesine ve yayılmasına sebep olan bir kişi idi. Bir şiirinde diyor ki:

Din bir duygu ona kimse ilişmez,
Lâikliği ben böylece bileyim.

Halbuki din bir duygu değildir. Kimsenin ilişmediği, kişisel, insanın iç dünyasına ait bir inançtan ibaret değildir. Kişiseldir, bu doğru ama yarım; aynı zamanda toplumsaldır. Çünkü toplumla ilgili, cemaatle ilgili, cemiyetle ilgili, dünya ile ilgiliyiz biz... Sonra o hususta bazı bilgileri de vakit olursa sunmak istiyorum.

Allah-u Teàlâ Hazretleri Kur'an-ı Kerim'inde bizleri dünyaya özel olarak, görevli olarak gönderdiğini ayet-i kerimede bildiriyor. İnsanlara yol göstermek için ve örnek olmak için gönderilmiş bir mü'min topluluğuz biz. Görevimizi var. Bu görevi yapmak için bütün insanlıkla, bütün insanlarla, bütün ülkelerle ilgilenmek durumundayız.

Onun için ben böyle yurtdışındaki toplantıları çok önemli görüyorum. Yurtdışına dağılmış ve yayılmış kardeşlerimin dağılmasını çok büyük takdirle karşılıyorum; çünkü dünyayı tanımış oluyoruz. Dünya ile ilgili bilgimiz, görgümüz ve dünyadaki insanların sahip olduğu bilgilere yakınlığımız artıyor. Meselâ, İngiltere ne imiş görüyoruz. Dün Osman bey kardeşimiz bize İngiltere'nin derinden iç manzarasının bir fotoğrafını sundu, anlattı. Tamam davulun sedâsı uzaktan hoş görünüyor ama bir de içerden, yakından dinlemek lâzım! Dinleyince anladık ki başka türlüymüş.

Demek ki müslüman olarak toplumsal yönümüz çok kuvvetli olduğu için, tanışma, yakınlaşma gerekiyor. Birbirimizi tanımalıyız, birbirimizi bilmeliyiz. Birbirimizle köklü dostluk ve samimiyet kurmalıyız, kardeşlik kurmalıyız. Ensar ve muhacirîn gibi olmalıyız. Burada müslüman olmuş İngilizler varsa, onlarla da bütünleşmeliyiz. Bunun sağlanması bakımından da yapıyoruz bu çeşit toplantıları. Yâni işin tanışma boyutu var.

Sonra biz ailede karı-koca ve çocuklar arasındaki ilişkilerin İslâm'ın tavsiye buyurduğu tarzda uygulanmadığını muhtelif ülkelerde görüyoruz. Meselâ burda --İngiltere'de-- kadın daha müstakil, daha bağımsız, kocasına itaati az. Türkiye'de erkek daha kazak, daha baskıcı, daha dediği dedik. Biz istiyoruz ki kadın ve erkek Allah'ın emrettiği çizgiye gelsin, Allah'ın kendilerine verdiği hakları ve salâhiyetleri hakkàniyet ölçüsü içinde kullansın ve birbirlerini saysın, sevsin.

Aile İslâm toplumunun en küçük yapı taşıdır, en küçük birimidir. Bunun çok sağlam olması lâzım! O bakımdan erkekleri bir yere çağırıp onları eğitmek gibi tek yönlü bir çalışma yapmıyoruz. Dergilerimizin içinde de hemen İslâm dergisini kurduktan sonra, Kadın ve Aile dergisini kurarak bunu fiilen gösterdik. Ayrıca erkeklerin kurduğu birçok derneğin yanısıra kadın ve aile dernekleri kurarak bunu uygulamada gösterdik ve bunun da çok faydasını gördük.

Onun için böyle toplantıların ailede muhabbeti de arttıracağını düşünüyoruz. Hanım yemek yapmak zorunda kalmıyor, yemekler hazır oluyor. Ev işlerinden uzak kalıyor. Şöyle muhabbetli bir üç beş gün geçirilmiş oluyor. O bakımdan yapıyoruz bu toplantıları.

Bir de buralarda toplu ibadetleri tanıtmayı da amaçlıyoruz. Yâni sabah namazlarını beraber kılıyoruz. Bir müslümanın günlük yaşantısı nasıl olur, akşamı nasıl olur?.. Kaçta yatmalı, kaçta kalkmalı?.. Gece ne yapmalı, gündü ne yapmalı?.. Sabah namazından sonra evrad ve İşrak namazı... Ondan sonra diğer ibadetlerin beraberce yapılması... Tasavvuf, tarikat ve dervişlik hakkında bilgiler vermeyi amaçlıyoruz.

Benim tesbit ettiğim bir husus var: Peygamber SAS Efendimiz İslâm'ı nazarî bilgilerle, teorik çalışmalarla yaymamış. Aksine insanların arasına girerek, insanlarla aynı toplumda beraber yaşayarak İslâm'ı öğretmiştir. Yirmiüç yıllık bir zaman içine yayılmıştır İslâm... Yirmiüç yıllık zaman içerisinde uyuyarak, uyanarak, yolculuk yaparak, ticaret yaparak, beraber ibadet ederek, çarşıda, pazarda, her yerde İslâm'ın uygulaması yapılmıştır. Buna sohbet yoluyla eğitim diyorum ben...

Sohbet yoluyla eğitim, laf söyleyerek eğitim demek değildir. Arkadaşlık yaparak, bir arada bularak yapılan eğitimdir. Beraberlikten doğan bir eğitimdir. Laf söyleyerek değil de hal ile, lisân-ı hâl ile eğitimdir. Tasavvufun ana eğitimi budur ve bu Peygamber SAS Efendimiz'in eğitimidir.

Yâni Peygamber SAS Efendimiz en güzel örnek olarak sahabenin karşısındadır. Efendimiz böyle yapardı, ben de öyle yapayım diye öğrenmişlerdir İslâm'ı... Yoksa uzun uzun ilmihal kitapları okuyarak, akaide ait eserleri mütalâa ederek müslüman olmamışlardır. Görerek müslüman olmuşlardır.

İbn-i Ömer RA hacda, Müzdelife'ye geldikleri zaman devesinden iniyor. Herkes de bu bilgili bir insan, bakalım ne yapacak diye bakıyorlar. Devesinden iniyor, ondan sonra tekrar biniyor. Diyorlar ki:

"--Niçin deveni bir ara durdurdun, indin ve tekrar niçin bindin?.."

"--Bilmiyorum. Peygamber Efendimiz Vedâ haccında buraya geldiği zaman böyle yapmıştı, ben de ondan yaptım." diyor.

Yâni Peygamber Efendimiz göstermiş, onlar görmüş. Önlerinde elle tutulur bir örnek var. Peygamber Efendimiz'i taklid ederek, İslâmî gerçekleri öğrenmişler.

Meselâ, diyelim ki, bir buket nedir?.. Birisine anlatacağın zaman uzun boylu tarif etmek zorunda kalırsın. Ama eline alır da buket budur dersen, herkes anlar. Gözle eğitim daha güzel bir eğitimdir, kolay bir eğitimdir, halka uygun bir eğitimdir. Biz bu toplantılarda onu da amaçlıyoruz.

Bunların her sene yapılmasını o bakımdan istiyoruz. İsveç'te epeyce zamandır yapılıyor, sanıyorum yedincisi yapıldı. Almanya'da beşincisi yapıldı. Avustralya'da onyedincisi yapıldı. Türkiye'de bilmem kaçıncısı yapıldı. Bu çeşit aile boyu eğitimler.

