İSLÂM İÇİN ÇOK ÇALIŞIN!

Bismillâhir-rahmânir-rahîm.

Elhamdü lillâhi rabbil-àlemîn... Hamden kesîran tayyiben mübâreken fîhi alâ külli hàlin ve fî külli hîn... Ves-salâtü ves-selâmü alâ seyyidil-evvelîne vel-âhirîn, muhammedin ve âlihî ve sahbihi ecmaîn... Ve men tabiahû biihsânin ilâ yevmid-dîn... Emmâ ba'd...

Aziz ve sevgili kardeşlerim!.. Böyle sevdiğim kardeşlerimi karşımda görünce sevindim, rahatladım. Allah hepinizden râzı olsun...

1992 senesinde, buraya yakın bir kasaba olan Rayne'de toplandığımız zaman arkadaşlara demiştim ki, Peygamber SAS Efendimiz bir hadis-i şerifinde buyuruyor ki:

"Bir yerde --yâni oba olabilir, yayla olabilir, köy olabilir, mezraa olabilir veya bir diyar-ı gurbette başkalarının arasında-- beş tane müslüman aile, beş ev varsa, orada ezan okumak gerekir; kamet getirip cemaatle namaz kılmak gerekir. Aksi halde, (İstahveze aleyhimüş-şeytân) şeytan orayı idâresi altına alır, orayı istilâ eder, oradakilerin üzerine hâkim olur." buyuruyor.

Onun için, benim kardeşlerimin olduğu her yerde eğer böyle bir durum varsa, beş ev olabilmişlerse, kendilerine bir yer edinsinler. Bazı kardeşlerimiz hemen bunun icabına bakmağa başladılar. İbrahim kardeşimiz de dükkanının, bürosunun yanına burayı hazırladı. Burası ezan okunan, namaz kılınan böyle bir ibadethâne hâline geldi.

Çünkü, başka yerlere gittiğimiz zaman, bazı problemler çıkabiliyor. Biz kimseye ayırım yapmıyoruz. Ankara'da Özelif sitemizi kurduğumuz zaman da bütün kardeşlerimize kucak açtık, her cemaatten kardeşlerimizi kooperatifimize aldık, beraber oturalım dedik. Ama onlar sonradan ayırım yaptılar. Sonra biz böyle erbâb-ı tasavvuf ve tarikat olduğumuz için, bazıları bizden çekinmeye başladılar. Bir camide konuşma yapmak bahis konusu olduğu zaman, bizi konuşturmak istemediler.

Meselâ Avustralya'da... Ben Avustralya'ya gitmeden önce bizim kardeşlerimizin yaptığı külliyetli bağışlarla kurulmuş olan bir camide bizi konuşturmadılar. Hattâ o bağışları yapan kardeşlerimizden birisinin oğlu da şimdi aramızdadır. Yâni beşbin dolar filân gibi büyük yardımlar yapmış kardeşlerimiz. Kendi ihvânımız o caminin yapılmasına yardımcı olduğu halde, sonra bizim kardeşlerimiz, "Türkiye'den Es'ad Hocamız gelecek, burada hadis konuşması yapmasını temennî ediyoruz." diye, caminin yönetim kuruluna müracaat etmişler, Yönetim kurulu din görevlisine sormuş. Din görevlisi de, "Olmaz!" demiş.

Biz de onun üzerine gittik, yakında bir salon tuttuk. Hattâ orası kiliseye ait bir binanın salonuymuş. Dedik ki, "Burada 'Lâ ilâhe illallah' diyelim de, bu kelime-i tevhid duvarlara yapışsın!" Hutbemizi, konuşmamızı orada yaptık. Sonra kardeşlerimiz bizi oranın radyosunda konuşturdu. Dinleyenler de demişler ki: "Bu hocanın ne zararı vardı ki, camide konuşturmamışlar?" Caminin yöneticilerine biraz kızmışlar ama, bu hal olabiliyor.

Onun için bizim kardeşlerimiz, bizim ihvânımız nerede bulunuyorlarsa, küçük büyük bir yer sağlasınlar, kendi camimiz olsun; kendimiz rahat rahat tasavvuftan da bahsedebilelim, zikirden de bahsedebilelim!

Şimdi Hollanda'dan geliyoruz, oranın büyük camisine bizim arkadaşlarımız, gitmişler:

"--Hocamız falanca yerde konuşma yapacak siz de buyurun!" diye gitmişler.

İmam demiş ki:

"--Aman cemaat duymasın! Taman ben Es'ad Hocamızın geldiğinden memnun oldum ama, cemaat duymasın!" demiş.

Ne oluyor, anlamadım. Ben üniversitede yirmiyedi sene hizmet gördükten sonra kendi isteğimle, daha güzel hizmetler yapayım diye ayrıldım. Ayrılmasaydım, hâlâ şimdi üniversitede ders verecektim, yanımda asistanlarım, bana bağlı bölümler olacaktı. Yâni devletin başşehrinde İlâhiyat Fakültesi'nde hocalık yapıyorduk. Ne var biz burda, bir camiye gelmişiz, hadis konuşması yapacağız... "Aman kimse duymasın!"

Burda da hatırlıyorum, Grasbet'e ilk geldiğim zaman, Osman kardeşimiz filân hatırlar orda bir imam vardı. Bizim akşam toplandığımız yere gelirken, akşam karanlıklardan, sinerek gelmişti.

--Ne oluyorsun ya?!..

Haa, ne oluyor: Değil bizim onun camisine gitmemiz, onun bizim yanımıza geldiğini duysalar, sürerler diye korkuyor. Onun için bizim camimiz olacak...

Biz erbâb-ı tasavvuf ve tarikatız, takvâ yolunun mensublarıyız, Allah'ın dinine güzel hizmet etmek istiyoruz, tam bağlıyız. Öyle yasaklı masaklı, kontrollü, sakıncalı makıncalı işler bize yaramaz. Hangi ayet gelirse, hangi hadis gelirse onu okuyabilmeliyiz. Tesbih çekip Allah diyebilmeliyiz. "Sus, konuşma, yasak!" olmamalı, dinimizi serbestçe anlatabilmeliyiz.

O bakımdan buranın yapılmasında emeği geçen kardeşlerimize teşekkür ediyorum, dualar ediyorum, Allah nice hayırlara mazhar eylesin... Burada bulunan kardeşlerimizi de tek tek sîmâen hatırlıyorum, seviyorum; iyi kardeşlerimiz, Allah râzı olsun... Onları da burda görünce memnun oldum. Allah kocaman kocaman ibadethâneler yapmayı nasib etsin... O gayr-i müslimlerin, artık ibadet edecek adam bulamadıkları ibadethanelerini bizim devr almamızı, oralarda gürül gürül cemaatlerle Allah'ın varlığını birliğini İslâm'ın güzelliğini anlatmayı, Allah bize nasib eylesin. Böyle başlar, inşaalah daha çok gelişir. Temennîmiz odur.

a. Allah'ın Rızasını Gözetmek

Aziz ve muhterem kardeşlerim, sözlerin güzeli Peygamber SAS Efendimiz'in sözleridir. Onun için her zaman yanımızda Efendimiz'in sözlerini yazan kitapları gezdiriyoruz.

Şimdi karşımdaki hadis kitabından bir numaralı hadis-i şerifi okuyorum:

482/1 (Lâ akle ket-tedbîri fî ridallàh, ve lâ veraa kel-keffi an mehàrimillâh, velâ hasebe kehüsnil-hulük) Sadaka rasûlüllah, fî mâ kàl, ev kemâ kàl.

Bu sayfanın birinci hadis-i şerifi, kısa bir ibâresi olan, mânâsı derya gibi geniş olan bir hadis-i şerif... Peygamber SAS Efendimiz bu kısa sözlerin içinde üç şey söylüyor. Üçü de bizim için son derece önemli ve iyice öğrendiğimiz zaman Allah'ın rızasını kazanmamız için yeterli şeyler. Üçü de bizi cennete götürecek şeyler. Küçük bir satırlık hadis-i şerif amma içinde derya gibi mânâlar var.

Allah cümlemizi şefaatine nâil etsin, Peygamber SAS'in özelliklerinden ve güzelliklerinden, mükemmeliklerinden birisi de az söz ile çok mânâ ifade etme mucizesidir. Peygamber SAS, çok derin mânâları kısaca, derinden derine ifâde ederdi. Peygamber Efendimiz'in o güzel meziyeti, asırlar boyu evliyâullaha da geçmiştir. Meselâ Yunus Emre'de küçücük bir kaç satırla, kocaman kitapların yazacağı bilgileri güzelce bize anlatır, sevdirir, bizi teşvik eder ve irşad eder. Az sözle çok güzel mânâlar ifade etmiştir.

Şimdi bu hadis-i şerifin sözleri az, anlamları derya gibi geniş. Ana cümlenin içinde üç tane küçük cümlecik var, izah etmeye başlayalım:

1. (Lâ akle ket-tedbîri fî ridallàh) "Allah'ın rızasını kazanmak yolunda tedbir almak gibi akıllılık olmaz..."

Yâni herkes, "Aklım var!" diyor ve herkesin de aklı var, o aklına göre çalışıyor, çabalıyor, iş güç kuruyor, para kazanıyor, makina icad ediyor, elektirik icad ediyor, hoşumuza giden şeyler oluyor. Gerçekten her insanın, Allah'ın verdiği akıl denilen meziyeti kullanmasından ortaya çıkan bir şeyler var... Allah bize de, aklımızı kendi rızası yolunda kullanmayı nasib etsin.

