ÜMMETİN KURTULUŞU VE HELÂKİ

Eûzü billâhi mineş-şeytànir-racîm.

Bismillâhir-rahmânir-rahîm.

Elhamdü lillâhi rabbil-àlemîn... Hamden kesîran, tayyiben mübâreken fîh... Alâ külli hâlin ve fî külli hîn...Kemâ yenbağî licelâli vechihî ve liazîmi sultànih... Ves-salâtü ves-selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû biihsânin ilâ yevmid-dîn... Emmâ ba'd:

Aziz ve sevgili kardeşlerim!

Peygamber Efendimiz peygamberlerin hàtemidir, sonuncusudur. Allah'ın habîbidir.

(Vemâ yentıku anil-hevâ. İn hüve illâ vahyün yûhâ.) "Boşuna konuşmaz; söyledikleri Allah'ın vahyidir, ilhamıdır." diye Kur'an-ı Kerim'de beyan edilmiştir.

Onun için sohbetlerimizde temel konu olarak Peygamber SAS Efendimiz'in hadis-i şeriflerini okuyoruz ki; hem en doğru sözleri konuşmuş olalım, hem de dinimizi öğrenmiş olalım... Çünkü, Peygamber Efendimiz bize dinimizi öğretmek için gönderilmiş bir muallim-i a'lâdır, en yüksek mürebbîdir, muallimdir.

Bu maksatla yanımızda gezdirdiğimiz hadis kitaplarından Râmûzül-Ehàdîs isimli kitabın bir sayfasını yolda gelirken kur'a olarak çektik. Çıkmış olan sayfanın birinci hadis-i şerifinden itibaren okumaya başlıyoruz:

a. Cehennem Ateşinin Şiddeti

451/1 (Nâruküm hâzihilletî yûkıdü benû âdem cüz'ün min seb'îne cüz'en men nâri cehennem. Kîle: Yâ rasûlallah, in kânet lekâfiyeh? Kàle: Feinnehâ fuddılet aleyhâ bitis'atin ve sittîne cüz'en küllühünne misli harrihâ)

Bu hadis-i şerif, çok hadis rivayet eden, Efendimiz'in hadis-i şeriflerini dinlemeğe, yazmağa, ezberlemeğe çok özel gayret gösteren, meraklı bir sahabenin; hattâ Peygamber Efendimiz'in mescidinde yatıp kalkan Ashàb-ı Suffe'den olan, Ebû Hüreyre RA'in rivayet ettiği bir hadis-i şeriftir. Ashabın bir çok ferdi kendi işleri için hurma bahçelerine, çarşıya, pazara gittiği halde, o Rasûlüllah Efendimiz'in yanından ayrılmamış, hadis-i şerifleri çok duymuş, dinlemiş ve nakletmiştir. En çok hadis rivayet eden sahabe arasındadır.

Onun rivayet ettiği bu hadis-i şerif de, meşhur hadis kitapları olan Buhârî'de, Müslim'de, Tirmizî'de, Ahmed ib-i Hanbel'de ve İmam Mâlik'te vardır. Biliyorsunuz İmam Buharî ile Müslim, hadis ilminde en yüksek itibara mazhar olmuş olan kitapları yazmış kişilerdir. Tirmizî de hâkezâ altı meşhur hadis kitabından birisinin müellifidir. Ahmed ibn-i Hanbel ise, biliyorsunuz Hanbelî mezhebinin imamıdır, önderidir. İmam Mâlik Hazretleri de Mâlikî mezhebinin önderidir. Demek ki iki mezheb imamının, önderinin, kurucusunun; iki meşhur hadis aliminin, bir de İmam Tirmizî'nin rivayet ettiği bir hadis-i şerif okumuş oluyoruz.

Bunlar önemli. Çünkü büyüklerimiz Peygamber Efendimiz'den rivayet edilen hadis-i şeriflerin rivayetinin hangi yollardan geldiğini çok sıkı şekilde takib etmiş, çok iyi irdelemiş, sağlamlaştırmışlardır. Önemli bir husustur bu...

Peygamber Efendimiz bu hadis-i şerifinde buyuruyor ki:

(Nâruküm hâzîhî) "Şu sizin ateşiniz var ya, (elletî yûkıdü benî âdem) insanoğlunun tutuşturup yaktığı ateş... Şu dünyada kullandığımız ateş var ya; (cüz'ün min seb'îne cüz'en min nâri cehennem) cehenennemin ateşinin yetmiş bölüğünden bir bölüktür. Yâni, cehennem ateşi bundan yetmiş misli daha şiddetli bir ateştir."

(Kîle: Yâ rasûlallah, in kânet lekâfiyeh.) "Dediler ki sahabe-i kirâm: Cehennem ateşi, şu bizim bildiğimiz dünyadaki ateş gibi bile olsa, yeterdi." Harıl harıl yandığı zaman sobadaki ateşleri düşünün; cayır cayır fırınların içini düşünün!.. O bile olsaydı kâfi idi.

(Kàle: Feinnehâ fuddılet aleyhâ bitis'atin ve sittîne cüz'en) "Evet kâfî idi belki ama, cehennemin ateşi bundan 69 misli daha fazlalaştırılmıştır. (küllühünne misli harrihâ) Her birisi bu dünyadaki ateşin misli gibidir." diye Efendimiz bildiriyor.

Biliyorsunuz, Allah-u Teàlâ Hazretleri azîzün züntikam olduğu için, kâfir, müşrik kullar ile, günahkâr kulları cezalandırmak üzere cehennemi yaratmıştır. Salih, mü'min kulları mükâfatlandırmak üzere de cenneti yaratmıştır. Yine bir hadis-i şerifte bildirildiği üzere, Allah-u Teàlâ Hazretleri cenneti yarattığı zaman, Cebrâil AS'a emir buyurmuş ki:

"--Yâ Cebrâil, cenneti yarattım, git cenneti bir gör bakalım!"

Cebrâil AS cenneti görüp geldiği zaman, Allah-u Teàlâ Hazretleri sormuş:

"--Nasıl buldun cenneti ey Cebrâil?.."

O da demiş ki:

"--Yâ Rabbi, o kadar güzel yaratmışsın ki cenneti, o kadar nimetler var; gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, kimsenin aklına hayaline gelmeyen öyle güzellikler, öyle lezzetler, o kadar hoş şeyler var ki; cennetin adını duyan, medhini duyan, vasfını duyan insanlar, buraya gelmek için, cenneti elde etmek için her türlü fedâkârlığı göze alırlar. Her şeyi yaparlar, her çareye başvururlar, cennete girmek için çalışırlar. Çünkü çok güzel diye duyar, burayı görmeğe, buraya girmeğe çok gayret eder ve girer."