Böylece bir de, aklı yerinde, fikri yerinde, tecrübesi yüksek kardeşlerimizle bir araya gelince, konuşuyoruz: "Dünya nereye gidiyor?.. Türkiye'nin iç ve dış şartları nedir?.. Bizim ne yapmamız lâzım, müslüman olarak sorumluluklarımız nelerdir?.. Nasıl kararlar alalım?" diyoruz ve kararlar alıyoruz.

Aldığımız kararların somut örneklerinden birisi Akra'dır. Akbük denilen tatil körfezinde toplanmıştık, 950 yataklı bir otel dolmuştu, yandaki ötellerede de kaymıştı misafirlerimiz. Oralardan da odalar tutmuşlardı.

"--Ne yapalım?" dedik.

Denildi ki:

"--Radyo ve televizyon yayını yapmamız çok önemli, çok güncel, çok faydalı, çok yerli yerinde bir çalışma olur. İslâm'ın tanıtılmasına uygun olur, Allah'ın rızasına uygun olur."

Karar verdik. Akra'nın Ak kelimesi, o kararın verildiği Akbük kasabasından geliyor. Radyonun da ra'sını aldık, Akra oldu. Ama Akra'nın Arapça'da da bir anlamı var, "Kur'an'ı en iyi okuyan, en iyi bilen" demek. Yâni bu radyo insanlara Kur'an'ın hakîkatlerini anlatacağı için Akra olmuş oldu. Ama işte o toplantıda Akra çıktı. Öyle heyecanlı oldu ki o toplantının son günü, heyecandan herkes ağladı. Akra'yı kurmak için çok coşkulu bir gün oldu, unutulmaz bir gün oldu.

Demek ki böyle toplantıların böyle güzel meyvaları da oluyor.

c. Müslüman Her Şeyle İlgilenir

Muhterem kardeşlerim! İslâm insanlık dinidir. Şahsın kendisine mahsus özel bir inanç sistemi olmaktan çok daha ötede ve çok daha yüksektir. Sadece toplumla da ilgili değildir, sadece Türkiye ile de ilgili değildir, dünya ile ilgilidir, bütün insanlarla ilgilidir, insanlık dinidir. Biz bu dergilerimizi ilk çıkarttığımız zaman, İslâm adı verdik dergimize, çıkarmağa başladık. Ama İslâm dergisinin içinde İslâm iktisadı vardı, siyaset vardı, teknik vardı, tıp vardı, her şey vardı. Nokta dergisi filân bizi tenkid ederken;

"--İyi, anladık müslümansınız ama, niye bunlardan bahsediyorsunuz?" diyordu.

Onlar alışmışlar İslâm'ı camiye tıkıştırmağa... Ezan oku, namaz kıl, yat kalk, selâm ver, evine git; tamam... Çarşıda pazarda İslâm yok, siyasette İslâm yok, ticarette İslâm yok, günlük hayatta İslâm yok... Öyle şey olur mu?.. Biz de dedik ki:

"--Biz İslâm'ı sizin gibi anlamıyoruz. İslâm böyle dar bir çerçeve içinde değildir. İslâm hayat demektir, yaşayış tarzı demektir, yaşayış biçimi demektir. İslâm'ın içinde siyaset de vardır. Biz İslâm'ı böyle anlıyoruz."

Bazıları, bazı kuruluşlar ve kişiler öğünerek:

"--Biz siyasetle ilgilenmiyoruz! (Ezü billâhi mineş-şeytàni ves-siyâseh) [Şeytandan ve siyasetten Allah'a sığınırım.]" diyorlar.

Olmaz, eksik kalır. Öyle şey olur mu?.. Peygamber Efendimiz devlet kurmadı mı? İslâm devleti kurmadı mı?.. Medine'de anayasa mahiyetinde bir hukkî eser ortaya koymadı mı?.. Düzenleme yapmadı mı?.. Yaptı. Devlet başkanları kabul etmedi mi, devletlere elçiler göndermedi mi?.. Gönderdi. Bir toplum olduktan sonra onun dış ilişkileri olmaz mı?.. Dış ilişkiler siyaset demek değil mi?.. İç düzenin sağlanması iç siyaset demek değil mi?.. İslâm'da siyaset olmaz olur mu?..

Ben nasıl ilgilenmem Türkiye'de olan olaylarla, niçin ilgilenmem?... Ben her şeyden önce bir vatandaşım. Elbette her vatandaşın sahib olduğu hak kadar hakka sahibim, siyasetle de ilgilenirim, oy hakkım da var.

--Efendim, camiye siyaset girmesin!

Camiye siyaset girmesin derken kasdedilen başka olabilir ama, camidekilerin hepsi siyasetle ilgilenebilir. Camiye müsbet siyaset girsin, niye girmesin?.. Yâni olumsuzu, yanlışı, kötüsü girmesin ama, olumlu siyaset girsin.

İstiklâl Harbi, Kastamonu'nun Nasrullah Camii'nde başlamıştır. Orada Mehmet Akif ateşli konuşmalar yapmış, halkı galeyana getirmiştir. İstiklâl Harbi'nin ruhu elbette camide başlamıştır. Niye camiye siyaset girmesin?..

Elbette camide siyaseti konuşabilmeliyiz. Elbette hatib minbere çıktığı zaman siyasetten bahsetmeli... Bir siyâsînin çirkin bir işini anlatabilmeli... Türkiye'deki uygulama yanlıştır.

Ben başkalarının kabul edip, yutuverip önemli görmediği yanlışları söylemekten zevk alıyorum. Birileri diyorlar ki:

"--İslâm hoşgörü dinidir."

Hadi ordan, yalan söylüyorsunuz, İslâm hoşgörü dini değildir. İslâm kötülüğü hoş görmez! İslâm yanlışlığa hayat hakkı tanımaz. İslâm bir yanlışlığı gördü mü, onu düzeltmeyi emreder.

"--Bir yanlışlığı, bir tersliği, bir kötülüğü, bir günahı gördüğünüz zaman, elinizle düzeltin!" diyor Peygamber Efendimiz.

Müdahelecidir müslüman, müsamahalı değildir; müdahale eder, yaptırtmaz. İmâm-ı Gazâlî diyor ki:

"--Adamın elinde içki şişesini görürsen, alırsın, kırarsın."

Emr-i ma'ruf, nehy-i münker bir farzdır. Yâni iyi olan şeyi emretmek, kötü olan şeyi yasaklamak, yaptırmamak önemlidir. "İslâm müsamaha dinidir, hoşgörü dinidir." demek yalandır, yanlıştır. Cümleyi tam kurmalı, efradını câmî, ağyârını mânî olarak tam söylemeli... İslâm her şeyi hoş görmez. İslâm hoşgörü dini değildir, İslâm haktan yana tarafgirlik dinidir. Hakkın tarafını tutar ve hak için mücadele eder.

Millet bunu anlamıyor, anlamayınca zarar oluyor. Her şeyi hoş görüyor. Sûistîmâli hoş görüyor, yalancı politikacıyı hoş görüyor, çirkin neşriyatı hoş görüyor, haksızlığı, hırsızlığı hoş görüyor... Olmaz! Bunlarla mücadele eder müslüman. Mehmed Akif ne diyor:

Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım.

Bir şeyler olur, alt alta, üst üste, bir gürültü, bir patırtı olur ama, çiğnesem çiğnensem de hakkı tutarım, kaldırırım diyor. Hakkın kalkması lâzım, bayrağın burca çekilmesi lâzım!.. Kötülüğe müsaade edilmemesi lâzım!.. Kötülüğün engellenmesi lâzım!..

