FAZÎLETLİ BİR İNSAN OLMAK

Eûzü billâhi mineş şeytânir racîm...

Bismillâhir rahmânir rahîm...

Elhamdü lillâhi rabbil alemîn... Alâ külli hâlin ve fî külli hîn... Ves salâtü ves selâmü alâ seyyidil evvelîne vel âhirîn, muhammedin ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahû biihsânin ilâ yevmid dîn... Emmâ ba'd:

Aziz ve muhterem kardeşlerim!..

Akşam namazlarından sonra, elimizdeki kitaptan Hazret-i Ali Efendimiz'in vecîzelerini okuyoruz. Hazret-i Ali (RA ve kerremallahu vecheh) buyurmuş ki:

1. (Mâ as'abe alâ men ista'bedethü şehevâtühû en yekûne fâdılâ.) "Şehvetlerin kendisini esir aldığı kimsenin fazîletli bir insan olması, ne kadar zor bir şeydir."

İnsanın fazîletli insan olması, kendisini iyi kontrol etmesine bağlıdır. Yâni, iradesi çok kuvvetli olacak, neyi yapması gerektiğini iyi düşünebilecek. Neyi yapmaması gerektiğini iyi kararlaştıracak. Sözüne dikkat edcek; söylemesi gereken sözü, söylememesi gereken sözü ölçecek biçecek. Hareketlerini ölçülü yapacak.

Şehvetlerine esir olmuş insanın ise, kontrol şehvetindedir. Aklında değildir, iradesinde değildir; arzularındadır. Binâen aleyh, arzusunun esiri olan, "Ne istersem onu yaparım!.. İçimdeki arzumu yerine getireceğim, canım ne isterse onu yapacağım!" diyen bir insanın, faziletli bir insan olması çok zordur.

Tabii, herkes canının istediğini yapıyor ama, bir de canı onu olmayacak şeyleri yapmaya sürüklüyorsa; o zaman insan, selin üstünde sürüklenen bir çöp gibi kendisine mâlik olmayan, sahib olmayan bir insan durumunda olduğu için, daha zor oluyor. Bu bakımdan, insanın nefsine hakim olması lâzım, arzularına set vurabilmesi lâzım!.. Kendisini kontrol edebilmesi lâzım!.. Bunun bir eğitimi lâzım!..

Sabahki konferansta söylemiştim: "İbadetler ilaçtır, çâredir. İnsanın her yönden, rûhen, bedenen sağlam olması, ailece mutlu olması; cemiyetçe sıhhatli, düzenli bir cemiyet olması bakımından, bütün ibadetler birer tedbirdir, birer ilaçtır." demiştim. Ramazan orucu da, insanın tedavisi etmesi için bir ilaçtır. İradesini kuvvetlendirmesi için bir kuvvet şurubudur. Bir ay devam eden bir egsersizdir. Bu egsersizin içinde insan, canının çektiği, arzu ettiği şeyleri yapmamayı uyguluyor bir ay boyunca...

Su içmiyor; halbuki su haram değil... Yemek yemiyor, karnı acıksa bile... "Off, çok acıktım! Aman, dayanamıyorum!" dese bile; veya "Hava çok sıcak!.. Çok terledim, çok susadım, dudaklarım kurudu. Harmanda harman savurdum. Ahh, birazcık su olsa!" dese bile, su içmiyor... Karnı çok acıksa bile, yemek yemiyor... Evli, normal bir yuva kurmuş bir insan bile olsa, ailevî hususlarda kendisini tutuyor.

Ne oluyor?.. Bu akşama kadar devam ediyor. İftar vaktinden, akşam vaktine kadar yapmama talimi görüyor. Müslüman bir ay bu talimi görüyor. İnsanın su istemesi ne kadar kuvvetli bir arzudur!.. Yemek yemesi ne kadar kuvvetli bir arzudur!.. İnsan bunun için dayanamıyor, hırsızlık bile yapıyor. Dükkânın camekânını kırıyor... Pazarda tezgâhtan bir şeyler çalıyor; bir köşede yiyor... Kedi hırsızlık yapıyor, tencereden bir şey kapıp gidiyor... vs. Kuvvetli bir duygu yâni; bu duyguyu engelliyor. Evlilik duygusu, nikâh duygusu; o daha kuvvetli bir duygu... Onu bile engelliyor.

Binâen aleyh, ramazan bizim için bir ilaçtır. Nefsi terbiye etme konusunda bir antremandır. Bir aylık seferberliktir, bir aylık askerî talimdir. Orda nefse hakim olmayı; şehevâtımıza, iştihalarımıza, şu kuvvetli arzularımıza dur demeyi öğreniyoruz. Bu güzel...

Böylece müslüman, kendisini tutabilen bir insan oluyor. Kızdığı zaman hemen feveran etmiyor, anî hareket yapmıyor. Bir şeyi istediği zaman harama sapmıyor, kendisini kontrol edebiliyor.

Ama böyle değilse; yâni şehvetlerinin esiriyse, şehvetleri onu kendisine köle yapmışsa, her istediğini yaptırtıyorsa; o zaman, onun faziletli bir insan olması ne kadar zordur!.. Çünkü, nefsi onu dâimâ alçaltacak işlere sevkedecek, günahlara sevkedecek.

Yine buna benzer bir başka sözü Hazret-i Ali Efendimiz'in:

2. (Mâ ahsenel ilmü yüzeyyinühül amelü ve mâ ahsenel amelü yüzeyyinühür rıfk.)