Onun üzerine Allah-u Teàlâ Hazretleri emir buyurmuş, cennetin etrafı ve yolu insanın hoşlanmayacağı şeylerle çepeçevre kuşatılmış, cennet onların arkasında bırakılmış. İnsanın hoşuna gitmeyen şeyler nedir?.. Yorgunluklardır, sıkıntılardır, üzüntülerdir, korkulardır. Bunlardan hoşlanmaz insan; korktuğu şeyin yanına yanaşmaz, sevmediği şeyin yanına yanaşmaz.

Meselâ ibadetler; namaz olsun, oruç olsun, zekât olsun, hac olsun, sıkıntılı çalışmalardır. İnsan hacca gitmek için büyük paralar ayırıyor, büyük zahmetlere giriyor. Hacda da çok kalabalık olduğu için, itiş kakış, sıkıntı izdiham oluyor. Hattâ bazen ezilenler, ölenler oluyor.

Zekât vermek; insanın kazandığı paradan ayırıp da kırktabirini vermesi kolay değil, herkes yapamıyor. Para vermek biraz fedâkârlık istiyor.

Ramazanda oruç tutmak herkese kolay gelmiyor. Sabahtan akşama kadar aç kalmak zor geliyor.

Allah yolunda kendisini, ailesini, yurdunu, milletini korumak için savaşmak gerekebiliyor; o da tatlı, hoş bir şey değil... Çünkü korku var yaralanmak tehlikesi var, ölmek ihtimali var; yâni, hoş olmayan şeyler... Ama aklen düşündüğünüz zaman yapılması gereken güzel şeyler belki ama, hoş değil...

Allah-u Teàlâ Hazretleri, cennetin etrafını ve önünü, yolunu böyle hoşa gitmeyecek şeylerle çevreletmiş. Sonra;

"--Yâ Cebrâil, cennete bir daha git, bak bakalım çevresi nasıl, kendisi nasıl?.."

Cebrâil AS geldiği zaman, ikinci görüşünden sonra demiş ki:

"--Yâ rabbi, eyvah, böyle nefse hoş gelmeyecek şeylerden dolayı, herkes hoşlanmadığı şeye yanaşmak istemediğinden, oraya gelemeyecek. Sanırım ki, hiç kimse cennete giremez! çünkü, o hoşa gitmeyecek şeyleri kaç kişi göze alabilir."

Onun üzerine cehennemi yaratmış. Cehennemi görmesini istemiş Cebrâil AS'ın... O da gitmiş bakmış ki, cehennem müthiş bir yer; alevler, çeşit çeşit korkunç şeyler, katranlar kaynıyor, zakkumlar, dumanlar vs. tariflere sığmayacak kadar korkunç bir yer...

Bakmış, gelmiş. Allah-u Teàlâ Hazretleri:

"--Cehennemi nasıl buldun yâ Cebrâil?" diye sorunca;

"--Yâ Rabbi, en kötü yer, tasavvur edilebilecek yerlerin en kötüsü... İnsanlar bunu duyarsa, bunun korkusundan tir tir titrerler, hiç günah işlemezler, buraya aslâ düşmezler. Buraya gelmemek için tedbir alırlar, ihtiyat ederler, cehenneme düşmezler."

Onun üzerine, Allah-u Teàlâ Hazretleri emir buyurmuş, cehennemin etrafı da nefse tatlı gelecek lezzetli şeylerle donatılmış. Cebrâil AS'a:

"--Yâ Cebrâil! Bir daha cehennemi ve çevresini gör!" diye emir buyurmuş.

Cebrâil AS, gitmiş, gelmiş:

"--Eyvah yâ Rabbi, o cazibeli, o zevkli, keyifli şeyler dolayısıyla, herkes o şeyleri alayım, yapayım derken, korkarım ki herkes cehenneme düşer." buyurmuş.

Sahih hadis-i şeriflerde böylece bildiriliyor ki;

(Huffetil-cennetü bil-mekârih ve huffetin-nâru biş-şehevât.) [Cennetin etrafı nefse hoş gelmeyecek şeylerle çevrilidir, cennetin etrafı da nefsin hoşuna gidecek şeylerle çevrilidir.]

Bu anlatılan şey bir gerçektir. İnsanın cenneti kazanması için görev yapması gerekiyor, fedâkârlık yapması gerekiyor, Allah'ın emirlerini tutması gerekiyor. Bu da herkesin hoşuna gitmiyor. Cehenneme giden yolda, şeytanın çağırdığı şeyler de hep zevkli keyifli, şehvetli, istekli, arzulu şeyler ama, onlar da sonuç itibariyle insanı cehenneme düşürebiliyor.

Meselâ zevkli keyifli nedir?.. Tenbellik... Tembellik yapıp, başkasının parasıyla puluyla, beleşten, bedavadan haksız kazançla geçinmek... Bir çok insan bunu yapıyor, rüşvet alıyor, gasbediyor, zulmediyor. Parayı alnının teriyle kazanmıyor da, böyle zalim yollarla alıyor.

İçki var; para vererek meyhanelerde vs. yerlerde zevkle, keyifle içiyorlar. Kumar var; heyecanlı bir oyun diye adam her şeyini koyuyor ortaya, kumar oynuyor. Dahabaşka böyle çeşitli şeyler var...

Akıllı olan bir insan, hakim olan, bilge olan bir insan, yaptığı bir işin önünde düşünür, aklını kullanır, tefekkür eder. "Ben bu işi yapayım mı, yapmayayım mı?" diye düşünür. İşin yapılması sonucu güzel olacaksa, sonuçta güzel bir kazanç elde edilecekse, o iş yapılır. Ama sonuç felâket olacaksa, o işten kaçınır akıllı insan, kendisini tutar. Meselâ kavga edecek; sonuç ya karakolda, ya hapishanede, ya hastanede, ya kabirde bitecek; aklını kullanır, kavgaya yanaşmaz.

Allah insanoğluna cehennemden korunma ve cenneti kazanmak için akıl diye bir nimet vermiştir. "Yarattığım şeylerin içinde akıldan daha kıymetli bir şey yaratmadım." buyuruyor hadis-i kudsîde Allah-u Teàlâ Hazretleri... O halde bilge bir insan olarak, hakim bir insan olarak, yaptığı her işi yerliyerinde yapan, düşünceli, tedbirli bir insan olarak insanın aklını kullanması lâzım!

Çoğumuz aklımızı kullanıyoruz. sabahleyin erken kalkmak zor gelse de, çalışmak bizi terletse de erken kalkıyoruz, zahmetlere katlanıyoruz, işyerlerine gidiyoruz, terleye terleye işleri yapıyoruz, ama maaşımızı alıyoruz, yevmiyemizi alıyoruz, yaşıyoruz. Geçinmek için o sıkıntıları göze alıyoruz. Bu bir fedâkârlıktır, akıl kullanmaktır.

--Boş ver, gitme, yatakta yat!