Kötülük engellenmezse, toplum batar, gemi batar. Biz öyle yalan dolan şeyleri kabul etmiyoruz. İslâm'da siyaset de vardır, bunu da söylüyoruz. İslâm'da siyaset olmasa, İslâm yarım olurdu. İslâm hayatın her dalına yön verir, nizam verir. Uzayda da İslâm vardır. Uzay mekiğinde yaşayan bir insanın da namazıyla ilgili, abdestiyle ilgili hükümler olacaktır. İnsan neredeyse, hayatta insanın karşılaştığı mesele neyse, İslâm onunla ilgilenir.

Onun için biz toplumlarla, devletlerle, siyasetlerle, dünya ile, Türkiye ile, Amerika ile, Avrupa Birliği ile, Çin'le, her şeyle ilgileniyoruz. Bizim İslâm dergisi bakarsınız, Çin özel sayısı yapar, Çin'i anlatır. Çünkü Çin, birbuçuk milyar nüfuslu önemli bir topluluktur. Bunu ihmal edemeyiz, Çin'in İslâmlaşması lâzım, Çin'e yönelik çalışmalar yapmamız lâzım!.. Rusya ile ilgili yayınlarımız vardır. İç siyasetle ilgili röportajlarımız, yayınlarımız vardır. Yâni her şeyle ilgileniriz.

d. Birlik ve Beraberlik İçinde Olun!

Tabii insan her şeyle ilgilendiği zaman, ya kişisel olarak ilgilenir. Bu kişisel olarak ilgilenmek hasımlara sinek vızıltısı gibi gelir. Müslümanın birisi kişisel olarak siyasetle ilgileniyor, bir şeyler söylüyor. Sinek vızıltısı gibi gelir, korkmaz. Mâdem toplumla ilgileniyoruz, mâdem devletle ilgileniyoruz, mâdem uluslararası ilişkilerle ilgileniyoruz; o zaman işbirliği lâzım gelir, birlik ve beraberlik lâzım gelir.

Şimdi millet bir de kızıyor bize, bizim gibilere, "Bunlar ümmetçi!" diyor. Tabii ümmetçiyiz. Sınırın bu tarafındaki insan da, öbür tarafındaki insan değil mi, onun canı yok mu?.. Kuzey Irak'takine yazık değil mi?.. Saddam'ın zulmünden, emperyalizmin fitne ve fesadından mahvoluyor orda; benim kardeşim o!.. Ben niye orayla ilgilenmeyeyim, niye Çeçenistan'la ilgilenmeyeyim?.. Niye Bulgaristan'la ilgilenmeyeyim; niye Sırbistan'daki, Sancak'taki, Kosova'daki kardeşlerimle ilgilenmeyeyim?.. Niye Rusya'daki, Çin'deki kardeşlerimle ilgilenmeyeyim?.. Niye Hindistan'daki kardeşlerimle ilgilenmeyeyim?.. Öyle saçma şey mi olur?..

Elbette ümmetçiyim, elbette nev-i beşer kardeşimdir, elbette yeryüzü vatanımdır. Türkiye'yi severim amma, dünyadaki öteki insanları da seviyorum. Onlar da benim Hazret-i Adem'den kardeşim!.. Hazret-i Adem'in evlâtlarıyız hepimiz.

Benî âdem a'zâ-yı yekdîgerend.

Ademoğulları birbirlerinin parçasıdır. Kâfirle ilgileniriz, müslüman olsun diye... Müslümanla ilgileniriz, yardımımız olsun diye... Onun için birlik ve beraberliğe çok önem veriyoruz.

Bunları sırf siz gelip bizi dinleyeceksiniz diye söylemiyoruz. İlim ve Sanat dergimizin son sayısında, "Hem dünyada, hem ahirette huzur ve saadet için tek çare" başlıklı yazımda da belirttim. Kendi samîmî tesbit ve kanaatim, dünyada hâlâ kaba kuvvet ve orman kanunu cârî ve hakim. Adalet, hakkàniyet hakim değil kaba kuvvet hakim... Süper devletlerin, büyük devletlerin zulmü hakim.

Onlar silah fabrikaları kapanmasın diye harp bile çıkartabiliyorlar. Petrolleri kendileri sömürmek için, iki milleti birbirine düşürebiliyorlar. Kaba kuvvet, entrika, fitne ve fesat hakim.

Mazlum milletlere, zayıf insanlara haklarını tanımıyorlar, onların haklarını yiyorlar. Haklar ve hürriyetler de kolayca alınmıyor. Amerika'da haklar ve hürriyetler var, İngiltere'de haklar ve hürriyetler var, Almanya'da haklar ve hürriyetler var ama, kendileri için... Kendilerinin dışındakiler için değil. Kendilerinin dışındakilere bunları tanımıyorlar.

Bu, Roma hukukundan beri batının hukuk anlayışıdır. Roma hukukunda bir vatandaşlar vardır, bir de vatandaş olmayanlar vardır. Vatandaş olmayanların hiç bir hakkı yoktur, onlara karşı durum başkadır.

Yahudi inancında bir yahudiler vardır, bir de yahudi olmayanlar vardır. Yahudi olmayanların hakkı, hukuku yoktur. Avrupa hukuku da böyledir, kendileri için olan haklar ve hürriyetler, başkaları için yoktur. Onun için daimâ Avrupalının davranışında çifte standart görürsünüz.

Onun için haklar ve hürriyetler size verilecek diye boş yere beklemeyin! İstediğiniz randevunuza gelecek diye elinizde buket, durakta boş ye beklemeyin. Çok beklersiniz, üzerinize çok karlar, yağmurlar yağar, ayaklarınız kök salar, ağaç olursunuz; gelmez haklar ve hürriyetler...

Ne yapacaksınız?.. Hakları ve hürriyetleri siz arayacaksınız, siz alacaksınız, siz bulacaksınız, siz sağlayacaksınız. Ben bunu Türkiye'de de böyle söylüyorum, kızıyorlar bana. "Halkı isyana teşvik ediyor." diyorlar. Hayır, halkı isyana teşvik etmiyorum; halkı hak ve hürriyetlerini aramaya, kanûnî haklarını savunmaya teşvik ediyorum. Yalan söyleme, doğru konuş; ben halkı hak ve hukukunu korumağa davet ediyorum.

Haklar ve hürriyetler ciddî mücadelelerle, kuvvet dengeleriyle, bâzu gücüyle alınıyor. Yürüyüşler yapılıyor, baskılar yapılıyor, boykotlar yapılıyor, öyle alınıyor. Başkaları böyle yapıyorlar, biz başka türlü yapabiliriz.

Büyük yığınlar ve pek çok kişi bunları bilmiyor, haklarını savunamıyor, harekete geçmiyor, gayret etmiyor, zahmet çekmiyor, ter dökmüyor; böylece hakları çiğneniyor. Hazineden paralar birilerinin cebine hortumla alınıyor. Süper şirketlerin ceplerine gidiyor. Onlar bizim sayemizde zengin oluyor. Ondan sonra da hükümetleri indirip bindiriyorlar. Çocuk bahçesindeki salıncakta çocukların nöbet değiştirmesi gibi, "Sen aşağı in, bu sallanacak... Bu otursun, o sallanacak..." dedikleri gibi değiştiriyorlar.