Gayr-i müslimler de aklını kullanıyorlar. İşte bak onlar da memleketlerini, yollarını, otobanlarını, ışıklarını yapmışlar. Elektiriklerini sağlayacak atom santralleri kurmuşlar. Küçücük bir atomu parçalamaktan ortaya çıkan büyük enerjilerle ihtiyaçları olan elektiriği sağlıyorlar, dağıtıyorlar, satıyorlar, alıyorlar, veriyorlar... Bizim daha henüz yapamadığımız hoşa gidecek pek çok şeyleri var; yâni akılları var. Amma burada Peygamber Efendimiz diyor ki: (Lâ akle ket-tedbîri fî ridallàh) "Allah'ın rızası dahilinde, rızası yolunda tedbir almak gibi akıl olmaz." En güzeli bu...

Yâni, herkes tedbir alıyor. Meselâ bu adamlar tedbir alıyor, ne için tedbir alıyor: "Aç kalmayalım, açık kalmayalım!" diye... "Aman göstergeler tehlike gösteriyor, aman ekonomiyi düzeltelim, itisadı hâle, yola koyalım!" diyorlar. Hemen harıl harıl komisyonlar kuruluyor, çalışıyorlar, hemen tedbirler ortaya çıkıyor. "Aman şu işte şöyle bir kötü gidiş var, şöyle yapalım!.. Aman kömür çıkartmak pahalıya gelmeye başladı. Dışarıdan aldığımız zaman daha ucuz oluyor. Kömür madenlerini kapatalım, kömür şirketinin mallarını satalım, kömürü dışarıdan alalım, böyle ufak şeylerle uğraşmayalım!.." diyorlar.

Tedbir ama, bunların hiçbirisi ahirette insana yaramıyor. Dünyadaki zenginlik, para pul, mevkii, makam ahirette, Allah'ın indinde yaramıyor. Hattâ dünyanın hepsi, köşkleriyle, saraylarıyla, paraların deposu olan banka kasalarıyla, yeraltı servetleriyle, elmaslarıyla, altınlarıyla Allah indinde, (cenâhu baûdah) bir sinek kanadı kadar kıymet ifade etmiyor.

Allah-u Teàlâ Hazretleri dünyayı sevmiyor. Dünyaya sevgi nazarıyla nazar buyurmamış, ibadethâneler müstesnâ... Şu dışarıyı sevmiyor, burayı seviyor. Neden? Burda kendisine ibadet ediliyor diye. İbadet edilen yerleri seviyor, başka yerleri sevmiyor, kıymeti yok... İbadet etmeyen kulu sevmiyor. Nemrut olsa, Bâbil şehrinin başına geçse; Firavun olsa, Mısır mülkünün başına geçse; geçmiş, kıymeti yok... Hiç kıymet vermiyor, tepe taklak deviriyor, tahtını al aşağı ediyor, kendisini yerin dibine geçiriyor. Sevmediği kulu kahrediyor, sevmediği kavimleri kahrediyor, mahvediyor.

Dünyalık peşinde koşanları pişman ediyor. Dünyalık peşinde koşarken birbirini ezenleri, üzenleri, zulmedenleri pişman ediyor. Allah'ın kanunu böyle... Zulmeden dünyada da belâsını, cezasını çekiyor, kendisine kalmıyor.

Onun için bu tedbirlerin hepsi burada kalıyor ve adam ömrü bitince burayı bırakıp gidiyor. Mallarını da bırakıyor, saraylarını da bırakıyor. Burada eskiden kaç tane derebeyi vardı, sarayların sahibiydi. Gencer kardeşimizle Şvanştayn Sarayı'nı gezdik. Gölün kenarında, tepenin üstünde bir saray yapmış. Odalarını gezdik, adamın yatağına baktık, tavandaki yağlı boya resimleri baktık; tavan, bina yerinde... Adam özene bezene yaptırmış ama, içinde oturamamış bile...

Allah'ın garip bir kanunu var, ürpertiyor insanı: Kim özene bezene ev yaparsa, içine sokturtmuyor. Girmeden al aşağı ediyor:

"--Sen misin dünyaya bu kadar özenen, yallah!.."

Boynunu çam yarması gibi küt deviriyor, gidiyor. O kadar özenmiş ki, insanın ağzının suyu akıyor insanın... Böyle döne döne yoldan çıkıyorsun, şatonun kapısından giriyorsun, avlusu kesme taşları, manzarası, her şeyi harika... Bu bir tane değil, yüzlerce saray var, ama sahipleri yok, hepsi gitmiş.

Herkes gidecek, biz de gideceğiz. Yâni onları ayıplıyor da değiliz, onlar gidiyor diye onları kınıyor değiliz; biz kalacak değiliz, biz de fâniyiz. Peygamber Efendimiz diyor ki: "Ben de bu dünyada bir ağacın altında biraz nefes alan, dinlenen bir yolcu gibiyim. Benim dünya ile ne işim var."

Cebrâil AS gelmiş:

"--Yâ Rasûlallah, Allah-u Teàlâ Hazretleri beni sana gönderdi. İstersen şu karşında gördüğün dağları sana altın yapacağım, ister misin?"

"--İstemem!" demiş, istememiş.

"--Allah-u Teàlâ Hazretleri seni hükümdar bir peygamber yapabilir, ister misin?" demiş.

İstememiş. Müşrikler gelmişler:

"--Sen bu davadan vazgeç, biz sana para verelim, makam verelim! En soylu ailelerin istediğin kızıyla seni evlenmeni sağlayalım; bu işi bırak!.."

"--Bir elime güneşi verseniz, bir elime kameri verseniz, ben bu hak davayı bırakmam, bu davadan dönmem, Allah'ın emri neyse onu söyleyeceğim."

Aç kalmış, parasız kalmış, zırhını rehin bırakıp yahudiden borç para almış. Karnına taş bağlamış, evinde aş pişmemiş, ocak yanmamış Peygamber Efendimiz'in... Parasızlıktan değil, para gelir gelmez o gün fukaraya dağıttığından, merhametinin çokluğundan, yanına bir şey biriktirmediğinden, ayırmadığından, koymadığından... "Benim dünyada ne işim var?" Dünya dediği, dünyalık... "Benim dünyalıkla parayla, pulla ne işim var, istemem!" Dünya hayatıyla da ilgisi yok, dünya hayatını da sevmemiş.

(Lâ akle ket-tedbîri fî ridallàh) "Allah'ın rızasını kazanmakta tedbir almak gibi akıl olmaz." Allah'ın rızasını kazanmakta iş... Maddî işleri düzeltmekte filân değil, kesesini, kasasını doldurmakta değil: "Allah'ın rızasını kazanmak için düşünmek, akıl yormak, tedbir almak gibi akıl olmaz! Asıl akıl bu..."

--Efendim, falanca adam iki tane fakülte bitirmiş, iki tane doktora yapmış, profesör olmuş...

--İmanı var mı, Allah'ın huzuruna geliyor mu, secde-i Rahmân'a kapanıyor mu, mü'min mi?..

--Değil.

--O adam aptal, aklı olsaydı ahiretini kurtarmaya çalışırdı. Ahireti mahvolacak; kâfir giderse ebediyyen cehennemde yanacak, asla cennete giremeyecek, ebedî saadeti elden kaçıracak... Bu akıl değil!

Dünyanın en akıllı insanları --müslümanlığı güzel yaparlarsa-- müslümanlar... Neden?.. Ebedî saadeti kazanacaklar, cenneti kazanacaklar. Yâni burdaki saraylar, araziler neymiş yâni? Cenneti kazanacaklar hem de ebediyyen; sonsuz nimetler kazanacaklar. Onun için iyi müslüman en akıllı insandır.

Ama müslümanım deyip de, ahireti düşünmezse, ahirete yararlı iş yapmazsa, harama bulaşırsa, haramdan kazanırsa, ömrünü günahla geçirirse, Allah'ın hesabından korkmazsa; o da akıllı değil, onun da aklı yok....

İslâm aklı medhediyor, akıllı insanı medhediyor. Peygamber Efendimiz tefekkürü ibadet diye bildiriyor. Tefekkür, şöyle düşünmek...

Rodin'in düşünen adam heykeli var. Elini şöyle koymuş, yarım kıvrılmış düşünen adam heykeli... "Amma da güzel düşünen adam heykeli yapmış!" diye adam meşhur olmuş. Rodin taşı oymuş, heykel yapmış, put yapmış.

Allah heykel yapanlara, resim yapanlara ahirette diyecek ki:

"--Mâdem bunu böyle yaptın, hadi bakalım can ver!" diyecek.

Veremeyecek, azaplandırılacak...

(Lâ ibâdete ket-tefekkür) "Düşünmek kadar kıymetli ibadet olmaz."

--Hocam bazı hadis-i şeriflerde zikrin en kıymetli ibadet olduğu söyleniyor. Nasıl izah edeceğiz, arada nasıl bağlantı kuracağız?

Muhterem kardeşlerim! Şu bizim derviş olarak çektiğimiz şu zikrin mânâsı, hatırlamak demek... Zikrullah demek Alllah'ı hatırlamak demek, Allah'ı unutmamak demek, Allah hatırında olmak demek, yâni Allah'ı düşünmek demek... Arada aykırılık yok, her an Allah'ın rızasını düşünüyor.