--İyi, hoş, yatakta yatmak güzel ama, akşam çoluk çocuk ne yiyecek? Hani bir iki günlük yiyecek bulsak, para bittikten sonra ne yiyecek?..

Akıl neyi gerektiriyor?.. Çalışmayı gerektiriyor; yapıyoruz. Öğrenci; bir tarafta top oynamak, sinemaya gitmek var, ama bir tarafta da derslerini çalışırsa sınıfı geçmek, başarmak var; o zahmete katlanıyor.

Demek ki insanlar, zaten dünya hayatında da zahmetli bazı işleri yapıyorlar; keyifli bazı işleri de canları istese bile, bunu yapmamak lâzım diye yapmıyorlar. Tabii, bu aklı daha iyi bir şekilde kullanıp, insanın cenneti kazanması lâzım, cehenneme düşmeyecek şekilde kendisini kollaması lâzım!..

Onun için demişlerdir ki: İyi müslüman olmak için akıllı olmak lâzım! Başarı akıl ile kazanılır, aklı olmayan her türlü hatayı işler.

Akıllı olan insan, cenneti kazanacak tedbirleri alan insandır; çünkü ebedî saadeti kazanıyor. Akılsız olan insan da, kendisini cehennemden koruyamayan insandır; çünkü ebedî hüsrana gidiyor da tedbir almıyor. Bir insanın aklı aslında, cennete gidecek işleri yapmasıyla ölçülür. Cennete gidecek işleri yapıyorsa, akıllıdır; cehenneme gidecek işleri yapıyorsa, akıllı değildir.

--Ama üç tane fakülte bitirmiş, şu kadar yüksek mevkii var, bu kadar parası var, pulu var...

--Hayır, o adamın aklı yok! Aklı olsaydı, cehenneme düşecek işlerden kendisini çekerdi. Sonunda cehennem var diye, oraya gitmemeğe çalışırdı.

Cehennemin çok şiddetli, dayanılmaz bir azab yeri olduğu bu hadis-i şeriften anlaşılıyor. Yâni bir tanesi de olsa, dünyadaki ateş gibi bir ateş de olsa, yine insanı azablandırmak, yakmak ve feryad ettirmek için, yaptığı günahlara bin pişman etmek için yeterdi. Ama bunun yetmiş kat daha fazlası olması, azabının şiddetli olduğunu gösteriyor.

Allah-u Teàlâ Hazretleri cümlemizi cehennemine düşmeyen, cennetine giren, rızasına eren sevdiği kullardan eylesin...

İlk hadis-i şerif bu çıktı. Ama asıl şey, hayatta bütün dikkat edeceğimiz şey budur: Cenneti kazanmak, cehenneme düşmemek... Cennet de Allah'ın rızasını kazanınca elde edildiği için, büyüklerimiz demişlerdir ki:

(İlâhî ente maksdî ve rıdàke matlûbî) "Yâ Rabbi, benim amacım sensin, ben senin rızanı kazanmak istiyorum!"

En akıllıca iş, her yaptığı işi Allah'ın rızasına uygun yapmaktır; kolay bir şey... Aklımızı kullanacağız, her yaptığımız işi Allah'ın rızasına uygun olarak yapacağız. Sözümüzü Allah'ın rızasına uygun söyleyeceğiz, davranışımızı Allah'ın rızasına uygun yönde seçeceğiz, tercihimizi Allah'ın rızasını kazanmak için yapacağız. Basit bir şey, yâni müslümanlık bir bakıma çok kolay bir şey; her işte Allah'ın rızasını düşünmek...

b. Yakîn ve Zühd

İkinci hadis-i şerif... Hatîbî Bağdadî ve ibn-i Ebid-Dünyâ'nın rivayet ettiğine göre, Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:

451/2 (Necâ evvelü hâzihîl-ümmeti bil-yakîni vez-zühd, ve yehlikü âhiri hâzihil-ümmeh, bil-buhli vel-emel.) "Bu ümmetin evveli yakîn ve zühd ile necat bulacak ve bu ümmetin ahiri de cimrilik ve tl-i emelle helâk olacak!"

Biliyorsunuz, ümmet kelimesinin bir çok mânâları var; yaygın olan mânâsı, bir grup insan topluluğu demek. Biz ahir zaman ümmetiyiz. Peygamber Efendimiz'in peygamber olmasından sonra dünyada yaşayan insanların hepsi ahir zaman ümmetidir, ahir zaman peygamberinin ümmetidir. Amerikalılar, Almanlar, İsveçliler, Yahudiler, Yunanlılar, Ermeniler, Brezilyalılar, Güney afrikalılar, Avustralyalılar, Filipinliler, Polinezyalılar... Her yerin insanı, Peygamber Efendimiz'in peygamberliği başladıktan sonra kıyamete kadar olan zamanda yaşayacak olan insanların hepsi Peygamber Efendimiz'in ümmetidir.

Bu ümmet iki bölüktür:

1. Ümmet-i da'vet

2. Ümmet-i icâbet

Ümmet-i da'vet demek, Peygamber Efendimiz'in kendilerini müslüman olmaya davet etmiş olduğu, muhatap almış olduğu, Peygamber Efendimiz'in davetine muhatap olan insanlardır.

Eğer Peygamber Efendimiz'in peygamberliğini kabul ederse, Kur'an-ı Kerim'e inanırsa, "Lâ ilâhe illallah, muhammedün rasûlüllah" derse, o da davete icabet etmiş olur, ümmet-i icabet olurlar. Peygamber Efendimiz'in peygamberliği devresinde gelmiş, Peygamber Efendimiz'e inanmış, icabet etmiş. İcabet etmek, yapılan bir daveti kabul edip gelmek demek...

Ötekiler gelmemiş. Gelmemiş ama belki gelebilir daha, ölünceye kadar vakit var; bilmiyoruz ki... Meselâ, Amerika'da bir senatör müslüman olmuş. Fransa'da bir filozof, bir hakîm müslüman olmuş. Japonya'da bir alim müslüman olmuş...

Çin'de ikiyüz milyon müslüman olduğunu duymuş muydunuz?.. Rakamı tekrar tekrar sordum Çin'den gelen bir arkadaşa, o kendisi söyledi. Çin'de Çin kökenli ikiyüz milyon müslüman varmış.

"--Uygurlu filân mı, Türk kökenli mi?" dedik biz;

"--Hayır, Çin ırkından ikiyüz milyon müslüman var." dedi.

Çin dünyanın en kalabalık ülkesi; böylece müslümanı en çok olan ülke sıfatını da kazanmış oluyor. Her ne kadar Endonezya'da filân da ikiyüz milyon kadar müslüman varsa da, Çin'de bu kadar rakamı bilmiyordum. Çinden gelen bir arkadaş, Kurban Bayramından önce Danimarka'da beni ziyaret etti, Çin'in bir şehrinde okul açmışlar, o söyledi.