Onun için muhterem kardeşlerim, biz diyoruz ki: Birlik ve beraberlik içinde olun!.. Nerede olursanız olun ama, birlik ve beraberlik içinde olun! Yurtdışında veya yurt içinde...

Hangi toplumda yaşıyorsanız yaşayın --İngiltere olabilir, Amerika olabilir, Almanya olabilir, Fransa olabilir-- yaşadığınız toplumla ilgilenin! Toplumun fertleriyle ilgilenin, toplumun meseleleriyle ilgilenin! Derneklere, teşkilatlara, partilere, yönetimlere katılın!.. Yanlış devam etmesin...

.....

Şehirlerarası yolculuk yapıyorsunuz, namaz vakti geliyor. Şöfora rica ediyorsunuz:

--Namaz kılmak istiyorum, otobüsü kenara çeker misiniz?..

Şöforun kendisi değil, muavini bile müftü kesiliyor:

--Teyemmümle abdest al, oturduğun yerde namaz kıl, otobüsü durduramayız!..

Tekerlek "Güm!" diye bir patlıyor. Allah patlattırıyor. Ondan sonra herkes aşağıya iniyor. bakıyorsun herkes abdest almış, bütün otobüs cemaatle namaz kılıyor.

--Ne oldu, hani siz demin ben söylediğim zaman niye gık demediniz, bana destek olmadınız? Şimdi araba durunca namaz kılıyorsunuz.

Arabanın tekeri patlamasaydı namaz kılmayacaklardı. Pısırık, sessiz, hakkı desteklemiyor, haklının yanında yer almıyor.

Herkes dese ki:

"--Arkadaş namaz kılacağız biz! Çişim geldiği zaman yüznumaranın önünde durmuyor musun?.. Duruyorsun. Şimdi namaz kılacağız, hadi bakalım!.."

Karadeniz'e gidip gelen otobüs firmaları, hacı babalar sinirli olduğundan, sakallı olduğundan namaz vakitlerinde duruyor. Hattâ bilet satarken diyor ki:

"--Bizim firma namaz vakitlerinde mola verir."

Onun için iştirak edin meselelere, girin, fikrinizi söyleyin! İyi insanlarla işbirliği sağlayın!..

Ben şimdi burayı gezdim. "Hocam sizinle tanışmak istiyoruz, teşkilatımızı gezdireceğiz." dediler, dün gezdirdiler. Bilgisayarlar var, çalışmalar, bölümler çok hoşuma gitti. Güzel bir teşkilat... Ben bunlarla şimdi işbirliği yapacağım, kafama koydum. Neden?.. Bizim gibi çalışıyor.

İyi insanlarla işbirliği yapmak lâzım! Senin gibi olan insanla bütünleşmelisin, birleşmelisin. Onlar nasıl birleşiyor birbirleriyle... İki tane ayyaş, birbirini kokusundan tanıyor. Hemen yan yana geliyorlar, hemen bir birlik kuruyorlar. İki müslüman da "Selâmün aleyküm!" diyecek, duruşundan müslüman olduğu belli olacak. Bıyık bırakın, sakal bırakın, belli olsun müslümanlığınız!

Amerika'dan bir müslüman arkadaş gelmişti. Uzun, dize kadar, kenarı yırtmaçlı, ince bir Afgan entarisi giymiş. Bir de Afgan şalvarı giymiş. İskenderpaşa'da geldi, odamda benim karşıma oturdu. İnce, tiril tiril, böyle beyaz bir şey... Amerikalı kendisi. "Niye böyle giyindiniz?" dedim. Afgan kıyafetini ben seviyorum da, üşüyor diye, "Bak burda hava biraz serin, niye böyle ince giyindiniz?" demek istedim. O da yanlış anladı, "Niye İslâmî giyindiniz?" diye soruyorum sandı.

Afgan kıyafeti güzel, İslâm'a uygun. Neden?.. Örtüyor, tesettürü sağlıyor, rahat... İstersen ata binersin, istersen motosiklete binersin. Her türlü hareketi yaparsın, juda, karate, tekvando... hepsine müsait bir kıyaget, çok güzel. "Niye Amerikalı gibi giyinmedin de, Afganlı gibi giyindin?" diye sordum sandı. Dedi ki:

"--Hocam ben New York'tayken araba ile gidiyordum, yolda iki kişi kavga ediyordu. Baktım, bir zenci ile birileri döğüşüyorlar. Kırın birbirinizi dedim, bastım gaza, geçtim gittim. 'Bana ne, iki Amerikalı çarpışıyor.' dedim. Fakat ertesi gün öğrendim, birisi ötekisini öldürmüş orda... O öldürülen müslümanmış. O zaman çok pişman oldum. Keşke inseydim de ayırsaydım, veyahut polis çağırsaydım, yardımcı olsaydım diye çok pişman oldum. Ama kusur onun, İslâmca giyinseydi, yardımına koşardım." dedi.

Önemli bir şey, bir Amerikalının böyle düşünmesi ilginç... Amerikalı müslüman gibi giyiniyor. Amerikalı askere gittiği zaman, kıt'ada diyormuş ki:

"--Ben sizin gibi böyle perdesiz yerde duş almam, ben müslümanım! Ben sizin gibi soyunamam! Siz müslüman ülkelerle savaşırsanız, inancımdan dolayı ben sizin ordunuzda onlara karşı çarpışamam!"

Hakim karar veriyormuş, onlar da kabul ediyormuş. Bir haber geldi bilmiyorum doğru mu, Amerika'dan tahkik edeceğim: Amerika'da başörtüsü, dînî giyim kuşam, masasının üstünde Kur'an-ı Kerim bulundurmak... vs. serbest olmuş. Hattâ Türkiye'deki bir profesör arkadaş, "Herkes gider Mersin'e, / Biz gideriz tersine!" diye yazdı. Türkiye'de her şey yasaklanıyor, Amerika'da haklar İslâm'ın lehine genişliyor, güzelleşiyor.

Onun için derneklere katılın, teşkilatlara, partilere, yönetimlere iştirak edin, iyi insanlarla işbirliği sağlayın! Haklı olduğunuz kadar da kuvvetli olmağa da çalışın! Haklısınız, çünkü müslümansınız. Haktan yanasınız, Kur'an ehlisiniz, hadis ehlisiniz. Ama yetmez, haklı olduğunuz kadar da kuvvetli olmanız lâzım!..

Çünkü zayıf olduğunuz zaman, bâtıl hakkı ezecek. Hazret-i Ömer RA buyurmuş ki:

(İlallàhi eşkû da'fel-emînü ve hıyânetel-kavî) "Güvenilir insanın zayıf olmasını, kuvvetli insanın da hainlik etmesini, dert olarak Allah'a yakınırım." buyurmuş. Yâni muhterem kardeşlerim, haklı olan zayıf olursa çok büyük zulüm oluyor. Haklının kuvvetli olması lâzım!..

Kuvvet de birlikten doğuyor. Tek başınıza olduğunuz zaman, sinek vızıltısı gibi oluyor; birlik beraberlik içinde olduğunuz zaman, jet sesi gibi oluyor.

"Bir de düşmanı korkutucu, caydırıcı, ürkütücü olun ki, haksız hesap sorulacağını bilsin ve korksun!" diye yazıyoruz, isyancı diyorlar bize. Bunları yazıyoruz ki, müslümanlar uyansın.