Bakın, kardeşlerimiz buraya yazmış:

(İlâhî ente maksdî ve rıdàke matlûbî) "Yâ Rabbî, benim amacım, gayem sensin; ben senin rızası kazanmak istiyorum!" Avustralyalı kardeşlerimizin işareti bu, hilâl içinde Kâbe...

Derviş, en akıllı insan.. Neden? Her yaptığı şeyi Allah'ın rızası için yapmayı kendisine amaç edinmiş: "Yâ Rabbî benim başka bir amacım yok, ben senin rızanı kazanmak istiyorum!" diyor. Elhamdü lillâh, ne güzel düşünceye sahibiz. Bizi derviş eden, tasavvufa sokan, bizi tarikat erbâbı yapan hocalarımızdan Allah razı olsun... Yâni böyle derviş olmak, sultan olmaktan, iktidar olmaktan daha iyi... Çünkü Allah yolunda Allah'ın rızasını kazanmak için çalışan insan, düşünen insan... Aziz ve muhterem kardeşlerim çok önemli...

Tedbir ne demek? Önceden işin arkasını düşünmek demek... Kelimenin kökeninde bu mânâ var, arkası mânâsı var. Yâni bir işin, daha sonra karşısına gelecek olan arkasını, ötesini şimdiden düşünmek demek... Allah rızasını kazanmak için hepimiz karşılaştığımız olayların evvelini arkasını düşüneceğiz: "Bu iş nereye varır?.."

Meselâ Türkiye'de Ramazan'da bir kavurucu, korkunç fırtına estirdiler, güzelim Ramazanı berbat ettiler. Tasavvufa çattılar, İslâm'a çattılar, İslâm'ın şeriatinin ahkâmına çattılar, Kur'an'a çattılar... Müslümanlara çattılar, dervişlere çattılar, tarikatlere çattılar, şeyhlere çattılar. İki suçlu adamı ortaya çıkarttılar: "İşte şeyhler böyledir, işte dervişler böyledir, bak kafayı nasıl sallıyorlar, bunlar deli mi ne?.." Filân gibi böyle bir hava vermeye çalıştılar... Herkesi bulaştırmağa çalıştılar.

Ondan sonra, tabii bu kafalara işleye işleye, sonra Millî Güvenlik Kurulu zehir zenberek bir çalışma yaptı, ortalık karma karış karıştı: Darbe mi olacak, asker idâreye el koyacak mı?..

--İmam-hatip okulları kapansın, sayısı azaltılsın... Kur'an kurslarının izinli olanları, izinsiz olanları kapansın!

İzinsizi, izinsizi Kur'an öğretiyor, ne olacak yâni? Diskotekleri kapatabiliyor musun?!..

--Efendim, müslümanların kurmuş olduğu finans kurumları kapatılısın...

Yahudilerin bankalarını kapatmayı hiç düşündün mü?.. Hiç düşünmedin.

--Müslümanların, tarikat erbâbının radyoları ve televizyonları kapansın...

Hepsi madde madde var, o ilerici gazeteler hepsini yazmış; korkunç...

Bu işin sonu nereye varır?.. Haa bak, bu işin sonunu şimdiden düşümek, "Allah rızasını kazanmak için ne yapmak lâzım!" diye düşünmek; işte bak akıllılık bu... Bunun sonunu düşüneceksin, anlamağa çalışacaksın, tedbir alacaksın!..

--E hocam ne yapalım?

Kuzu gibi yat, kıtır kıtır kessinler, postunu soysunlar, üstüne otursunlar... Daha ne yapacaksın?.. "Yok bu benim anayasal hakkımdır, insan haklarıdır, hürriyetleridir." filân deme... Kuzu gibi meleyebilirsin, ama insan gibi konuşamazsın... Kuzu gibi mele... "Oh, bunun amma da körpe eti var!" derler, ondan sonra yatırırlar, keserler...

Tedbir alacaksın, "Allah Allah, bu askerleri kim yanılttı?.. Millî Güvenlik Kurulu'nda bu rüzgar nasıl esti?.. Bu işin sonu nereye varacak, bu nasıl bir mevsimdir?.." diye çare düşüneceksin!..

Şimdi herkes korkusundan Kur'an kurslarını kendiliğinden kapatmış. Onlar diyor ki:

--Biz bir şey kapatmadık, vallà billa bir şey yapmadık...

Kendiliğinden tık tık tık tık hemen kapanıyor. Neden?.. Korkuyor. Korku, çekinme olunca, "Adam şimdilik dursun bakalım!" filân diyor, kapatıyor. Ne yapacak?.. Allah'ın rızasını kazanmak yolunda tedbirler düşünecek. "Benim filânca asker tanıdığım var, filânca hukukçu var, şu şöyledir, bu böyledir..." Neyse, ne yapmak gerekiyorsa, usûlüne aykırı işleri düzeltecek. Kanunlarda bozukluk varsa siyâsîlerle konuşacak, "Bu kanunlar bozuk, insan haklarını çiğniyor, Almanya'da böyle değil, Fransa'da böyle değil..." diyecek.

Benin aklıma bir komiklik geldi, ama buralarda olduğum için yapamadım. Millî Güvenlik Kurulu'nun kararlarındaki cami ve imam-hatip liseleri kelimelerini çıkartacaktım; camilerin yerine kilise yazacaktım, imam-hatip liseleri yerine de papaz okulları diyecektim. Şaka, komiklik... Yâni: "Kiliseler böyle yapılır, İncil öğreten yerler şöyle yapılır, papaz okulları kapatılır." Yayınlayacaktım, "Askerler böyle demiş." diyecektim. Bakalım o zaman ne olacaktı, ne kadar yadırgayacaklardı?..

Hristiyanlara bir şey yapmıyorsun! Ermeni papazı Kayseri'de istediği gibi hareket ediyor, okulunu açıyor, gidip teftiş de edemiyorsun. Fener Patrikhanesi istediğini yapıyor... Ama imam-hatip okuluna karışıyorsun, Kur'an kursuna karışıyorsun, müslümanın ibadetine karışıyorsun!.. Diyaneti kendi başbakanlığına bağlamışsın, bakana bağlamışsın... Hani laik devlet dine karışmazdı, din işlerini ayırmıştı; niye din işlerine karışıyorsun? Almanya'ya niye din görevlisi gönderiyorsun?..

Aziz ve muhterem kardeşlerim! Onun için kanun, akıl, mantık, insan hakları, hürriyetler, kazanılmış haklar ne ise, onların korunması lâzım, tedbirlerin alınması lâzım, anlatılması lâzım!..

Geçelim başka bir konuda tedbire... Biz buraya işçi kardeşlerimizin gelmesini istemedik. Tà başından beri, evvelinden, buraya daha hiç işçi gelmemişken, işçiler Almanya'ya gidecek diye kararlar çıktığı zaman, ben muhaliftim. "Oralara giden işçlerimizi papazlar evirirler çevirirler, dinden döndürürler, hristiyan yaparlar. Allah saklasın, onlar orda dalâlete düşer." filân diye kendim şahsen istemiyordum. Ama geldiniz. Siz çağırdığınız için biz de arkanızdan geldik. İstemeden oldu bu işler...

Şimdi Avrupa Birliği içine girilecekmiş. Tansu Çiller, "Avrupa Birliği'ne girmek bizim çok büyük amacımızdır, hedefimizdir." diyor. Ama Refah Partisi, "Hayır, biz Avrupa ile birleşmeyi istemiyoruz." diyordu. Tansu Çiller bundan önceki SHP ile yaptığı hükümet zamanında Londra'ya gelmiş ve burdaki Avrupalılar'a ağlamıştı. Gazeteler konuşurken ağladığını yazmıştı, hatırlıyacaksınız. "Bizi Avrupa Birliği'ne alın, bizi kendi başımıza bırakmayın! Bizim Türkiye'de müslümanlar geliyor; müslümanlar idâreye hakim olurlarsa halimiz yaman olur, fenâ olur." demişti.

Onun için ilerici, Avrupa taraftarı diye onu desteklemişlerdi ve Refah'ın iktidar olmasını istememişlerdi. DYP, SHP ile iktidar olmuştu filân...

Ama bunları bir politika olsun diye anlatmıyorum, tarihsel gelişmeyi anlatıyorum. Şu anda Avrupa Birliği'ne girmenin son aşamasına geldiklerini; hristiyan demokratlar, "Siz müslümansınız, biz sizi istemeyiz!" dediği halde, bunların tekrar kapı kapı Danimarka vs. dolaştıklarını; "Taman, olabilir" diye olumlu cevaplar alındığını ve Avrupa Birliğine katılmak üzere olduğumuzu gazeteler yazıyor.

--Ben istemiyorum!..

Sen istemiyorsun ama, istesen de istemesen de çalışmalar bu istikamette, belki olacak. Bana kalsa, ben de Hristiyan Demokratlar'ın, "Onlar müslüman biz onlarla yapamayız!" dediği gibi, "Biz de müslümanız, onlarla yapamayız!" derim, müslümanlarla birleşmeye çalışırım. Ortadoğu'dan başlayan Endonezya'ya, Avustralya'ya, Afrika'ya kadar uzanan, Afrika'nın Atlas Okyanusu'ndan, Fas'tan, Moritanya'dan, Senegal'den, Sudan'dan, Libya, Cezayir vs. den Etopya'ya, Etopya'dan Somali'ye, Arabistan'a, Arabistan'dan Pakistan'a, Malezya'ya, Filipinler'e kadar bir birlik de ben kurarım. Ben onu istiyorum, ötekisini istemiyorum.