Demek ki, Çin'deki bir insan da bakarsınız, ordaki müslümanların çalışmasıyla müslüman olur. Bakarsınız İsveç'teki bir insan da müslüman olur. Ümmet-i da'vettir, icabet ederse, ümmet-i icâbet olur. İcabet etmezse, Peygamber Efendimiz'i kabul etmezse, Allah'ın gönderdiği ahir zaman peygamberine inanmamış olur, sorumlu olur. Peygamber Efendimiz'in peygamber olduğu yıldan itibaren yaşayan insanlar ümmet-i Muhammed'dir. Peygamberliğini kabul etmişse, müslüman olmuştur; kabul etmemişse maalesef vazifesini yapmamış demektir.

Fakat biz, sadece davete icabet edenleri düşünsek bile, bunlar da dünyada bir hayli kalabalıktır. Elhamdü lillâh dünyada birbuçuk milyar kadar müslüman var. Dünyanın en kalabalık inanç grubu durumunda bulunuyoruz, elhamdü lillâh....

Şimdi bu ümmet, Peygamber Efendimiz'in peygamberliğe başladığı zamandan şu ana kadar ve kıyamete kadar bütün müslümanlar... Bu ümmetin evveli, Peygamber Efendimiz'in ashabıdır, onun zamanında müslüman olmuş insanlardır. Onlar bu ümmetin en şereflisidir. Efendimizbir hadis-i şerifinde böyle sınıflandırmış. En şereflisi Peygamber Efendimiz'i gören insanlardır. Peygamber Efendimiz'i gören insanlara ashab veya sahabe denilirr. Bir tane olursa sahabi denir, kadın olursa sahabiye denir. Onlar ümmetin en yüksekleridir.

Sahabenin en yükseği de dört halifedir. Faziletleri hilâfet sırasına göredir: Hazret-i Ebûbekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman, Hazret-i Ali (Rıdvânullàhi aleyhim ecmaîn). Ondan sonra aşere-i mübeşşereden altı kişidir, cennetle müjdelenmişlerdir. Ondan sonra Bedir harbine katılanlardır, onların medhi hakkında çok hadis-i şerifler var... Böylece sıralanır gider.

Ashabdan sonra tabiîn gelir. Yâni ashabı görmüş ama, Rasûlüllah'a yetişememiş nesil... Ondan sonra tebe-i tâbiîn denilen tabiîni görebilmiş insanlar gelir.

(Hayrul-kurûni karnî) "En hayırlı devre benim devremdir. (sümmellezîne yelûnehüm, sümmellezîne yelûnehüm) Sonra ondan sonraki nesil, sonra ondan sonraki nesil." diye bu sıralamayı Peygamber SAS Efendimiz söylemiştir.

Şimdi bu ümmetin evveli ashabdır, tâbiîndir, tebe-i tâbiîndir, alliahu a'lem ilk devirlerin insanlarıdır. (Necâ evvelü hâzihil-ümmeh) Bunlar cehenneme düşmekten, azab görmekten kurtulacaklar, cennete girecekler, bahtiyar olacaklar. Ne ile kurtulacak bunlar?.. (bil-yakîni vez-zühdü) "İki güzel sıfat ile bunlar cennetlik olacaklar, cehennemden kurtulacaklar: birisi yakîn, ikincisi zühd."

Yakîn, Türkçedeki yakın kelimesine benziyor ama, karıştırmamak lâzım! Türkçedeki yakın, uzak olmayan demektir, onun Arapçadaki karşılığı karîb'dir. Bu yakîn, şeksiz şüphesiz, pürüzsüz sâfî inanç demektir. Yakîn sahibi insanlara mûkınîn derler. Bakara Sûresi'nin başındaki ilk ayetlerde geçiyor:

(Ve bil-âhiretihüm yûkınûn) "Onlar ahirete şeksiz şüphesiz inanırlar." diye geçiyor.

"Ben o adamı yakînen tanıyorum." diye bir tabir vardır, "Şeksiz şüphesiz tanıyorum, hiç tereddütsüz tanıyorum, o adam iyi adamdır. O adam hakkındaki kanaatimde bir eksiklik yok." demektir. Yoksa, "O benim akrabam!" demek değil, "O benim yakınımda oturuyor." demek değil...

Bu ümmetin evveli çok kuvvetli imanlı insanlardır. Sahabe-i kirâmın her birisi yıldızlar gibiydi, çok mübarek insanlardı, imanları çok kuvvetliydi. O mübarek insanlar birkaç devre yetişti, sonra gelen insanlar dünyaya daldılar, günahlara daha çok bulaştılar.

Onlar yakîn ile kurtulacaklar; yânî şeksiz şüphesiz, pürüzsüz, sâfî, tertemiz, sağlam imanları olduğu için cennete girecekler; bir... (Vez-zühd) İkincisi, zühd ile... Zühd, dünyaya rağbet etmemek demek... Zühd sahibi insana zâhid denir. Yâni, ahireti hedef alıp, ahiretin makamlarını, derecelerini, mükâfatlarını düşünüp dünyaya aldırmayan, dünyayı sevmeyen kimse demektir. Dünya gözünde değil, gönlünde değil... Mühim değil dünya, yeter ki ahireti iyi olsun.

Ahiretini kazanmak için dünyayı verir, hayır yapar, sadaka verir. Gözü toktur, haramdan bir menfaat gelse, istemem der. Amacı dünyalık değildir, ahireti düşünür. Ahireti düşündüğü için günahlara yanaşmaz, para hırsına kapılıp da haramları, günahları işlemez.

"Ahirette makamım iyi olsun, Allah beni sevsin, azablandırmasın, cennetine soksun!" diye dünyanın haram olan, yasak olan taraflarına yanaşmıyor, iltifat etmiyor. Onları sevmiyor, onları alacağım diye hırs beslemiyor. İşte zâhid bu... O devrin insanları böyle idi.

Hattâ Amr ibnül-As RA, ordusuyla Mısır'ı fethetmeye gittiği zaman, şimdiki Kahire'nin göbeğinde Fustat şehri vardı. Fustat şehrinin surları vardı, onu muhasara etti. Kaledekiler kapıları kapattılar, savunma durumuna geçtiler.

Amr ibnül-As onlara haber gönderdi, dedi ki:

"--Siz yanlış bir şey yapıyorsunuz. Biz sizin tanıdığınız, size gelmiş başka düşmanlar gibi değiliz. Benim ordumdaki insanların hepsi şehid olmayı hedef edinmiş, 'Ölsem de cennete girsem!' diye ölmeyi arzu eden insanlar... Ama sizler hepiniz, yaşamayı arzu ediyorsunuz. 'Ne yapıp yapıp canımı kurtarırım, acaba nasıl daha çok yaşarım?' diye düşünüyorsunuz. Siz bizi tanımıyorsunuz, bizimle baş edemezsiniz. Teslim olun, şartları konuşalım, bize tabi olun!" diye haber gönderdi.