Dikkat ederseniz, İslâm ülkelerinin hepsinde diktatörlük vardır. Hepsinin başına bir zalim geçmiştir ve hiç insan hakları vs. yoktur. Seyahat hürriyeti yoktur, haberleşme hürriyeti yoktur... Bir Türkiye'de elhamdü lillâh biraz hürriyet var. Bunun elden kaçırılmaması lâzım, bizim de öteki İslâm ülkelerine benzetilmememiz lâzım!.. Canımıza okunup da, yamuk yumuk bir hale getirilmememiz lâzım! Bu da çalışma ile olur. Bu çalışmalarda da buradaki okumuş kardeşlerimizin, batıyı bilen kardeşlerimizin büyük faydası olacaktır.

e. İslâm İçin Çalışın!

Bütün müslümanların en önde gelen görevi, dini için çalışmaktır. Mesleğinizi sormuyorum, her meslekten olabilirsiniz, ama asıl mesleğiniz İslâm mücahidi olmaktır. Hepiniz İslâm ilâhiyatçısısınız, İslâm mücahidisiniz. Hepiniz İslâm ile ilgili çalışma yapmak zorundasınız. Cihad bütün müslümanlara farzdır. Allah-u Teàlâ Hazretleri buyuruyor ki:

(Yâ eyyühellezîne âmenû kûnû ensàrallàh) "Ey iman edenler, hepiniz Allah'ın yardımcıları olun!" Allah'ın yardıma ihtiyacı yok ama, Allah buyuruyor bu sözü... Allah güç kuvvet sahibidir, kâinatın sahibidir, her güç kuvvet ondadır.

(Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh) sözü bunu ifade ediyor. Gizli tevhid budur. Bütün gücün kuvvetin Allah'ta olduğunu bilmek, Lâilâhe illallah'tan daha derin bir tevhid inancıdır. Ama (Kûnû ensàrallàh) "Allah'ın yardımcıları olun!" diye emrediyor Allah... Bu ne demektir: Allah'ın dinine yardım edin!..

Ebûbekr-i Sıddîk nasıl yardım etmişse, halbuki manifaturacı idi; Ömerül-Fâruk nasıl yardım etmişse, Osman-ı Zin-Nûreyn nasıl yardım etmişse, Aliyy-i Murtazâ nasıl yardım etmişse; ensar ve muhacirîn ziraatçi, hurmacı oldukları halde İslâm'a nasıl yardım etmişlerse; Ebû Eyyûb el-Ensàrî nasıl gelip İstanbul'da vefat etmişse, Kusem ibn-i Abbas nasıl gidip Semerkand'da vefat etmişse, bizim Diyarbakır surlarında nasıl ashab varsa; şimdi baraj suları altında kalan Güneydoğu Anadolu'da kaç tane sahabe kabri varsa; siz de Allah'ın yardımcısı, Allah'ın dininin hizmetçisi olmak durumundasınız. Asıl işiniz bu, her işinizi buna göre ayarlayacaksınız, mesleğinizi burda kullanacaksınız.

Bir misâl vermek istiyorum: Münih'te bir kardeşle tanıştık. Sâlih isimli sâlih bir kardeş... Oto lastiği işi yapıyor. Şehrin kenar mahallesinde, varoşunda, banliyösünde lastik alıyor, satıyor. Geniş bir alanı var. Hurda lastikler, yeni lastikler var. İşyerinin arkasına kocaman bir mescid yapmış. Ne yapıyor? Allah'ın dinine yardım ediyor. Biz de park etmek kolaylığı var, rahat ibadet edebiliriz diye kalkıp oraya gidiyoruz, cuma namazlarını orda kılıyoruz. Kendisi lastikçi, işyerinin arkasına bir mescid yapmış.

Çok tatlı dilli, güleçyüzlü bir kardeş. Bir cuma namazını kıldık, bizi bürosuna çağırdı. Bürosuna gittik. Lastikler raflara dizilmiş. Bir bank var, kendisi bankın arkasında... Bilgisayarı var. Müşteri geldi, Alman bir bey geldi. Bir de kot pantolonlu yetişkin kızı geldi. Lastik alıyorlar, biz de kenarda, masada çay içiyoruz.

Ama duvara, boydan boya, çocuk boyundaki harflerle, "Allah'tan başka tanrı yoktur. Hak yol İslâm'dır." gibi yazılar yazmış. Lastik alırken Alman sordu:

"--Bunun mânâsı nedir?.."

Bütün tatlılığıyla Lâ ilâhe illallah'ı anlattı. Alman'a haklısın dedirtti. "Şimdi Hazret-i İsâ'ya tapmak doğru değil, Hazret-i İsâ'dan önceki insanlar kime tapacaktı?" dedi.

"Hazret-i İsâ gelmiş de insanları kurtarmış... Hazret-i İsâ'dan önce de insanları kurtaranlar var, sadece Hazret-i İsâ mı kurtardı insanları?.. İbrâhim AS da kurtardı, Nuh AS da kurtardı küfürden... Ama dinlemediler, alay ettiler, tufanda helâk oldular. Onlar Allah'ın görevli kulları, onun için ona tapınmak doğru değil." dedi, kabul ettirdi.

Bizim efe bir arkadaş var, külhanbeyi... Türkiye'deki ülkücü harekete filân da katılmış, vurmuş kırmış bir kimse... Efe, bir ara esrar filân da çekmiş, sonra tevbekâr olmuş, müslüman olmuş bir kimse... Sonra esrar çekenleri, esrarkeşleri kurtarıyor, öyle çalışmalar yapıyor.

Şimdi onunla bir uluslararası seyahatte yan yanaydık. Çok beğendim, çok girgin bir arkadaş. Bir budistin taksisine bindik, havaalanına gidiyoruz. Taksici göbek deliği görülen, örtü ile bacaklarını örtmüş, bağdaş kurmuş şişko bir adamın, dazlak bir adamın heykelini koymuş oraya...

"--Bu ne?" dedi
"--Bu Buda..." dedi ötekisi.
"--Peki bundan önce ne idi bu malzeme, bu neden yapılmış?" dedi.
"--İşte pirinçten, sarıdan yapılmış bir malzeme..."
"--Bundan önce bunun bir kutsallığı var mıydı? Pirinç eridiği zaman, hurda halinde iken bunun bir kıymeti var mıydı?.."
"--Yoktu."
"--Sonra sizden biriniz bunu bu hale getirmedi mi? Döktü, oydu, bir Buda heykeli yapmadı mı?.."
"--Yaptı."
"--E utanmıyor musunuz siz, böyle kendi elinizle yaptığınız şeye tapınmaya?.. Olur mu öyle şey?.." dedi.

Havaalanına 25 dakikada gideceğiz, yağmur yağıyor. Arkadaş onu tepeden tırnağa batırdı, çıkardı, yıkadı, temizledi, "Haklısın." dedirtti. Çok da tatlı anlatıyor, İngilizcesi çok güzel. Anlattı, adamın bir Lâilâhe illalah demediği kaldı.

Demek ki her yerde, her meslekte, her zaman, her an İslâm'a hizmet etmek mümkün... Siz de öyle olacaksınız, bizim de öyle olmamız lâzım!.. İslâm böyle yayılmıştır, bundan sonra da böyle korunacak ve yayılacak. Bizim ilk vazifemiz, sizin ilk vazifeniz bu... Bunu yapacaksınız.

f. Müslümanın İki Görevi

İnsanın İslâm'da iki büyük görevi var... Belki ilmihal kitaplarında başka başka sözler duymuşsunuzdur. Ama ben çok kolay hatırda kalacak bir şey söylemek istiyorum: Müslüman olarak iki görevimiz var:

1. Hepimizin iyi insan olmamız gerekiyor. İyi insan nedir?.. Kur'an-ı Kerim'de tarif edilen, hadis-i şeriflerde anlatılan, kitaplarda yazılan özellikler var. Hattâ bizim neşriyatımız arasında da var: Mü'minlerin Vasıfları... Hadislerden derlenmiş, küçük bir cep kitabı. Doğru sözlü olacak, adaletli olacak, ibadetini ihmal etmeyecek, haram yemeyecek... vs. sıralanmış.