Elhamdü lillâh, benim meyvam var, sebzem var, güneşim var, madenim var, akarsuyum var... Benim diyârımda, benim müslüman kardeşlerimin diyârında her şey var, petrol var... Petrolleri biz bunlara vermesek, bunların her şeyi duracak, tepe taklak gidecekler. Benim her şeyim var, ben bunu isterim, amma yarın öbür gün bunların dediği olursa Avrupa Birliği'ne girersek; ne yaparız?..

Biz Hollanda'ya gittik. Benim bindiğim araba Münih plakalı, M harfi ve D harfi var. D harfi Deutschland, yâni Almanya'dan gelme... Alman plakalı olduğumuz için bize bir şeyler yaptılar. Sonradan arkadaşlar dedi ki:

"--Bunlar Almanlar'ı hiç sevmezler, Almanlar'a kızarlar. Çünkü Almanlar orayı zorla istilâ etmişler, sonra geri çekilmişler."

Hollanda ahâlisi, "Bunlar bizi istilâya kalkıştı." diye sevmiyormuş. Bize bugün gelirken de bir-iki numara yaptılar. Yine düşündük, "Gàlibâ bunlar, biz Alman arabası ile geldiğimiz için, bize biraz hareketleriyle filân kızgınlık gösteriyorlar." dedik.

Şuraya bağlamak istiyorum: Hollanda'nın ahâlisi Almanlar'a bu kadar düşman, ama Avrupa Birliği'ne giriyor. Kim yapıyor bu işleri?.. Tepeden oluyor. Ahâli istemiyor, ama yukardan oluyor. Biz de istemiyoruz, yukarıdan olması için çalışılıyor. Allah etmesin, olacak... Olursa ne yaparız?.. Ben buraya işçi kardeşlerimizin gelmesini istemiyordum ama geldiler; ne yapıyoruz?.. Cami kurmağa çalışıyoruz, kardeşlerimizi kurtarmağa çalışıyoruz.

Bir kardeşimizin incelemesini geçen gün Hollanda'da konuştuk, size de nakledelim: "Tanıdığım üçyüz çocuktan üç tanesi istediğimiz gibi çocuk oldu." diyor. Felâket bu!.. İki yüz doksan yedi tane çocuk istemediğimiz gibi oldu; anası, babası namazlı niyazlı olduğu halde...

Bu neyi gösteriyor?.. Tedbir almamız gerektiğini gösteriyor. İşçi kardeşlerimizin buraya gelmesini istemiyorduk ama, oldu. Eh işte kendileri de tedbir aldılar: Bu camiler bir tedbir, İslâmî teşkilatler bir tedbir... Ne yapmak istiyorlar?.. Yâni burada da yaşasalar, yine kendileri yine sevap kazanmak istiyorlar, çocuklarını müslüman yetiştirmek istiyorlar, uğraşıyorlar. Bir tedbir bu da...

Biz de "Şimdi bu adamlarla birleşirsek ne olacak?" diye tedbir almamız lâzım! Birleşmesek bile, "Burda kardeşlerimiz var, bu kardeşlerimizi nasıl kurtarırız?.. Bu kardeşlerimizin çocuklarını nasıl kurtarırız?.." diye tedbir almamız lâzım!.. Neden?.. (Lâ akle ket-tedbîri fî ridallàh) "Allah'ın rızasını kazanmak yolunda tedbir almak gibi akıllılık olmaz!"

Böyle yaparsam nasıl akıllılık etmiş olurum?.. Ailemi kurtarmış olurum, çocuğumu kurtarmış olurum, kendimi kurtarmış olurum. Neden?.. Yarın rûz-i mahşerde, mahkeme-i kübrâ'da evlatlar aileler kimden sorulacak?.. Babadan sorulacak. Kur'an-ı Kerim'e göre:

(Erricâlü kavvâmûne alen-nisâ') "Erkekler ailenin reisidir, kadınların üzerine vazifeli tâyin edilmişlerdir." Kur'an-ı Kerim'e göre... Hanımların da dindarlığını koruyup, kollamaktan beyler sorumludur, çocukların da dînî terbiyesinin sağlanmasından baba sorumludur. Tabii anne de yardım etsin, yardım etmesin demiyoruz ama, annenin bile, yâni hanımın bile müslümanca yaşamını tâkip etmekten, sağlamaktan baba sorumludur.

Gıdasını takib edecek, yiyeceğini, içeceğini vermekle, getirmekle sorumlu; giyeceğini, barınağını, geçimini sağlayacak. Dînî eğitimini sağlamak da babadan sorulur, baba mes'uldür, baba sorumludur. Hanım namaz kılmıyor, hanım başını örtmüyor, şöyle yapmıyor, böyle yapmıyor... Kocası sorumlu, ayarlayamamış, terbiye edememiş. Neden? (Erricâlü kavvâmûne alen-nisâ') O onun âmiriydi, ailenin reisiydi, koruyacaktı.

Bazen tersine oluyor. Adam zıpır, içkici, ayyaş, kumarbaz, birahaneden çıkmaz. Kadıncağız onu çekmeğe çevirmeğe çalışıyor...

Ne yapacağız? Tedbir alacağız, çocukların, hanımların, kendimizin cennetlik olmamızı sağlamağa çalışacağız, cehenneme düşmesini engellemeğe tedbir alacağız. Ayet-i kerimede:

(K enfüseküm ve ehlîküm nâran) "Kendilerinizi ve çoluk çocuğunuzu, ailenizin fertlerini cehenneme düşmekten koruyunuz!" buyruluyor.

Nasıl cehennem?.. İçinde insanlar yanıyor, insanlar atılıyor, yanan maddesi, yakıtı insanlar. Kendimizi ve çoluk çocuğumuzu o ceheneme düşmekten korumak, bu da bir tedbir... Dünyada zarara uğramamasını sağlamak, tedbir... Ahirette zarara uğramamasını sağlamak, tedbir... Olmadan evvel işleri düşünmek, tedbir...

Dün de söyledim, ama çok mühim bir konu olduğu için burda da söyleyeceğim; çünkü dün bunu duyan arkadaşlar orda kaldılar, burdakiler duymadı.

Muhterem kardeşlerim, şimdi biz rahat mıyız? Nasılsınız, iyimisiniz?

--Elhamdü lillâh...

Tamam, şimdi rahatsınız, paranız var. İşsiz bile olsanız, geçiminiz var, arabanız var, daireniz var, yaşıyorsunuz. Türkiye'den daha iyisiniz. Daha iyi olmasa herkes Türkiye'den buraya gelmeğe kalkmaz; burdakiler de Türkiye'den gelenlere mâni çıkartmaz. Burda biraz daha îctimaî müesseseler, yâni sosyal haklar gelişmiş, bakıyorlar. İlaç, tedâvi, doktor, hastahane vs. şeylerinde, geçiminde parası, pulu vs. tamam... Şimdi rahatsınız ya; şu rahatlık içinde, serbestlik içinde, imkân içinde Allah'ın dinine çok çalışmanız lâzım!.. Neden?.. Peygamber Efendimiz önceden tedbir almayı tavsiye ediyor da ondan.

Şimdi rahatsınız; işte bak, ekmek elden, su gölden yaşıyorsunuz. Şimdi çalışmanız lâzım! Eğer şimdi çalışmazsanız, çocuklar elden gidiyor. Birinci nesil tamam; sakallı, takkeli, cübbeli... İkinci nesil, alacalı... Üçüncü nesil, simsiyah... "Üçüncü nesil bizim, siz hapı yuttunuz!" diyorlarmış. Yâni, "Sizin tarlada, ağılda koyunları kuzulattığınız gibi, sizi kuzulattırıyoruz; sizin kuzucuklarınız bizim!" diyorlar. "Size kuzulara bakıcılık yaptırıyoruz, çobanlık yaptırıyoruz. Sizin kuzularınız bizim, onları biz yiyeceğiz." diyorlar.

Üçüncü nesil... Yâni sen çocuğunu evlendirdin; senin çocuğun nasıl, senin gibi mi, namazlı mı, İslâm'a bağlı mı, Allah'ın dinine yardım etmek istiyor mu?..

"--Evet..."

İyi, tamam, sen iyi bir babasın!

"--Hayır, öyle değil hocam... Ben çok istedim ama, Kur'an kurslarına da verdim ama, yazın camiye de kaydettim ama, 17 yaşına geldikten sonra fırttırdı gitti, benim çocuk beni dinlemez oldu. Alman kanunları da ona hak tanıyor. Baskı yapamıyorsun, dayak atamıyorsun, höt diyemiyorsun; gitti..."

Haa, ikinci nesil gitmiş.

"--Bir de o evlendi. Keratayı evlendirdik, güzel bir gelin aldık." filân. Veyahut, "Kendisine burda Almanlar'dan veya burda okuyanlardan arkadaş bulmuş; onların da çocukları oldu." Babası İslâm'ı yaşamıyor ki, çocuk nerden yaşıyacak?.. Babası İslam'ı öğrenmemiş ki, çocuk nerden öğrenecek?..

Bak üçüncü nesil tehlikede, gidiyor. Siz şimdi rahattayken tedbir almazsanız üç nesili de bırakalım, üç de biz ekleyelim altı nesil sonra ne olacak?.. Burdakiler diyebilirler ki --Allah etmesin, inşaallah demezler de, şöyle bir şey dememesi için tedbir alacağız diye söyleyelim:

"--Benim dedem Türkiye'den gelmiş, onlar müslümanmış. Nah burasına kadar sakalı varmış, resmi bizim albümde duruyor. Namaz filan kılarlarmış. Ben şimdi Evangeliş Kilisesi'ne bağlıyım, Katolik Kilisesi'ne bağlıyım, Lüteryan Kilisesi'ne bağlıyım!" diyebilir.