O devrin insanları öyle idi. Peygamber Efendimiz SAS, onları savaşa gönderdiği zaman, savaştan geri dönmeyi ummazlardı. Canımız sağ kalır, döneriz de daha yaşarız diye düşünmezlerdi. Şehid olmaya giderlerdi. Uğurlayanlar da onların bir daha döneceğini beklemezlerdi.

Mûte savaşında, sancaktarlar şehid oldu. Peygamber Efendimiz onların şehid olduğunu minberden söyledi: "Şimdi Zeyd ibn-i Hârise şehid oldu, sonra sancağı Ca'fer ibn-i Ebî Tâlib aldı. O da şehid oldu, sonra sancağı Abdullah ibn-i Revâha aldı. Sonra o da şehid oldu." diye haber verdi. Hattâ Ca'fer ibn-i Ebî Tâlib Efendimiz için, "Onun cennette uçtuğunu görüyorum." diye söylediği için, lakabı Tayyar oldu.

Onlar geri çekilip Medine'ye geldikleri zaman... Savaşmışlardı, ellerinden gelen her şeyi yapmışlardı. Düşmanla karşılaştıkları zaman düşman ordusu çok kalabalıktı [100.000], kendileri çok azdı [3.000]. Komutanlar, "Biz bu kadar kalabalık bir düşmanla çarpışamayız, geri çekilelim!" dediler. Bazıları da dedi ki: "Çarpışıp yenmek için buraya gelmedik. Rasûlüllah bizi buraya çarpışın diye gönderdi, ölürsek şehid oluruz; yenmek ve zafer gayemiz değil..." dediler.

Çarpışmaya girdiler, kahramanca çarpıştılar çarpıştılar; yenişme durumu olmadı ama, bir zafer de kazanılamadı. Geride sağ kalanlar Medine'ye gelince, Medine'nin ahalisi gelenlerin yüzüne bakmadı. "Öteki kardeşleriniz öldü de, siz niye geriye döndünüz?" diye iltifat etmediler, Rasûlüllah Efendimiz onlara iltifat edinceye kadar...

Onların mantıkları böyleydi, başka türlü çalışıyordu, bizim gibi çalışmıyordu; değişik düşünüyorlardı. Onlar çok kuvvetli iman sahibiydi ve dünyaya metelik vermiyorlardı.

Ebû Zerril-Gıfârî Hazretleri'ne dörtbin altın verilmiş, bir gecede dağıtmış. O yanında para biriktirmeyi sevmezdi, hemen dağıtırdı. Halbuki şimdi hepimizin cebinde, kesesinde, kasasında ne kadar para vardır. Ertesi güne bırakmamış... Onlar, (Yevmün cedîd, rızkun cedîd) "Yeni bir gün, yeni bir rızık gönderir Allah" derlerdi.

Kadının birisi, iyi bir derviş, iyi bir zâhid diye bir s™fî ile evlenmiş. Evlendikleri zaman bakmış ki, dolapta yiyecekler var. "Ben de seni zâhid sanmıştım, derviş sanmıştım. Senin tevekkülün tam değilmiş, dolabında yemekler dolu!" diye memnun olmadığını beyan etmiş. Yâni o devrin insanları böyle...

Demek ki, dünyaya meyletmiyorlar, zâhid insanlar, ibadete gayretli insanlar, yakîn sahibi, kuvvetli iman sahibi insanlar...

Hazret-i Ömer zamanında Sâsânilerle çarpışan ordunun bir ferdi, savaş alanında bir torba mücevher buldu. Götürdü, komutana teslim etti. Onlar öyle para pul sahibi olmayı düşünmezlerdi.

Bu ümmetin evveli bu kuvvetli imanları ve bu müstağni, gözü tok halleri, ahirete rağbet edip de dünyaya aldırmamaları dolayısıyla cehennemden kurtulacaklar, necat bulacaklar, cennete girecekler." diyor Peygamber Efendimiz.

Bu iki haslet, iki güzel sıfattır: Yakîn, kuvvetli, tereddütsüz iman... Zühd, dünyaya aldırmamak...

--Ya sen böyle yapıyorsun ama, işinden atılırsın!

--Ne yapayım, Allah'ın emrini tutuyorum. "Cuma namazı kılın!" dedi Allah; kılıyorum. "Namazlarını kaçırma!" dedi; vaktinde kılıyorum. Allah bu işi vermezse başka yerden verir, bir kapıyı kaparsa bin kapıyı açar.

Meselâ bu, gözü tokluk, iman...

c. Cimrilik ve Tl-i Emel

( Ve yehlikü âhiri hâzihil-ümmeh) Bu ümmetin sonu da şu kötü iki kötü huydan dolayı helâk olacaklar: (bil-buhli vel-emel) Buhl, bahillik demek, cimrilik demek. Eli sıkı, cimri, hayır yapmıyor, hasenat yapmıyor, sadaka vermiyor, zekât vermiyor. Cimrilikten dolayı helâk olacak.

Cimrilikten dolayı zekâtını vermeyecek... Cimrilikten dolayı sadakasını vermeyecek... Cimrilikten dolayı hayrını yapmayacak... Cimrilikten dolayı cihada yardımda bulunmayacak... Cimrilikten dolayı ümmet-i Muhammede hizmet edecek sahalarda gayret göstermeyecek... Vazifelerini yapmadığı için, helâk olacak. Çünkü mâlî sorumlulukları var müslümanın.

Emel denilen şey de, ummak demek. İnsanın istikbale ait bir takım umutlarının, hayallerinin olması demek... Emelden dolayı insan niçin helâk oluyor?.. Bu emelin ne olduğunu pek çok kimse anlayamaz.

--Emel nedir; insanın ileriye yönelik planı olmasın mı, düşüncesi olmasın mı, hayali olmasın mı, hedefi olmasın mı; yasak mı İslâm'da bu?.. "İnşaallah çocuğum büyürse ben onu hafız yetiştireceğim!.. İnşaallah müstakil ev sahibi olmak istiyorum... İnşaallah Türkiye'de bir dükkân açarım... İnşaallah Kul'da, Tavşançalı'da şöyle bir geniş arazi alır da iki katlı bir ev yaptırırım..." filân. Bunlar günah mı?..

Emel, yâni tl-i emel, insanın biraz daha yaşayacağını sanması...

--Ne yapmayı düşünüyorsun sen?..

--İşte hocam, emekli oluncaya kadar burda yaşamayı düşünüyorum. Ondan sonra sakal bırakacağım, ondan sonra hacca gideceğim, ondan sonra çoluk çocuğu evlendireceğim... Ondan sonra namazımı kılacağım, orucumu tutacağım, ibadetimi yapacağım...