Bir vazifemiz iyi insan olmak... Eğer iyi insan olmamışsak, iyi müslüman değiliz. Yâni ticareti hileli, sözünde dönek, sattığı mal kötü, evi, dükkânı pis... Tamam, iyi müslüman değil bu. İyi müslüman temiz olacak, düzenli olacak, verdiği söze sadık olacak, adaletli olacak, hakkàniyetli olacak, hazine bulsa bile sahibine verecek.

İyi insan olacağız, iyi ahlâklı insan olacağız, iyi koca olacağız. Hanımsak, iyi hanım olacağız eşimize... Anne isek, iyi anne olacağız çocuğumuza... Komşu isek, iyi komşu olacağız arkadaşımıza... Bir vazifemiz bu...

İyi insanlıkla ilgili görevler çok. Hattâ ben burdan bir tane kitap aldım. Bir müslümanın ne gibi şeyler yapması lâzım, onları yazmış. Leysî isimli bir kişi yazmış, İngilizce. Burda bile var, alıp okuyabilirsiniz, gayet güzel bir eser.

Bir vazifemiz iyi insan olmak, Allah'ın sevdiği iyi bir kul olmak. Buna sâlih insan olmak diyoruz. Sâlih ne demek; iyi demek, uygun demek. Evsafı uygun, salih bir müslüman olmak; bu bir...

2. Aklı başında her müslümana ikinci bir vazife yüklüyor: O da sâlihlikten öte bir şey, muslih müslüman olmak... Muslih ne demek; islah edici, sadece kendisi sâlih değil başkalarını da sâlih kimse yapıcı...

Bu başkası senin çocuğun olabilir. Kendi çocuğunu sâlih kimse yapabiliyorsan, sen muslihsin. Eşin olabilir. Eşini iyi müslüman yapabiliyorsan, sen bir muslihsin, islahatçısın, onu islah ediyorsun. Komşunu islâh edebiliyorsan, ortağını islah edebiliyorsan, yol arkadaşını islâh edebiliyorsan...

İkinci vazifemiz de muslih olmak. İnsanlığa karşı görevimiz bu, topluma karşı görevimiz bu... Onun için hepimiz, şahsen iyi olmakla yetinemeyiz, kendi başına müslüman olmak kâfî değil. Başkalarına da iyiliği dokunan müslüman olmalıyız.

Bir ahlâk kitabının başında bir müslüman tarifi vardı. Diyor ki:

"--Falanca adam çok iyidir, etliye sütlüye karışmaz, evinden camiye, camiden evine gider. Karınca ezmemeğe dikkat eder, kuşları ürkütmemeğe çalışır. Fincancı katırlarını ürkütmez, kendi halinde melek gibi, tereyağı gibi, kaymak gibi bir müslüman..."

Bu iyi müslüman değil... Neden?.. Sadece sâlih, başkasıyla ilgilenmiyor. Eğer bu, çoluk çocuğunu böyle yapamamışsa, Allah ondan soracak. Yakasına yapışacak melekler, mahkeme-i kübrâya getirecekler; önce o iyi yola sokamadığı evlâtları ondan davacı olacak:

"--Yâ Rabbi, bu bana İslâm'ı iyi öğretmedi, bana babalık vazifesi yapmadı." diyecek.

Çünkü;

(Feizâ nüfiha fis-sri felâ ensâbe beynehüm) Sûra üfürüldüğü zaman, aranızda neseb bağı kalmayacak. İsrâfil AS sûra üfürüp de, herkes kabrinden kalkıp mahşer yerine gitti mi, ahbaplık kalmayacak muhterem kardeşlerim! Annesini tanımayacak, babasını tanımayacak, annesinden babasından dâvâcı olacak. Eşinden, karısından, kocasından, evlâdından dâvâcı olacak. Her mazlum, mağdur, her zalimden, gadrediciden hakkını isteyecek.

Onun için ilk defa çocuğu kendisinden dâvâcı olacak. Çünkü Allah:

(K enfüseküm ve ehlîküm nârâ) "Kendinizi de, çoluk ocuğunuzu da, ailenizi de cehenneme düşmekten koruyun!" buyurmuş.

Koruyamamış, çocuk kötü yetişmiş, namazsız yetişmiş. Ondan sonra esrara alışmış, okumamış, berduş olmuş, babası müslüman... Olmaz. Sâlih ama muslih değil. Tereyağı gibi ama, mantar gibi... Ne yapacaktı?.. Çocuğunu yetiştirecekti.

Demek ki, sâlih müslüman olmak yetmiyor. Topluma ve etrafındaki kendisine bağlı olan, kendisinin sorumluluğu altındaki insanlara karşı da görevlerini yapması gerekiyor.

Bir başka hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: On kişi ve daha fazlaya başkanlık yapmış, müdürlük yapmış, emirlik yapmış, liderlik yapmış, önderlik yapmış her insan, mahşer günü elleri ensesine zincirle bağlanmış, ayakları bukağılanmış olarak, mahşer yerine gelecek. Sorgu sorulacak kendisine:

"--Sen bu maiyyetindekilere doğru muamele yaptın mı? Allah'ın emrettiği şekilde başkanlık yaptın mı? Görevlerini yaptın mı, yapmadın mı?.."

Bu sorgulamanın sonunda yaptığı anlaşılırsa, bağları çözülecek. Eğer yapmadığı anlaşılırsa; valilik yapmış ama, berbat valilik yapmış... Başbakanlık yapmış ama, batırmış... Reisicumhurluk yapmış ama, yakmış yıkmış... Komutanlık yapmış ama, şöyle olmuş, böyle olmuş... Veya bir yerde müdürmüş, bilmem neyin nesiymiş. Yapmamışsa görevini, o zaman bağları üzerine bağlar bağlanıp cehenneme atılacak.

Onun için, her müslüman sâlih olduğu kadar muslih de olmak zorundadır. Bu yakın çevreden başlar. Kendi ailesinden başlar, akrabalarına yayılır, çevresine yayılır ve bütün insanlığa yönelebilir.

Onun için hayatınızı yeniden gözden geçirin. "Acaba Allah benim yaşantımdan ve çalışmalarımdan razı mıdır?" diye bu soruyu kendinize sorun. Buralarda sağlam, köklü bilimsel çalışmalar yapın, ciddî çalışmalar yapın! Yapan kişilerle işbirliği yapın!

Bu merkez güzel bir çalışma yapıyor. Eksikleri olabilir, siz tamamlarsınız, siz daha güzelini yaparsınız.

Dün bir Pakistan camiinde cuma namazı kıldık. Çok hoşumuza gitti. Arkasından salât ü selâm getirdiler, gözlerimiz yaşardı, biz de katıldık. Güzel bir cami, onlarla namaz kılmaktan da memnunum.

Fakat orda bazı arkadaşlar, dışarı çıkınca dediler ki:

"--Niye bizim Hocamızın geldiğinden haberimiz olmadı?"

Bu habersizlik fena... Ben de,

"--Burda ne kadar müslümansınız?" diye sordum.

"--Lester'de şu kadar müslümanız." dediler.