"--Olur mu böyle şey hocam, sen bizi mahsusdan korkutuyorsun?.."

"--Evet, olur; Avustralya'da olmuş."

Avustralya'da müslüman kadeşlerimiz şehir şehir giderken, bir yerde ezan okumuşlar, saf bağlamışlar, çayırda namaz kılmışlar. Ordaki köylüler bunları görünce ağlamış:

"--Yahu, bizim dedelerimiz de böyle yapardı. Dedelerimiz de böyle bağırırdı, birisi çıkardı elini kulağına koyardı, bir bağırırdı. Sizin gibi saf bağlayıp böyle yaparlardı..."

Şimdi?.. Şimdi adam şimdi müslümanlığı bilmiyor. Orada giden arkadaşlar, hani Pakistanlılar'ın böyle gezen cemaatleri var ya, onlar demişler ki:

"--Öyleyse sizin dedeleriniz müslüman; gelin bakalım, kimsiniz?.."

Haaa, Avustralya ilk keşfedildiği zaman, Afganistan'dan gelmişler, ordaki yerli ahâli ile, Aborijinler'le evlenmişler, onların çocukları bunlar... Amma İslâm'dan haberleri yok, kiliseye bağlanmışlar. İslâm'ı unutmuşlar. Bak olabiliyor... Avustralya'da olmuş. Namazlı niyazlı, abdestli, camili insanların çocukları namazı bırakmışlar, İslâm'ı bırakmışlar. İslâm'ı bilmiyor, ordaki kiliseye gidiyor. Çünkü kiliseler canlı çalışıyor. Canlı çalışan kiliseye gidiyor, İslâm'ı bilmiyor.

O kıtanın içindeki şehirden, bu durumda olanlar:

"--Bize hoca gönderin!" diye benden hoca istediler.

"--Size nasıl hoca gönderelim?"

"--İngilizce bilen hoca gönderin..."

İngilizce konuşabilecek ki onlara İslâm'ı anlatsın. İlân ettik, söyledik, Türkiye'de vaazlarımda söyledim; bulamadık.

Aziz ve muhterem kardeşlerim! Onun için torunlarımızın, çocuklarımızın müslüman kalması için tedbir alacağız. Türkiye'nin müslüman kalması için tedbir alacağız. İslâm'ın buralarda yayılması için tedbir alacağız. Müslümanların haklarının korunması için tedbir alacağız. Fakir müslümanların huzura, rahata, sosyal haklara kavuşması için; ilaca, hastahaneye, okula, mektebe sahip olması için tedbir alacağız. Şimdi çalışacağız, şu anda tam çalışma zamanı neden? Boş...

b. Sıhhat ve Boş Vakit

Peygamber Efendimiz diyor ki: "İki nimet vardır ki insanlar bunların kadrini kıymetini bilmiyorlar." diyor. İki nimet var, ama nimet olduğunun farkında bile değil:

1. (El-ferağ) Yâni, "Boş zaman"

--Hacı bey serbest misin?

--Serbestim, hiç bir şeyim yok, emekliyim. Ayağımın topuğu çatlamıştı, ordan bana emeklilik verdiler, emeklilik maaşı alıyorum. Emekliyim serbestim.

--Sabahtan akşama kadar ne yaparsın?

--Hiç hocam, işte günlerimizi geçiriyoruz.

--Olur mu?!.

--Duruyoruz işte..

--Durma zamanı mı?.. Çalışma zamanı, çalışacağız, harıl harıl çalışacağız. Allah'ın rızasını kazamak için çalışacağız, yapılacak bir sürü iş var.

--Hocam ben hangi işi yapacağımı bilemiyorum!

--Gel ben sana söyleyeyim: Çocukların müslüman yetişmesi için, okuması için müesseseler kuracağız. Çocuk yuvasından başlayacak, Kinder Gartın'dan, ana okulundan, mekteplere, yurtlara kadar... Çocuk pırıl pırıl müslüman olacak, seni aratamayacak, mezarda senin kemiğini sızlatmayacak... Sana rahmet okuyan, sana Kur'an okuyan, sana dua eden, senin kabrine sevap gönderen hayırlı evlât bırakacaksın yerine... Hayırlı sermaye bırakacaksın!

Kıymeti bilinmeyen nimetlerden birisi (Elferağ) boş zamanmış.

--Hocam ben serbestim...

Hay Allah razı olsun, sen arayıp da bulamadığım insansın, bak serbestmişsin, tamam... İslâm için çalış!..

2. (Es-sıhhah) Sıhhatin de kıymetini bilmez insan... Ne zaman bilir?.. Hastalanınca... Yatağa düşer:

"--Ah yâ, vah yâ, tüh, sıhhatliyken sıhhatin kıymetini bilememişiz. Sıhhat meğerse ne kadar iyiymiş. Bak şimdi ayağa kalkamıyorum, dizim kıvrılmıyor, yürüyemiyorum gözüm görmüyor, kulağım işitmiyor..." filân gibi bir sürü şeyler söyler.

Sıhhatin kıymetini bilmiyoruz, boş zamanın kıymetini bilmiyoruz. İleriye dönük tedbirleri alacağız, tedbirleri almakta herkes çalışacak.

Burada bir hazine var, nedir bu hazine?.. Boş zamanı olan, emekli kardeşlerimiz... Mâlûlen emekli olmuş; turp gibi, çelik gibi, demir gibi sağlam müslüman... İslâm için çalışacak!.. Neler yapacaksa, bize soracak; biz de şunu yap, bunu yap diyeceğiz... Sonuç itibariyle senenin sonunda çizgiyi çekip, kârımızı, zararımızı hesapladığımız zaman:

"--Elhamdü lillâh bu sene çocukları kurtarmışız. Bu sene ailelerde, çocuklarda şu kadar kârımız var, sayımız şu kadarken şu kadar oldu." diyeceğiz.

Bunu diyemiyorsak, zarardayız.

"--Yâhu, bizim mahallede şunlar şunlar şunlar müslümandı. O öldü, ötekisi Türkiye'ye döndü; şimdi onların çocukları da hiç camiye gelmiyor, bizimle ilgilenmiyor, İslâm'dan koptular."

Bir kayıp, bir ziyan var. Senenin sonunda ziyan var; şu kadar aile eski durumunu bile koruyamadı... Onun için tedbir alacağız. Allah'ın rızasını kazanmak yolunda aklımızı kullanacağız, ama Allah'ın rızasını kazanmak için kullanacağız; şeytanlık için değil, günah için değil, haram için değil, fâni dünya için değil...

Fâni dünya için çalışmak yasak değil, aklını kullanmak yasak değil; amma ahireti kazanmak için çalışmak ondan çok daha geniş, çok daha önemli, çok daha kıymetli... Dünya için de çalışacaksın! Dünya işin yoluna girmiş; emeklisin, maaşın var, araban var, zamanın var, tamam... Ötekisi işte çalışıyor; o da İslâm için cumartesi, pazar çalışsın, işi bittiği zaman çalışsın, işinden döndüğü zaman çalışsın!..

--Ben bugün işimden geldim, çok yoruldum, madende belim ağrıdı, yarım saat yatayım."

--Tamam, yat!..

Dinlendin, akşam namazını kıldın, akşam yemeğini yedin. "Yatsıdan saat ona kadar, onbire kadar Allah'ın dinine nasıl hizmet edebilirim, ne yapabilirim?" diye düşüneceksin. Allah bereket versin, iki saat de dinin için çalıştın, elhamdü lilâh... Gündüz sekiz saat dünya için çalıştın, şimdi geceleyin de iki saat dinin için çalış! Ne güzel... Bir saat çalışsa razıyız.

--Efendim, ben kimseyle ilgili bir çalışma yapamadım da...

O zaman aç kitap oku, Kur'an öğren, hadis öğren, dinimizin ilmini öğren!.. Onu da mı yapamazsın?.. Kendini yetiştir, bir yerde gelir ağzını açar söylersin.

Şimdi bana soruyorlar:

--Hocam Türkiye'den mi geliyorsunuz?

--Evet, Türkiye'den geldik.

--Ne yapacağız biz?..

Hiç bir şey yapamazsan, fikrini söyle! "Böyle şey olmaz ben şuna razı değilim!" de!.. Her insan doğru bildiği şeyi koruyacak, yanlış bildiği şeyin yanlış olduğunu söyleyecek. En basit çalışma bu...

--Bu söylemekle oluyor, olmuyor...

O zaman müesseseleşeceksin, teşkilatlanacaksın, müessese kuracasın!..

Elhamdü lillâh, Allah neler nasib etti, nazar değdirmesin, devam ettirsin. Dergilerimiz vardı, radyomuz oldu, televizyonumuz oldu. Paramız pulumuz yetseydi, Ramazan'dan itibaren günlük gazete çıkaracaktık. Eh olacak inşaallah... Yâni yılmadık, vazgeçmedik, çalışacağız!..

--Orda artık Millî Güvenlik Kurulu gazete çıkarttırmazsa?..

Ben de Almanya'da çıkartırım.

--Almanya'da olmaz!

--Avustralya'ya giderim.

--Avusturalya'da da olmaz!

--Amerika'ya giderim. Amerika'da 270 milyon, 300 milyon Amerikalı'yı müslüman etmeye çalışırım.