--Peki, o vakte kadar yaşayacağını biliyor musun?.. İsveç hükümeti garanti verse sana, acaba yaşayabilir misin?.. Yâni yaşamak senin elinde mi, senin isteğinde mi?.. Ya yarın ölürsen, ya bir saat sonra ölürsen, ya o vakte erişemezsen?..

Şimdi bakın, benim çok yakından tanıdğım talebelerim vardı, öldüler benden önce; sırayla değil bu iş... Benden daha genç idiler, talebe olarak okuttum, Allah rahmet etsin, şimdi öldüler. Beraber büyüdüğüm mahalle arkadaşlarım vardı, öldüler. Benden yaşça küçük nice insanlar ölüyor. Dedeler duruyor, bebekler ölüyor. Hastanın başında bekleyen hastabakıcı ölüyor, hasta iyileşiyor, daha da kaç yıl yaşıyor. Yâni ölümün kime, ne zaman geleceği belli değil...

Ölümü uzakta sanmak tûl-i emeldir. Cahit Sıtkı Tarancı bile güzel söylemiş:

Neylersin, ölüm herkesin başında,
Uyudun uyanamadın olacak;
Taht misali o musalla taşında,
Bir namazlık saltanatın olacak...

O bile biraz daha iyi düşünüyor da, bizim işçi haccını 65 yaşından sonraya düşünüyor. Daha 35 yaşında, daha şu kadar sene yaşarım diye düşünüyor. İşte bu tûl-i emel... Yarına çıkacağını bilmiyorsun. Bu akşama ermişsen, yarına çıkacağını umma! Yarına çıkacağını ummak tl-i emeldir.

--Tl-i emel neden kötüdür, niye insan bununla helâk olur?..

İnsan tûl-i emel ile, iyilikleri geriye atar. "İlerde tevbekâr olacağım... İleride şu hayrı yapacağım... İleride namazı kılacağım..." Hep iyilikleri geriye atar.

Geriye atmaya Arapçada tesvif derler. Tesvif, ilerde şöyle yapacağım demektir. Tesvif şeytanın aldatmacasıdır. "Şimdi yapma o işi, ilerde yap!" der. Şeytanın bir işi acele ettirmektir, bir işi de tehir ettirmektir. Hayırlı bir işi, özene bezene yapılmasın diye acele getirtir. Namazı acele kıldırtır meselâ, namaz bir şeye benzemez.

"Acele şeytandandır amma, bazı yerlerde acele etmek lâzım!" diyor Peygamber Efendimiz... Meselâ, birisi vefat ettiği zaman, defnetmekte acele etmek lâzım!.. İnsanın kız çocuğu varsa, evlenmekte çabuk davranması lâzım! Çünkü büyür de bir kötülük yaparsa, anaya babaya yazılır cezası... Çabuk evlendirilmesi gerekiyor. Bir de borcunu çabuk ödemesi, tevbeyi çabuk yapması lâzım.

Başka şeylerde teenni lâzım, yâni dengeli, ölçülü olmak lâzım!.. Almanların bir sözü vardır: (Ayle mid bayle) "İhtiyatlı bir acele..." Burda da Mustafa araba kullanırken söylüyordu: "Gerilimsiz araba kullanmak..." Kendisini sıkmayacak, rûhî gerilim olmayacak, rahat kullanacak arabayı... Önündekine, "Buyur, sen geç!" diyecek, kibarlık yapacak. O da, "Hay Allah razı olsun, sakallı bir adam bana yol verdi." diyecek, sakallılara derece verecek, gözünde sakallılar büyüyecek. "Allah Allah, yardım ediyor." diyecek.

İhtiyar kadının birisi bana yamuk yamuk bakıyordu, eline yükler vardı. Yardım edeyim dedim, yamukluğu düzeldi. Yamukluk yükündenmiş meğerse, taşıyınca düzeldi.

İleride çok yaşayacağım diye umarken, insan galete düşer, gàfilce yakalanır, hazırlıksız ölür. Borcunu ödeyememiş olur, alacağını alamamış olur, işini yapamamış olur, tevbesini edememiş olur, ibadetini geride bırakmış olur, namazını kılmamış olur, orucunu tutmamamış olur, haccını yapmamış olur. Bunlar hep, "Yaşarım canım, yaparım ilerde..." duygusundan kaynaklanıyor.İşte bu korkunç bir duygudur, insanları iyilik yapmaktan alıkoyan bir duygudur.

Onun için Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:

(Helekel-müsevvifûn) "Hayırlı işlerini geriye tehir edenler, tesvif yapanlar helâk oldular." Öyle şey yok, hayırlı iş hemen yapılır, çarçabuk yapılır. Onun için tl-i emel de kötü bir huydur.

Akşama çıktın mı, sabaha çıkmayı düşünmeyeceksin! Ne yapacaksın?.. Tevbe edeceksin. Abdestini alacaksın, yatmadan önce namaz kılacaksın. Neme lâzım, belki bu gece ölürüm diyeceksin. Vasiyetin yastığının altında yazılı olacak.

İnsanın vasiyeti yastığının altında yazılı olmazsa, suçmuş o, günahmış. Vasiyeti yazılı olacak: "Şu kimseden şu kadar alacağım var, onu alın Kur'an kursuna verin!.. Filâncaya şu kadar borcum var, onu ödeyin!.. Evlâtlarım aman benden sonra namazınızı bırakmayın, hakkımı helâl etmem; takvâ ehli olun!" diye çocuklarına hanımına vasiyetini yapacak.

Müslümanın ölüme hazırlıklı olması lâzım! Tl-i emel bunu engelliyor.

Onun için bu ümmetin son kısmı, evvelkilerin kuvvetli imandan ve zühd ü takvâ sahibi olduklarından cennete girdikleri gibi; sondakiler da maalesef cimriliklerinden, bir de tl-i emel sahibi olduklarından, 'Yaparım canım ilerde, dur bakalım, daha gencim!' diye işi tehir ettiklerinden dolayı helâk olacaklar." buyuruyor.

Demek ki, bizim ne yapmamız lâzım: Cömert olmamız lâzım, cimri olmamamız lâzım!.. Tûl-i emel sahibi olmamamız lâzım! Her an ölebilirim diye ölüme hazırlıklı olmamız, ölürsek arkada bir hesap, bir borç bırakmadan, her şeyi temiz yapmamız lâzım!

Bir güzel şahsı Asım Köksal tanıyormuş, o anlattı; Osmanlılar zamanında, İstanbul defterdarlığında memurmuş. Masasındaki bütün dosyaları, işleri bitirmeyince evine gitmezmiş. Mesâi beşte bitiyor gitmezmiş, altıda gitmezmiş, yedide gitmezmiş, dokuz, on, onbir... neyse dosyalar bitince gidermiş. Masası tertemiz, hiç yarına bırakılmış bir işi yok; o gece ölse, yeni gelen adama geride halledilmemiş hiç bir iş bırakmazmış. Erken gelirmiş, vazifesini yaparmış. Bu hizmeti Allah'a itaatin bir parçası olarak bilirmiş, ondan yaparmış.