Beş aile bir yerde mevcutsa, beş ailenin beraber olması, ezanı okuması, namazı cemaatle kılması boyun borcudur. Beş aile bir araya geldi mi, cami yapmak zorundadır. Ya uygun birisinin evinin salonu olacak, ya garajı olacak, ya bahçesi olacak; ya bir ev tutacaksınız. Beşiniz paracıklara kıyacaksınız, cami yapacaksınız.

Burda bu kadar müslüman Türk varmış, Türklerin de bir camisi olacak. Biz de camide namaz kılacağız, herkes de camide namaz kılacak. Birbirimizi göreceğiz, haberleşeceğiz.

Hangi cemiyet, hangi dernek günde beş defa toplantı yapıyor, söyler misiniz bana?.. Dünyada bizim kadar hızlı çalışan cemiyet var mı?.. Bizim kadar sık toplantı yapan başka bir dernek var mı?.. Dünyada yok. Biz günde beş defa camide toplantı yapıyoruz. Cami ne demek, toplayan demek, cem eden demek... Caminin bizi toplaması lâzım, biz gitmiyoruz. Muslih olmamız lâzımken, sâlih müslüman bile değiliz. İyi müslüman değiliz ki, camiye gitmiyoruz. Olmaz.

Kaç beş kişiyiz, burda kaç tane aile var, bir cami kuramamışız. Irkçılık yapmıyorum, Türkçülük yapmıyorum ama, bizim Pakistanlıların salât ü selâmlarını anlamadık. Çok hoşumuza gitti, makàmı da hoşumuza gitti, kameraya da aldık ama anlayamadık. Bir sürü laflar söylediler, anlamadık. Urduca bilmediğimize göre bizim de Türk camimiz olması lâzım!.. Lütfen burda bir camimiz olsun. Muslih müslüman olmak için, insanın bir teşkilatı olması lâzım, muhterem kardeşlerim!

g. Maddî Fedâkârlık Şart!

Muhterem kardeşlerim! "Bütün işler paraya dayanıyor." diyorlar. Ben tabii tam katılmıyorum. Bütün işler imana dayanıyor aslında. İman oldu mu, parasız insanlar da büyük işler başarıyorlar. Peygamber SAS Efendimiz'in parası yoktu. Sahabe-i kiramın üstüne giyecek giyimi yoktu. Ama çok büyük işler başardılar.

Fakat o iman olduktan sonra da, yine işlerin yapılması paraya dayanıyor. Ebûbekr-i Sıddîk bütün servetini Peygamber SAS'in önüne koymuş. Müslüman olduğu zaman kırkbin mi, altmışbin mi altını varmış, onların hepsini Peygamber Efendimiz'in emrine tahsis etmiş. Zengin insanken, çoluk çocuğuna hiç bir şey bırakmamış, "Allah ve Rasûlü yeter bana..." demiş, bütün parasını Rasûlüllah'ın emrine vermiş.

Osman-ı Zinnûreyn, koca bir orduyu techiz etmiş. Yüz deveyle Şam'dan gelen bütün malları, kıtlık senesinde Medine ahalisine tasadduk etmiş. Yüz deveyi de kesmiş, etlerini de fakirlere dağıtmış. Yüz deve demek, yüz tane BMC kamyon demek. Yüz tane içi yük dolu, erzak dolu kamyonu bağışlamış. O zamanın kamyonları develerdi. Yüz deveyi mallarıyla beraber bağışlamış.

Parasız iş olmaz, her işin bir maddî tarafı vardır. İslâm dininin maddî tarafı zekât ve sadakadır. Peygamber Efendimiz'e bazıları demişler ki:

"--Yâ Rasûlalah, sen Allah'ın rasûlüsün, biliyorum; uzat elini, ben sana bey'at edeceğim. Yalnız, lütfen bana zekâtı zorunlu kılma, beni zekâttan affet, ben zekât vermeyeyim. Zaten on tanecik devem var, ailem de kalabalık... Şimdi bunlardan kalkar, zekât vermeye çalışırsam malım azalır. Bir de ben korkak bir insanım, canım çok kıymetli, düşmandan çok korkuyorum; bana cihadı da emretme!" demiş.

Samîmî bir insan olduğu için erkekçe, dobra dobra söylemiş. O da sahabi...

Peygamber Efendimiz demiş ki:

"--Zekât olmazsa, cihad olmazsa, o nasıl müslümanlık olur?.. Zekât olmazsa, cihad olmazsa, o nasıl müslümanlık olur?.."

Allah zekât verin demiş, Peygamber Efendimiz vermeyin demez. Allah'ın rasûlü, Allah ne emrettiyse onu yapar. "Öyle müslümanlık olmaz!" deyince, adam hatasını anlamış.

"--Yâ Rasûlallah uzat elini, cihada da zekâta da razı oldum, o şekilde sana bey'at ediyorum!" demiş.

İslâm'ın maddî yönü budur. Zenginin parasıyla fakirler mutlu oldu. O kıtlık diyarında mutluluklar, servetler paylaşıldı. Siz de paranızı Allah yolunda harcayın!.. Ben bir şiirin sonuna bir mısra ekleyerek söylüyorum, hoşuma gidiyor:

Neyleyim, neyleyim, dalları neyleyim? Br>Yar yoluna dökülmedik dilleri neyleyim?
Hak yoluna verilmedik malları neyleyim?..

İlk ikisi bir başkasının, sonuna ben eklenti yaptım: Hak yoluna verilmedik malları neyleyim?.. Kazan, kazan, kazan...

"--Hepiniz başkasının malını daha çok seviyorsunuz!" diyor Peygamber Efendimiz.

Diyorlar ki:

"--Yâ Rasûlallah, bu sözünüzdeki nükteyi anlayamadık. Herkes kendi malını sever. Altıncıklarım der, paracıklarım der, mallarım der, mülklerim der..."

İnsan malı sever. Verirken eli titrer. Bir insan bir hayrı yaparken, altmış tane şeytanın aldatmasından yakayı kurtarıp öyle yapar. Şeytan, "Verme, fakir kalırsın, aç kalırsın!" der. "Aptal mısın, sen nasıl çalıştıysan o da çalışsın!" der. "Allah versin de, koğ kapından!.." der. Halbuki Peygamber Efendimiz diyor ki:

"--Kapındaki dilenci Allah'ın sana hediyesidir."

Ver parayı, sevap kazan!.. Kim gelirse, Peygamber Efendimiz vermiş.

Bir keresinde Peygamber Efendimiz'e çok güzel bir elbise hediye edilmiş. Yakışıklı, çok güzel bir elbise hediye etmişler, sırtına giymiş.

Çok sıkıntı çekiyorlardı. Öyle pamuklu kumaş filân bulamıyorlardı, postları bürünüyorlardı. Mağara adamları gibi postlarla yaşıyorlardı. Ebûbekr-i Sıddîk postunu dikenle iliştirmişti. Zengin adamdı ama, hak yolunda vere vere kalmamıştı.

Yağmur yağdığı zaman Mescid-i Nebevî'nin içi, postlar ıslandığı için ağıl gibi kokardı. Tabaklanmış İtalyan derisi değil ki, kokardı. Temizdi ama kokardı. Öyle fukara idiler.

Çok güzel bir elbise verdiler Peygamber Efendimiz'e... Bu Peygamber Efendimiz'e lâyık diye birisi getirmiş, vermiş. Giydi, zâten güzeller güzeli, güneş yüzlü, ay yüzlü; çok yakıştı Peygamber Efendimiz'e... Sahabeden birisi geldi:

"--Yâ Rasûlallah, bunu bana verir misin?" dedi.