Haberiniz olsun, zaten beni Amerika'ya çağırdılar. Birisi bana üç katlı, şato gibi ev verdi. Etrafta dörtyüz dönüm geniş arazisi var:

"--Burdan istediğin kadar da dönümü sana vereyim!" dedi

Allaah! Üç katlı taştan kârgir bina, istediğin kadar da dönüm...

"--Ben burda ne yapacağım?" dedim.

"--Ev senin olsun, arasi senin olsun hocam!" dedi.

"--Eee, ne olacak?"

"--Belli zamanlarda beni, çoluk çocuğumu ve torunlarımı topla, bize İslâmiyeti anlat!" dedi.

"--Ben ailenin özel hocası mıyım? Olmaz öyle şey!" dedim, kalktım Türkiye'ye gittim.

Neden?.. Ben altmış beş milyona hitab ediyorum. Atmış beş milyona değil radyo ile milyonlarca insanlara ulaşıyoruz. Çok büyük nimet, çok büyük imkân... Dergiyle, gazeteyle, kitapla, konferansla, konuşmayla vs. çok şey yapıyoruz. Orda bir aile... Bana saray verse durmam!.. Amma orda olmadı, burda olmadı; o zaman giderim orda çalışırım. İngilizce'yi ilerletirim, güzel İngilizce konuşurum, İngilizlerin arasında çalışmağa başlarım.

Bizim bir arkadaşımız [Yusuf Ziya Kavakçı] oraya gitti, ihvamınızdan... Hem hukuk fakültesini bitirdi hem yüksek İslâm enstitüsünü bitirdi. Hem fakültede ilerledi, yürüdü, geçti, gitti, profesör oldu. Hem profesör, hem avukat, hukukçu, hem hafız... İslâm'ı biliyor. Günde ortalama üç-dört tane kişi karşısına geliyor, müslüman oluyor. Amerikalı gelip soruyormuş, o da anlatıyormuş; "Tamam kabul ettim." diyormuş, müslüman oluyormuş.

Amerikalı kabul ediyor. Bizim Türkiye'deki insanlara söylüyorsun söylüyorsun, "He he..." diyor. Sen kapıdan çıktıktan sonra bildiğini okuyor.

Bizim bir arkadaş İngiltere'den bir kadınla evlenmiş. Kadın müslüman olmuş, örtülü, eldivenli, başörtülü, uzun giyimli... Ben yabancılarla evlenmeye razı değilim de, ama olmuş, evlenmiş; hanımı da müslüman olmuş. Yâni İngiliz müslüman...

Bu İngiliz müslüman hastalanmış. Ankara'da Ankara Hastanesi'ne gitmiş. Samanpazarı'nın ötesinden giderken, mezarlıklara doğru, solda kırmızı taş bina muhteşem... Oraya gitmiş:

"--Şuramda şu hastalık var." demiş.

Demişler ki:

"--Röntgenini çekelim!"

Röntgenciye gitmiş, röntgenci de böyle bizim Anadolu'dan pos bıyıklı bir kimseymiş. Bakmış:

"--Ne var?.."

Demiş ki:

"--Falanca yerden geldim, doktor rötgenimi çekmenizi istedi."

Kadına:

"--Soyun!" demiş.

"--Nerde soyunacağım?"

"--Burda soyun!.."

"--Olur mu, röntgeni çalıştıracak bir hanım röntgenci yok mu?" demiş.

Pos bıyıklı da buna:

"--Ohoo, sen bu geri kafayı bırak, çağa yetiş, biraz batıyı öğren, Avrupa'yı öğren hanım!" demiş.

Kadın demiş ki:

"--Ben zaten İngilizim. İngiltere hiç sizin dediğiniz gibi değil, hiç sizin sandığınız gibi değil!" demiş.

Elâlemin adamının karşısında kadın soyunur mu?.. Amerika'da erkek soyunmamış. Bir Amerikalı müslüman olmuş. Askere alacaklarmış, muayene edecekler;

"--Soyun!" demişler.

"--Benim dinime göre burdan ötesini soyunamam, İslâm'a aykırı!" demiş.

Dayatmış kabul etmişler.

"--Seni askere alacağız!"

Demiş ki:

"--Ben sizin ordunuzda askerlik yapamam. Çünkü siz, meselâ Suudî Arabistan gibi, Türkiye gibi bir İslâm ülkesiyle çarpışmaya kalkarsanız, o zaman ben müslüman kardeşlerimle çarpışmak zorunda kalırım, sizin ordunuzda böyle bir şeyi yapamam! Ben müslümanım, siz müslüman değilsiniz, hiristiyansınız. Ben sizin ordunuzda görev yapamam, reddediyorum!" demiş.

Mahkemelik olmuşlar, kazanmış. Yâni Amerika'da erkek soyunmamış. Erkek kadın farketmez. Bizim mezhebimize göre, erkeğin, dizinin altından göbeğine kadar olan yerler, avret-i galîza dediğimiz mutlaka örtülmesi gereken kısmıdır. Üstünde öyle bir kıyafet varken röntgenini filân çeksinler. Ama İslâm'a göre, kadının elleri, yüzü ayakları hariç her tarafının örtülmesi lâzım!..

"--Soyun!" diyor pos bıyıklı...

"--Sen kimsin yâ, ben senin yanında niye soyunayım?.. Sen bana bir hanım röntgenci bulmağa mecbursun, devlet mecbur, hastahane mecbur!.. Öyle şey olur mu?.."

Hâsılı aziz ve muhterem kardeşlerim, tedbir alacağız. Yapılacak çok iş var, çok tedbir almamız lâzım!..

c. Haramlardan Sakınmak

Bakın, Peygamber Efendimiz'in bir iki cümlelik sözünden neler çıktı... İkinci cümle:

(Velâ veraa kel-keffi an mehàrimillâh) "Allah'ın haramlarından, haram kıldığı şeylerden sakınmak gibi vera' olmaz."

Biliyorsunuz, Allah CC bize Kur'an-ı Kerim'in pek çok âyetinde takvâ ehli, müttakì, takvâlı müslüman olmayı emrediyor. "Müttakî olunuz, Allah müttakî kulları sever." buyuruyor.

Takvâ ne demek?.. Korunmak sakınmak, hissine sahip olmak demek. Nerden korunacak insan?.. (İttekullah) derse, Allah'tan korkacak, sakınacak. (Fettekun-nâr) demişse, cehennemden sakınacak... Yâni sakınma konusu değişebilir; sakınmak demek.

Takvâ Allah tarafından bize emredilen, hepimizin sahip olması gereken bir şey... Hepimiz Allah' tan korkacağız, sakınacağız, cehenneme düşmemeğe dikkat edeceğiz.

Bir de vera' var. Vera' ne demek?.. Şüphelilerden bile kaçınmak demek. İslâm'ı güzel yapmak, haramlara hiç yanaşmamak, şüpheliden bile uzak durmak, titizlik yapmak; vera' bu... Yâni takvâ'dan biraz daha kuvvetli, daha titiz bir durumda olmak. "Allah'n haram kıldığı şeylerden elini çekmek, sakınmak gibi vera' olmaz." diyor.

--Verâ' sahibi olmak çok sevaplı, çok iyi de, bu nasıl olacak, nasıl sağlanacak?

--İnsan, Allah'ın haram kıldığı her şeyden uzak duracak.

--Allah'ın haram kıldığı nedir?

--Domuz eti...

--Tamam, domuzlu gıda almayacağım, domuz katışık gıdayı yemeyeceğim!.. Allah'ın haram kılıdığı başka ne var?..

--İçki...

--Tamam, alkollü, içkili meşrubat içmeyeceğim. İçinde az bir şey bile olsa, çok da olsa içmeyeceğim.

--Meselâ başka sakınılacak şeyler nelerdir?

--Faiz, yalan, birisinin hakkını haksız yere almak, haram yollardan kazanç sağlamak...

İşte bunların hepsinden, Allah'ın haram kıldığı şeylerden kendisini çekmek, uzak durmak çok iyi bir şey... Böyle olan insan, vera' sahibi olmuş olur. "Allah'ın haramlarından sakınmak gibi vera' olmaz." diye, Peygamber Efendimiz öyle olmayı tavsiye buyuruyor.

O halde biz ne yapacağız?.. Bir taraftan Allah'ın rızasını kazanmak için tedbirler alıp duruken, bir taraftan da Allah'ın haram kıldığı şeylerden uzak durmağa çok dikkat edeceğiz.

--Haramlardan bazısı ne?..

--Haramlardan bazısı, gözüyle nâmahreme bakmak...

Televizyonda haber izliyorsun; kesiyor haberleri, "Reklam" diyor; "Halı reklamı" diyor, halının üstüne uzanmış bir çıplak kadın resmi gösteriyor. Vayahut başka bir reklam, arabaya binen bir kadın gösteriyor. Yâni reklamcının dînî duygusunun zayıflığının derecesine göre, reklam müstehcenliğe doğru kayıyor. Haberleri seyredeyim derken, yine seyrediyorsun.

Veyahut da o kadar titizlenmiyorken, karşına şarkıcı çıkıyor. Şarkıcı nasıl bir kadın?.. Açık bir kadın, sıkı giyinmiş, sırtını açmış, omuzunu açmış, göğsünü açmış, saçını açmış, donanmış, boyanmış...

--Böyle bir şarkıcının şarkı söylediği gazinoya gider miydin?..

-- Gitmezdim hocam, günah...

--E, gazino senin evine geldi!