Bizim de yaptığımız işleri böyle yapmamız lâzım muhterem kardeşlerim!

d. Cömertlik

Üçüncü hadis-i şerif, İbn-i Mes'ud RA'dan rivayet olunmuş. Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:

451/3 (Nahnül-âhirûne vel-evvelûne yevmel-kıyâmeh) "Biz ümmetlerin en sonuncularıyız. Yâni Peygamberimiz ahir zaman peygamberi, biz de ahir zaman ümmetiyiz. Kıyamete kadar başka peygamber gelmeyecek, biz en sonuncuyuz. Fakat kıyamet gününde en önceyiz. Öncelik bize verilecek, ilkönce biz muamele göreceğiz, biz iltifata mazhar olacağız."

(Ve innel-müksirîne hümül-esfelûnel-ekallûne yevmel-kıyâmeh) "Hiç şüphe yok ki dünyada malı çok olanlar, kıyamet gününde mertebe bakımından aşağıda olacaklar ve dereceleri az olacak. (İllâ hâkezâ ve hâkezâ) Ancak, şu malımı şuna verin, şu malımı buna verin diye hayrı çok yapanlar, parasıyla sevap kazanacak işleri yapanlar müstesnâ..."

(Vemâ uhibbu ennelî misle uhudin zeheben) Ben, şu karşıdaki Uhud Dağı kadar altınım olsaydı, (ünfikuhû fî sebîlillâhi azze ve celle) onu Allah yolunda dağıtırdım, sarfederdim, yanımda tutmazdım."

Hakîkaten Peygamber Efendimiz, ganimet vs. geldiği zaman, --ordu geliyor, ganimet getiriyor-- ortaya bir örtü yayardı. Yığılırdı böyle ganimetler... Avuç avuç dağıtırdı, bitirirdi. Gündüz geleni ertesi güne bırakmazdı, gece geleni ertesi geceye bırakmazdı, sarfederdi. Biriktirmeyi sevmezdi.

Onun için Efendimiz SAS cömertliği tavsiye ediyor. Bir de cömertlik yapmayanların ahirette ceza çekeceklerini, mallarıyla gerekli vazifelerini yapmayanların kötü durumda olacaklarını bildiriyor.

Biliyorsunuz, çevremizdeki işlere bakacak olursak, bu işlerin çoğu para ile olur. Hemen yakın çevremize bakalım: Şurada bir daire tutulmuş, biz de toplandık, namaz kıldık, hadis okuyoruz. Bu dairenin bir kirası var... Buraya iki tane güzel mavi halı serilmiş, bu olmasaydı daha basit bir şey serilecekti. Güzel, birisi hayır yapmış, bunu vermiş. Işıklar yanıyor, elektrikler gelmiş. Bazı arkadaşlar kameralarını getirmişler. Bunları banta alıyorlar, başkalarına dağıtacaklar, dinletecekler... Bunların her birisi bir para ile oluyor. Demek ki, İslâm'da bu gibi hayırları yapmak için müslümanların mâlî bir takım fedâkârlıklarda bulunmaları gerekiyor.

Ebûbekr-i Sıddîk RA Efendimiz'in müslüman olduğzaman çok büyük miktarda parası vardı. Fakat hepsini Allah yolunda sarfetti. Onbinlerce altını vardı, onları Allah yolunda sarfetti. Osman-ı Zinnûreyn Efendimiz çok büyük paralar sarfetti, ordu techiz etti. Daha başka böyle mübarek zenginler var... Allah yolunda mallarını, paralarını sarfedip sevapları kazandılar.

Camiler yaptırttılar, köyünün çeşmesinin suyunu getirdiler. Meselâ hacca gidenler bilirler; tâ Taif'in bilmem nerelerinden kanallar kazdırtmış, Arafat, Müzdelife, Mina'ya kadar su getirtmiştir Harun Reşid'in zevcesi Zübeyde Hanım... O zamanlarda o kadar suyu oralara getirmiş, hacılar rahat etsin, hacıların duasın alayım diye.

Onun için, herkes gücünün yettiğince çevresindeki dulları kollamalı, yetimler varsa onları alıp büyütmeli, evlendirmeli; çeşitli hayırlı işlere koşturmalı!..

e. Cennetin Meyvaları

Dördüncü hadis-i şerife geçiyoruz, herhalde hepsini tamamlayamayacağız. İbn-i Abbas RA'dan Deylemî'nin rivayetine göre, Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:

451/4 (Nahlül-cenneti cüzûuhâ zehebün ahmer) "Cennetin hurma ağaçlarının dalları kırmızı altındır." (Ve kermühâ) Kerm, üzüm demek aslında. "Cennetin asmalarının üzümleri de yeşil zümrüttendir."

Nitekim ben, Medine-i Münevvere'nin hurmalıklarını gezerken gördüm, hoşuma gitti. Hurmalar uzun, yüksek ağaçlar; hurmaların altlarında da bağ var. Medine'nin üzümü de çok güzel olur. Çok ince kabuklu, sanki kabuğu yokmuş gibi, ağzına aldığın zaman kurabiye gibi insanın ağzında erir. Çekirdeği azdır, çok güzeldir.

(Ve sa'fühâl-muhallel) Hurmanın yaprakları da ipektendir. (Ve semerühâ emsâlül-kılâl) Meyvaları da kabak büyüklüğündedir, kocamandır. (Ve elyenü minez-zebed) Kaymaktan daha yumuşaktır. (leyse lehû ücm) Çekirdeği de yoktur."

Yâni cennetin bir köşesinin manzarasını, bazı vasıflarını dinlemiş olduk bu hadis-i şeriften...

Cennetin hurmalarının dalları altından, üzümleri zümrütten, yaprakları ipektendir. Meyvaları koskocaman kabak gibi, fakat kaymaktan daha yumuşaktır ve çekirdekleri yoktur. Tabii, bunlar birer tabirdir. Peygamber Efendimiz daha güzel olarak diyor ki: "Gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, kimsenin hayaline gelmeyecek nimetler var."