[Peygamber Efendimiz hemen eve gitti, o elbiseyi çıkardı, getirdi, o kimseye verdi. Halbuki ona ihtiyacı vardı.]

h. Hanımlar da İslâm İçin Çalışmalı!

.........

İran'da, bugünkü Tahran'ın olduğu yerde Rey şehri vardı eskiden. Rey şehrinin hakimi vefat etmiş, yerine bir küçük çocuk tahta oturmuş ama, henüz çocukluk çağında olduğu için yönetim annesinin elinde imiş. Sultan Mahmud oraya haber göndermiş, demiş ki:

"--Bana tâbî olsun, parayı benim adıma bassın, hutbeyi benim namıma okusun, benim devletimin sınırları içine girsin. Yoksa gelirim, asarım keserim, yakarım yıkarım!" diye bir tehdit göndermiş.

Şimdi bu kadın bu tehdidi almış, yaşlı, nihayet küçük bir bölgenin hakimi... Ötekisi Sultan Mahmud-u Gaznevî, ordusu var, filleri var... Hindistan'ı fethetmiş, Afganistan'a hakim, İran'a yayılmış, Gazne devletini kurmuş. Kadın ona cevap vermiş, demiş ki:

"--Böyle bir ferman göndermişsin, sana tâbî olmamı istemişsin. Tâbî olmazsam, gelip savaşacağını söylemişsin. Allah şâhid ki, gelir benimle savaşmaya kalkarsan, ben de sana karşı koyarım, ben de seninle çarpışırım! Çünkü arslanın erkeği olduğu kadar, dişisi de olur.

Seninle çarpışırım, iki ihtimal var: Ya sen beni yenersin; normal olanı bu, çünkü sen kuvvetlisin, güp güp yeri sarsan fillerin var. Sen zaten bir sultansın, şöhretlisin, cihana namın yayılmış; 'Sultan Mahmud bir ihtiyar, acûze kadını yendi.' derler. Bu senin şânına, nâmına bir şey eklemez, belki eksiklik getirir. 'Utanmamış da, gitmiş, ihtiyar kadınla çarpışmış.' derler.

Ya bu olur, ya da Allah bana yardım eder, ben seni yenerim. Belli olmaz. O zaman cihana rezil olursun; 'Bir koca karı Sultan Mahmud'u yendi.' derler. Onun için benim üstüme pek gelme!" demiş. O da böyle bir mektup yazmış.

Çok hoşuma gidiyor. Dilem, ikilem diyoruz buna mantıkta; öyle de olsa sonuç bu, böyle de olsa sonuç bu... Bu cevabı alınca, Sultan Mahmud oraya sefer yapmaktan vaz geçmiş. Yâni aslanın erkeği olduğu kadar, dişisi de oluyor. Hattâ ben biliyorum ansiklopedilerden, televizyon programlarından; arslanların hanımları çalışıyor, beyler uzanıyor, yan gelip yatıyor. Ötekiler avlıyor, bey de gelip yiyor. Bazan erkeğin de avlandığı oluyor ama, asıl avlanan, büyük işi yapan hanımlar oluyor.

Onun için bizim toplumumuzda kadınlar da İslâm için çalışacak. Çünkü erkekler her yere giremiyor. Haremlik var, selâmlık var, çeşitli zorluklar var... Kadınlar camiye gelemiyor, çoluğu var, çocuğu var. Gelse, cami bir hale dönüyor ki, harp meydanı gibi... Biz "Allahu ekber!" deyip namaza duruyoruz camide... Arkadan tak, tuk, bağırmalar, çağırmalar; bütün katalitik sobaların çakmaklarıyla oynuyorlar. Çaktırıyorlar onları... Bizim namazda aklımız bir geliyor, bir gidiyor.

Çocukların camide cemaate musallat olması, kıyamet alâmetlerindenmiş. Çünkü camide huzurla ibadet edilecek. Onun için gelemiyor camiye... O zaman ne oluyor?.. "Biz bu kadınlara İslâm'ın haberini nasıl ileteceğiz?" diye kara kara düşündüm, bir çare buldum.

Nasıl bir çare buldum?.. Uzay yoluyla, ses dalgalarıyla, Akra radyosuyla... Hanımların mutfağına kadar gidiyoruz, bıdır bıdır mutfakta konuşuyoruz. Oturma odasında konuşuyoruz, patates soyarken konuşuyoruz, yün örerken konuşuyoruz... Sadece süpürge süpürürken, makinanın gürültüsünden konuşamıyoruz. Sair zamanlarda hep konuşuyoruz. Çaresini ben böyle buldum.

Bir de televizyon olsa, tamamen göz göze, yüz yüze anlaşacağız.

Soru:

--Türkiye'nin durumu ne olacak, bizim dışarıdaki görevlerimiz nelerdir?

Türkiye'nin durumu çok berbat... Ekonomisi berbat, bütçesi delik. Bütçeyi doldurmak için yalan uydurdular, sekiz yıllık eğitim vs. diye. Sağlayacakları paralarla bütçeyi yamayacaklar, işlerini götürmeye çalışıyorlar. Öyle şey olmaz. Havuzu deldikten sonra, bütçe başka yerden yamanmaz. Ama tabii, onların maksatları hayır değil.

Türkiye'de sıkıntılı durumlar var. Biz Türkiye'de ikamet eden insanlar olarak çalışacağız, anlatacağız, yanlışları söyleyeceğiz, uğraşacağız, hakkımızı savunacağız. Ama siz de buralardan çalışacaksınız. Çünkü eski bir fizikçi varmış (Arşimidis), bir laf söylemiş:

"--Bana bir dayanak verin, dünyayı yerinden oynatırım!" demiş.

Uzayda bir dayanak vereceğiz adama, o da bir manivela kolu bulacak, dünyaya dayayacak, dünyayı oynatacak. Doğru, bizim veremiyeceğimizi biliyor, ondan istiyor. Yâni bu, aletin önemini gösteriyor. Dayanağının sağlam olması halinde insanın çok büyük güçleri yerinden oynatabileceğini gösteriyor.

Bizim de Türkiye dışında dayanaklarımız olmalı, Türkiye'nin durumlarını düzeltmeye çalışmalıyız.

Onun için hep beraber İslâm için çalışalım! Şu dâr-ı dünyâda hayat imtihanını başarı ile verelim!.. Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi başarılı eylesin... Doktoramızı yapmayı, mânevî doktorayı yapmayı nasib eylesin... Güzel sertifikalar, diplomalar almayı nasib eylesin...

Sevdiği kul eylesin, hüsn-ü hàtime nasib eylesin... Kabri cennet bahçesi olanlardan eylesin... Ahirette yüzü gülenlerden eylesin... Sıratı yıldırım gibi geçenlerden eylesin... Mahşer gününde Arş-ı A'lânın gölgesinde nurdan minberlere oturup, trübünlerden mahşer halkını seyredenlerden eylesin... Defter, divan açmadan, ayıplarımızı etrafa saçmadan, kimseye duyurmadan, affıyla affederek, bigayri hisâb cennetine dâhil eylesin...

Peygamber Efendimiz'e komşu eylesin... Cemâlini ayın ondördü gibi görmeyi nasîb eylesin... Selâmün kavlen min rabbin rahîm ayetinde bildirilen selâmına mazhar eylesin...

Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû, aziz ve sevgili kardeşlerim!..

29. 08. 1997 - İNGİLTERE