Sen gazinoya gitmedin, gazino geldi senin evine, şarkıcı senin karşında... Ne oldu? Harama bakmış oldun. O kadın şarkı söyledi, dinledin; ne oldu? Harama kulak vermiş oldun. Gözüyle harama baktı, harama kulak vermiş oldu.

Tabii bu benim anlattığım şey hafif, bir de bunun ağırları var: Anne baba misafirliğe gidiyor, çoluk çocuk Alman televizyonunu açıyor, müstehcen film seyrediyor. Alman filminde müstehcenlik yoksa, Fransız filmini çeviriyor. Duyuyoruz, Fransa'da gece yarısından sonra yüzüne bakılmayacak programlar oluyormuş.

Demek ki haramın çeşitleri varmış. Gözle haram olurmuş, kulakla haram olurmuş, ağızda yemekle haram olurmuş; çeşitleri var... Haramın her çeşidinden sakınacak!.. Böyle olursa, insan takvâ sahibi, vera' sahibi olurmuş. Vera' sahibi olan insan, Allah'ın sevdiği titiz bir müslüman olmak isteyen insan, haramlardan sakınmaya da dikkat edecek.

--Hocam, hem ibadetleri yaparım... İbadet zamanında ibadet, zevk zamanında zevk, keyif zamanında keyif...

Bazı yaşlılar var, bazı yelekli, altın köstekli, fötür şabkalı hacı babalar var, öyle nasihat ediyor. Tip bunlar böyle... Diyor ki:

--Yeri gelince ibadet edeceksin, yeri gelince keyfine bakacaksın!

Sen bunu nerden çıkarttın, öyle şey olur mu?!.

--E çocuğumuzu evlendiriyoruz, misafirlere rakı ikram etmeyelim mi?..

Tabii etmeyeceksin!

--O zaman da mı çengi çağırmayalım?..

Tabii... Helâl usülle yapacaksın. Haram usülde icrâ edilmiş bir düğünden, nikâhtan hayır gelir mi?..

Gelini süslüyor, altı gösteren kıyafeti giydiriyor. Gelinlik modaya göre değişiyor. Uzun da olabiliyor, arkası, etekleri yerde de sürünebiliyor, diz üstünde de olabiliyor. Maksi gelinlik, midi gelinlik, mini gelinlik, şeffaf gelinlik, ıvır gelinlik, zıvır gelinlik... Ondan sonra nikâh kıyılıyor, herkesin karşısında şap şup öpüşüyorlar.

--Hayrola, İslâm'da var mı böyle bir şey?..

--Yok!..

Eee, sonra ziyaretçiler, davetliler bunları tebrik edecek... Koyun pazarlığı gibi eller tutuluyor, sıkılıyor, sallanıyor. Kadın herkesin elini sıkıyor. Kadının yakınıysa, bir de yanak yanağa sarılıyorlar. Gelin şappada şuppada sağdan soldan öpülerek tebrik ediliyor.

--Olmadı! Böyle düğün olmaz!..

--Ben yaptım oldu.

--Sen yaptın yanlış oldu, haram oldu, günah oldu.

--Nasıl olacak?..

--Dualı olacak, camide olacak; güvey camide yatsı namazını kıldıktan sonra tekbirlerle gelecek, evine öyle girecek. Besmele ile olacak, sevaplı olacak, hatimli olacak, ziyâfetli olacak ama; hanımlar bir tarafta, erkekler bir tarafta olacak, haram olmayacak.

Hanım çıkıyor ortaya, bey çıkıyor karşısına... Zıngır zıngır, zangır zungur şöyle şöyle, böyle böyle... Dansmış. Dans bizde yoktu, yeni yeni çıktı. Haram!..

O halde, giyimimize girmiş haramlardan kurtulacağız, sakınacağız. Adetlerimize girmiş haramlardan korunacağız, sakınacağız. Gözümüzü, kulağımızı, dilimizi, midemizi haramlardan sakınacağız, kesemizi haramlardan sakınacağız. Çünkü, işte burdan isterseniz sayfasını ararım bulurum, kaynağını söylerim size, hadis-i şerifi okurum: "Bir lokma haram yerse kırk sabah, yâni kırk gün namazı kabul olmaz, duası reddolunur."

Adam beş vakit namaz kılıyor, cumaya gidiyor, ama haram yemiş; (erba'ìne sabahen) kırk sabah namazı kabul olmaz, duası da kabul olmaz! Halbuki Allah-u Teàlâ Kur'an-ı Kerim'de buyurmuştu:

(Ve kàle rabbükümüd'nî estecibleküm) "Kullarım siz bana dua edin, ben sizin duanızı kabul edeceğim!" demişti.

Allah hangi kullarının duasını kabul edecek?.. Haram yemeyen, kendisine âsî gelmeyen, sözüne karşı çıkmayan kullarının duasını kabul edecek. Haram yiyenin kırk sabah duasını kabul etmiyor.

Haramla teşekkül etmiş olan bir et parçasının temizlenmesi ancak cehennemde olur. Yâni cehennemde yanacak, öyle temizlenecek. Fıkıh kitaplarının başında vardır: Su ile temizleme, ateşle temizleme... Ateşle temizleniyor. Haramın insan vücudundan temizlenmesi, cehennemde yanmakla olur.

Onun için, insanın en çok sakınacağı şey, haram lokma yememek!.. Açlıktan ağlayacak, kıvranacak, haram lokma yemeyecek.

Benim köyde rahmetli amcam vardı, çok dürüsttü, çok dindardı, müslümandı. Çok da babayiğitti; herhalde şu kapıdan düzgün geçmek istese zor geçerdi, yan dönüp girmesi gerekirdi. Kendisini beş kişi yatıramazdı, beş kişinin kaldıramadığı yükü kaldırırdı. Yandan baktığımız zaman da, önden baktığımız zaman da güçlü kuvvetli idi.

Askerde bunları dağlara çıkartmışlar, kumanya da vermemişler, dağlarda askerler birkaç gün aç kalmış. Onun askerlik yaptığı zamanda, yâni bundan diyelim kırk yıl önce... Dağın başında kumanya yok, fırın yok, kasap yok, bir şey yok... Öteki askerler tarlalara girmişler, ne buldularsa yemişler. Bizim amca, mert, babayiğit, yâni başka zaman ağlamaz; açlıktan ağlamış, ama ağzına haram lokma koymamış. Allah rahmet eylesin...

Bir kaç sene önce vefat etti. Tarlasında çalışırken, akrabaların çocukları, kız oğlan bilmem ne... Şehirliler köye gelmişler. Şehirliler İskele mahallesinden yakındaki yedi kilometrelik bir kasabaya yürüyorlarmış. Demiş ki:

"--Siz böyle her sabah ne yapıyorsunuz, topluca burdan gidiyorsunuz, böyle dönüyorsunuz?"

"--Jimnastik yapıyoruz, idman yapıyoruz." demişler.

Her sabah o kadar gidip gelip idman yapıyorlarmış.

"--Ülen böyle israf yapacağınıza, bir fakirin tarlasını belleseniz de idman yapsanıza, bir işe yarasanıza, boş yere langır langır gidip, lıngır lıngır dönmek ne oluyor!" demiş.

Aziz ve muhterem kardeşlerim, haramların hepsinden kaçınacağız, iki...

d. Güzel Huylu Olmak

Üçüncüsü:

(Velâ hasebe kehüsnül-hulük) "Güzel huylu olmak gibi soyluluk olmaz."

Biliyorsunuz, insanlar arasında bir âdet var. Bir insanın mensub olduğu aile övünç vesîlesi oluyor. Adamın birisi;

"--Ben Almanya'nın meşhur Hohın Solvır ailesindenim!" demiş.

"--Vay be!.. Sen hemen bizim Meksika'ya gel, seni kral yapalım." demişler.

Yâni meşhur bir aileden diye, Meksika'ya kral ithal etmişler. Geçtiğimiz zamanlarda, ismi yanlış hatırlamıyorsam.

Fransa'ya gelin alınacak, Avusturya kralının kızı, filânca prensesi Maria Antuvanet miydi neydi; Fransız ihtilâlinin kabağı başında patlayan kadın, Avusturya'dan Fransa'ya gelin gitmiş. Başka gelin almıyorlar. Neden?.. Soylu, kral ailesinden, asil aileden...

--Ben filânca zâdelerdenim, filânca kimselerdenim, filânca ailedenim...

Buna ne deniyor? Haseb neseb davası deniliyor. "Ben filâncalardanım!" deyince göğsü kabarıyor, ötekilere tepeden bakıyor.

--Sen kimsin?..

--Ben falanca yerden, köylüyüm.

Gariban...

"--Ben filânca soylu ailedenim, benim dedelerimin dedeleri bilmem kimlermiş...

--Yaa, öyle mi? Vay be, şöyle duralım bari!..

Böyle bir sevgi, hürmet, saygı meydana geliyor.

(Velâ hasebe kehüsnül-hulük) "Güzel huyluluk gibi asillik olmaz." Adamın huyu güzelse, soylu olan işte o...

Köylü; amma öyle bir müslüman olmuş ki, ağzına bir lokma haram girmemiş. Alnının teriyle yaşamış, kazanmış, yemiş. Kıtı kıtı biriktirdiği paracıklarla hacca da gitmiş, Peygamber Efendimiz'i de ziyâret etmiş. İbadetlerini de yapmış, hiç bir namazını kazaya bırakmamış. Hiç bir gün üstüne güneşi doğdurmamış, gariban... İşte soylu o... Güzel huylu, kimseyi ezmez, kimseye zararı dokunmaz, hayır, hasenât sahibi, elinden geldiğince herkese iyilik yapmağa çalışır. İşte asıl soylu o...