Daha başka geniş hadis-i şerifler var, uzun boylu anlatıyor. Elbiseleri ne kadar güzel olacak, cennette insanlar nasıl havada uçacaklar, nasıl istedikleri gelecek, nasıl tbâ dalları kendi odasına kadar sarkacak... Nasıl meyvalara uzandığı zaman dallar kendisine gelecek, kopardığı zaman yerine yenisi bitecek... Cennet ırmakları akıyor, gölgelikler vs. Yâni akıllara, hayalle gelmeyecek şeyler... Allah-u Teàlâ Hazretleri yerinde, mahallinde aynen görmeyi nasib etsin... Anlatmakla bitecek şeyler değil...

f. Hayrın Önemi

Beşinci hadis-i şerif, Ebû Dâvud'da ve İbn-i Hibban'da var, Ebû Hüreyre RA den rivayet edilmiş. Müjdeli bir hadis-i şeriftir. Tabii, cenneti anlatan hadis-i şerif şevklendiriyor da, altında da böyle müjdeli hadis-i şerif gelince ümidimizi arttırıyor:

451/5 (Nezea racülün lem ya'mel hayran kattu) Daha önce hiç bir hayır işlememiş bir adam, (gusne şevketin anit-tarîk) dikenli dalı, diken dalını yoldan çekti. (İmmâ kâne fî şeceratin) Ya bu dal, diken ağacı uzanmış yola, gelen geçene değiyor; (fekataahû feelkàhu) ya ordan kopardı, kırdı, attı; böylece geçenleri ondan kurtardı. (Ve immâ kâne mevdan feemâtahû) Ya da kırılmış, yere düşmüş; şimdi bu birisinin ayağına dolaşır diye dalı aldı, attı."

Ya uzanmış dalı kırdı, insanlara dikenleri batmasın diye, ya yere düşmüş dalı aldı attı. Ama başka hiç bir hayır yapmamış bu adam, hayatında... (Feşekkerallàhu bihâ) "Allah onun bu amelini beğendi, mükâfatlandırdı, (Feedhalehül-cenneh) ve onu cennetine soktu."

Bu herhangi bir kimse olabilir veya bu durum başına gelmiş olan bir şahsı anlatıyor olabilir. "Adamın birisi vardı, yolda gidiyordu. Öyle pek hayır işlemiş bir insan değildi. Dikenli bir dalı kenara attı diye; ya bu dal, böyle ağaçtan sarkmıştı, kırdı bir kenara attı. Ya da yere düşmüştü, kimsenin ayağı takılmasın diye kenara attı. Allah bunun bu yaptığı iyiliği beğendi, razı oldu ve onu cennetime soktu." diye bir kişinin macerasını anlatmış olabilir. Ya da, "Böyle yapan bir insanı bile Allah ilerde cennetine sokar." diye, bir misal olarak söylemiş olabilir.

Buna şaşırmamak lâzım, hayret etmemek lâzım! Allah-u Teàlâ Hazretleri eğer bir insanın bir hayrını kabul ederse bile, onu cennete sokabilir. Onun için, Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifinde buyuruyor ki:

"--Sakın ha, hiç bir iyiliği küçümsemeyin! Bu küçüktür, az bir iyiliktir demeyin, yapmaya çalışın! Belki Allah ondan sizi affedecek, bilmiyorsunuz ki..."

Ortadaki bir taşı kenara koyuyorsunuz, bir dikenli dalı kenara koyuyorsunuz; belki ondan affeder, belki başka bir şeyden... "Sakın ha hiç bir iyiliği küçümsemeyin!" diye tenbihi kuvvetli yapıyor.

Onun için elimizden geldiğince her türlü hayırları yapmağa gayret etmeliyiz.

Tabii, hadis-i şerifi böyle tatlı tatlı bitirmek de olabilirdi ama, bazan da Allah bir günahtan dolayı insanı cehenneme atar. Günahtan da kaçınmağa çok dikkat edilsin diye, bunu söylemek ihtiyacını duydum. Misali var: "Kadının birisi, bir kediyi öldürdüğü için cehenneme atıldı." diye bildiriyor Peygamber Efendimiz.

Ne yapmış?.. Kediyi hapsetmiş. Ya yemeği yedi diye, ya kendisini tırmaladı diye, ya ortalığı pisletti diye... Hani bazan kediye kızar evin hanımı... Kediyi hapsetmiş. Diyor ki, Peygamber Efendimiz: "Salıvermedi ki, kendisi avlansın, karnını doyursun." Kedi dışarı çıktı mı, geceleyin bir şeyler avlar, karnını doyurur. Evin sahibi bir şey vermese bile, o bahçede bir şeyler bulur; sinek bulur, böcek bulur, çekirge bulur.... Süpermarket, kasap olmasa bile, o karnını doyurur.

Kapatmış, salıvermemiş, yemek de vermemiş; hayvan orda açlıktan bağıra bağıra ölmüş. "Onun bu merhametsizliğinden dolayı, Allah onu cehenneme soktu." diyor.

Kedinin ne kıymeti var... Şimdi gazeteler şöyle bir haber yazsa:

"--Adamın birisi bir kediyi ezdi diye idama mahkûm oldu."

Gülersiniz, "Hadi canım, öyle şey olur mu?.. Kedinin ne kıymeti var ki, bundan dolayı bir adam idama mahkûm olsun..." dersiniz. Ama bak, bir kediden dolayı cehennemlik oldu bir insan... Neden Cehennemlik oldu?.. Merhametsiz olduğu için, o merhametsizliği Allah cezalandırdığı için...

Demek ki, Allah bir küçük iyilikten, dikenli bir dalı kenara koydu diye, bir insanı cennete sokabildiği gibi, küçük gibi görünen bir kötülükten dolayı da cehenneme atabilir. O halde bizim iki şeye dikkat etmemiz lâzım: Herhangi bir iyiliği küçümsemeyelim, küçüklü büyüklü her iyiliği yapmağa çalışalım; herhangi bir günahı da küçümsemeyelim, her türlü büyük küçük günahtan kaçınmağa çalışalım, aziz ve muhterem kardeşlerim!..

Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi günahlardan korusun... Azabına giriftar olmaktan, cehenneme düşmekten korusun... Cennetine girenlerden eylesin, cemalini görenlerden eylesin... Şu altın dallı hurma ağaçlarını, zümrüt meyvaları, ipek gibi yaprakları, koca kabak gibi meyvaları, kaymaktan yumuşacık, daha tatlı, çekirdeksiz meyvaları yemeyi nasib etsin... Bu akşam anlattık, ağzımız sulandı,yutkunuyoruz, inşaallah orda hep beraber yeriz. Allah dilerse olur.

Allah bizi yolundan ayırmasın... Hayırları işletsin, günahlardan uzak eylesin... Yakîn sahibi, tereddütsüz sağlam iman sahibi eylesin, zühd sahibi eylesin... Cimri etmesin, cömert etsin... Tl-i emel sahibi etmesin...

--Daha ben çok yaşarım da, hacca giderim de, o zaman tevbe ederim de...

Öyle şey yok; yarın ölecekmiş gibi, bugün ölecekmiş gibi ahirete hazırlanacaksın!..

El-fâtihah!..

12. 05. 1997 - Stocholm / İSVEÇ