--E ötekisi?..

Ötekisi şımarık, kerata, "Ben fîlâncalardanım, filânca zâdelerdenim..." bilmem ne diye şımarmış, huyları bozuk... O soylu değil, İslâm'da onun kıymeti yok! Ana babasının soyluluğu evlâda fayda vermez.

"Amel-i sàlihi olup da kendisini manevî yönden sevaplı hâle götürmeyen, yükseltmeyen bir insanın soyu ona fayda vermez." Yâni "Kendisi amel işlememişse, hayır hasenât yapmamışsa, soyluluğu para etmez." diyor Peygamber Efendimiz bu hadis-i şerifte... Amel-i sàlihi yoksa, babasının hayırlılığı para etmez.

Soruyorsun şimdi adama, biraz konuşuyorsun; adam kötü... Sen yanına yanaşıyorsun:

"--Bu yaptığın şey doğru değil, İslâm'da böyle şey yok!" diyorsun.

Önce sana çatıyor; "Sen kimsin?" gibilerden... "Yok yâ, bilmem ne..." diyor. Sen de yakasını bırakmıyorsun:

"--Bak bu yaptığın günahtır, İslâm'da bu yoktur, sen müslüman değil misin?.." diyorsun.

Sonunda sana yeniliyor. Sermâyesi yok ki, bir atımlık barutu var. Onların da yanlışlığı ortaya çıkınca, yenik düşünce:

"--Zâten benim dedem de müftüydü, biz de falancalardanmışız..." diyor.

İyi de, onların sana faydası yok! Çünkü sen İslâm yolunda değilsin, müslümanca yaşamamışsın, onun faydası yok. Her koyun kendi bacağından asılacak. Herkes, kendisi Allah'ın divânında el pençe divân durup, diz çöküp, başı önünde hesap verecek. Herkes kendisi verecek. Babasının hayrına oğluna iyi muamele etmeyecekler. Eğer kendisi amel-i sàlih işlememişse, hasebinin nesebinin güzel olması ona fayda vermeyecek.

Araplar'ın eski zamanında, Esmaî diye bir âlim var. Geceleyin Kâbe'nin ordaymış, namaz kılıyormuş, ibadet ediyormuş, bir ağlama sesi duymuş. Hıçkırıklarla birisi ağlıyor. "Kim bu aşık yâ?" diye merak etmiş. Gitmiş, bakmış, bir mübarek zât, Kâbe'nin örtüsüne yapışmış... Demek ki tenha; biz şimdi gittiğimiz zaman Kâbe'yi hep kalabalık görüyoruz ama, mevsim dışı oldu mu, bazen tenha oluyor. Bir de eskiden herkesin gidemediği zamanları düşünelim.

Tenha bir zamanda Kâbe'nin örtüsüne yapışmış, adamcağız seller gibi gözyaşı dökülyor, yalvarıyor, güzel dualar ediyor. Bu âlim bir müddet dinlemiş, bakmış ki bu ağlayan şahıs bayağı kıymetli bir insan, dua edişinden, göz yaşından anlamış. Zâten bir insanın Allah korkusundan gözünden yaş döküldü mü, gözü yaşadı mı, ne olur? O göze cehennem ateşi haram olur. Cehenneme düşmez o insan... Allah korkusundan ağlıyor.

Adam ağlıyor, hüngür hüngür ağlıyor. Kâbe'nin örtüsüne yapışmış: "Aman yâ Rabbî, affet yâ Rabbî..." diyor. Bakmış çok iyi bir insan, selâm vermiş, konuşmuşlar. Peygamber Efendimiz'in evlâdından, seyyidlerdenmiş.

Demiş ki:

"--Ne korkuyorsun? Senin deden seni kurtarır. Sen mâdem ki, Peygamber Efendimiz'in torunlarındanmışsın ne mutlu sana!.. Sen ne korkuyorsun, biz korkalım!"

O demiş ki:

"--İnsanın kendisi Allah'ın sevdiği kul olamazsa, büyüklerinin hayırlı olması ona fayda vermez, kendisi imtihanı kazanacak."

İmtihana başkasının yerine birisi girse oluyor mu?.. Yakalarlarsa ne yapıyorlar? İkisine de sıfır... "Sen sahtekârlık yapmışsın, başkasının yerine imtihana girmişsin!" diye dışarıya atıyorlar. Herkes kendisi girecek, imtihanı kendisi kazanacak. Bâzen üniversite giriş imtihanında oluyor ya; fotoğrafları değiştirmişler, hüviyet kağıtlarında sahtekârlık yapmışlar. Yakalanıyor, iptal ediyorlar, atılıyor.

Herkes kendisi Allah'ın rızasını kazanacak. Soyluluk bu... Yâni, soydan soptan gelen asâletle insan doğrudan doğruya filâncanın evlâdıdır diye cennete sokmazlar, kendisi amel-i sàlih işlerse sokarlar.

Pekiyi, İslâm'da soyluluk nedir?.. İslâm'da soyluluk güzel huydur. Bir insan güzel huyluysa, o insan soyludur, asildir, kıymetlidir. Güzel huyların en güzeli hangisidir?.. Takvâdır. Allah'tan korkup, sakınmak, lâubâli olmamak, kulluğu ciddî yapmak.

(Fetezevvedû feinne hayrez-zâdit-takvâ) "Ahiret yolcususunuz, hepiniz yol azığı edinin, yol azığı toplayın, yanınıza yolun erzâkını alın! En hayırlı yol azığı da takvâdır." diyor Allah-u Teàlâ Hazretleri.

Hepimiz Ahiret yolcusuyuz ya, yanımıza ne alacağız? Ekmek mi alacağız, süt mü alacağız, peynir mi alacağız? İnsanın ahiret yolculuğunda yanına alacağı en kıymetli azık takvâdır. Güzel huyların başında takvâ gelir.

Sahabeden bir mübarek alim, vahiy kâtipliği yapmış olan Übey ibn-i Kâ'b, Hazret-i Ömere sormuş:

"--Takvâ nedir?"

Birbirlerinin fikirlerini alıyorlar. "Bir de sen anlat da, fikir müzakeresi yapalım, anlayalım!" gibilerden.

Demiş ki:

"--Sen dikenli bir tarlada yürüdün mü?"

Bastığın yerler diken, diz boyu diken...

"--Yürüdüm, ne olacak yâni?.."

"--Ne yaptın dikenli tarlada yürürken?"

"--Dikenler eteklerime takılıp da yırtmasın diye, eteklerimi biraz kaldırdım. Bastığım yere de dikkat ede ede bastım, öyle yürüdüm."

"--İşte takvâ odur!.. Dikenler eteğine takılmasın, ayağına batmasın diye nasıl sakınıyorsun, işte takvâ odur." demiş.

Biz nasıl olacağız; Allah yolunda yürürken hayatımızın adımlarını atarken nasıl olacağız?.. Bastığımız yere dikkat edeceğiz, söylediğimiz söze dikkat edeceğiz, yaptığımız işe dikkat edeceğiz. Canımız yanmasın, ahirette azab görmeyelim diye tedbirli gideceğiz.

Güzel huyların sayısı çoktur. Onları burda sıralamaya kalksak, bitmez. Adâlet, cömertlik, merhamet, vefâ, sadâkat... vs. güzel huylar. Kötü huyları varsa, kötü huyları atacak insan; iyi huyları alacak.

Bunların daha geniş bilgisini, bu hadis-i şeriften sonra mutlaka öğrenmek isterseniz, öğrenin! En genişi İmam Gazâlî Hazretleri'nin İhyâ-yı Ulûmid-Dîn'inde vardır. Ordan okursanız, güzel huyları, kötü huyları öğrenirsiniz. Hocamız Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri'nin Tasavvufî Ahlâk kitabı beş cilttir. Onu baştan sona okursanız, güzel huyları, kötü huyları öğrenirsiniz.

Güzel huyları öğrenin, benimseyin, alın! Kötü huyları öğrenin, üzerinizdevarsa, atın!.. Çünkü, "En güzel asâlet güzel huyluluktur." diyor Peygamber Efendimiz.

Bu hadis-i şerife göre Enes RA'den, İbnin-Neccâr'ın, İbn-i Asâkir'in ve Ebül-Hasen-ü Kudûrî'nin rivayet ettiği bu hadis-i şerifte: "Allah'ın rızasını kazanmak için tedbir almak gibi akıl olmaz. Haramlardan sıkanmak gibi vera' olmaz. Güzel huy gibi haseb olmaz." diye, Peygamber Efendimiz bizi Allah'ın rızasını kazanmak için tedbirler düşünmeye sevkediyor, haramlardan kaçınmaya sevkediyor, güzel huylu olmayı tavsiye buyuruyor.

Allah bize düşünüp taşınıp, rızasını kazanacak işler yapmayı nasib etsin... Haramlarından sakınmayı nasib etsin... Güzel huylu olmayı nasib etsin...

Sübhâneke lâ ilme lenâ illâ mâ allemtenâ inneke entel-alîmül-hakîm.

Sübhâne rabbinâ rabbil-izzeti ammâ yesıfûn. Ve selâmün alâ cemîil-enbiyâi vel--mürselîne veâ küllin ecmaîn.. Vel-hamdü lillâhi rabbil-àlemînel-fâtihah!..

23. 03. 1997 - Essen / ALMANYA