Cümleler birbirine benziyor, paralel cümle... Konular değişik... Bu ikinci vecîzesinde Hazret-i Ali Efendimiz diyor ki:

(Mâ ahsenel ilmü yüzeyyinühül amelü) "Uygulamanın, tatbik etmenin, ilmiyle âmil olmanın süslediği, güzelleştirdiği ilim, ne güzel bir ilimdir."

Adam ilim sahibi; tamam... Ama, ilmini de uyguluyor; o zaman daha ileri bir merhale!.. Yâni, hem biliyor, hem de bildiğini uyguluyor. Binâen aleyh, ilmini uygulaması, tatbikatı, sözünü hareketlerinin desteklemesi, onu bir kat daha güzelleştiriyor. Ne güzeldir o ilim ki, uygulama da arkasından geliyor. Sıf lafta kalmıyor, tatbikatı da var... Ne güzel!..

(ve mâ ahsenel amelü yüzeyyinühür rıfk.) "Ve o uygulama da, tatbikat da ne kadar güzel ki, rıfk ile yapılıyor, mülâyemetle yapılıyor." Yâni uygulama, amel, icraat, ilmi zinetlendiriyor, süslüyor. İcraatı da yumuşaklık, --sertlik değil-- rıfk, mülâyemet zinetlendiriyor. Rıfk; sinirlenmemek, yumuşak olmak, tatlı muamele ederek yapmak demek...

Hazret-i Ali Efendimiz'in bu vecîzesinden anladığımız: "Alim ol; ilmini arttırmak için çalış, çabala, öğren ama; bilgini uygula, icraata dök!.. Sırf kafanda ve dilinde kalmasın, hareketlerine de intikal etsin!.." demiş oluyor.

Yâni, palavracı... Lafı çok ama işi yok... Söyler, vaad eder; yapmaz... Anlatır, kendisi tutmaz... Bunlar kötü şeyler!.. Halka verir talkını, kendi yutar salkımı... Başkasına nasihat ediyor, yapma etme diyor ama, kendisi yutuyor salkımı... Meselâ, "Komşunun asmasından üzüm koparma!" diyor, kendisi gidip kopartıp yutuyorsa; sözü başka özü başka oldu, özü sözüne uymadı; bu kötü!..

Hazret-i Ali Efendimiz buyurmuş oluyor ki: "Doğru şeyleri, güzel şeyleri öğren... Dinini, imanını, dünyanı öğren... Ahlâkî fazîletleri öğren... Ama, öğrendiğini uygula!.. İkincisi: Uygularken de haşin, sert, kırıcı, dökücü olma; yumuşak ol!.."

Bazı insanlar var, "Ben Allah yolunda gidiyorum, ben ibadet ediyorum!" diye o kadar kaşları çatık, o kadar etrafa karşı soğuk, o kadar sert ki; insan üzülüyor, onun o tavrından alınıyor, hattâ darılıyor. Efendim, sabah namazından sonra dükkânını açıncaya kadar kimseyle konuşmamak adetiymiş... Hoppalaaa!.. Nerden çıktı bu adet?.. Kim demiş?.. Peygamber Efendimiz yaptı mı böyle bir şey?.. "Esselâmü aleyküm!" diyorsun, cevap vermiyor. Birisi "Esselâmü aleyküm!" dedi mi, "Aleyküm selâm!" demek vâcib, çok önemli... Selâm vermiyor. Neymiş?.. Dükkânı açıncaya kadar kimseyle konuşmazmış...

Çok seneler önce, Hocamız'ın sağlığında, birisinden böyle bir durum görmüştüm de, hiç unutamıyorum yâni... Sen sustuğun zaman karşı taraf alınacaksa, konuş mübârek!.. Kalbini kırma, "Aleyküm selâm kardeşim!" de!.. Ondan sonra yine yapacağını yap!.. Ne oluyorsun yâni?.. "Ben şimdi tesbih çekiyorum!" bilmem ne, bilme ne... Olmaz.

Yaptığı ibadeti, yaptığı icraatı nasıl yapmalı insan?.. Rıfk ile yapmalı!.. Rıfk ne demek: Yumuşaklık, mülâyimlik, halim selimlik, tatlılık demek... Kırmadan yapmak; ezmeden, darıltmadan, gücendirmeden yapmak demek...

Bileceğiz, bildiğimizi uygulayacağız. Uygulamamızı yumuşak yumuşak yapacağız. Kırarak, dökerek, ezerek, geçerek değil...

Diğer bir sözü:

3. (İhmed men yağlüzu aleyke ve yaizüke ve lâ men yüzekkîke ve yetemellakuke)

(İhmed) "Hamd et! (men yağlüzu aleyke ve yaizüke) Sana nasihat veren, icabında acı söz söyleyen kimseye hamd et; öv, takdir et, teşekkür et!.. (ve lâ men yüzekkîke ve yetemellakuke) Seni öven, seni temize çıkartan ve sana dalkavukluk yapanı değil..." Çünkü, ötekisi hakkı söylüyor.

Dost acı söyler, düşman güldürür. Düşman, birisinin ayıbını düzeltmesini istemez. Hakîki dost, ayıbının gitmesini ister. "Aziz kardeşim! Ben senin her şeyini beğeniyorum, seviyorum. Her şeyin kusursuz olsun istiyorum. Onun için, şurası yanlış, şurayı düzelt!" der. Ona hamd edeceksin, şükredeceksin, teşekkür edeceksin. "Vayyy!.. Benim ayıbımı söyledi." diye kızmayacaksın, "Teşekkür ederim!" diyeceksin.

Bazısı da diyor ki: "Sen kendi işine bak, sen kendine bak!.." Bu da çok ayıp!.. Bunu da hadis-i şerif'te Peygamber Efendimiz yasaklamış. Birisi sana vaaz ettiği zaman, "Sen kendi işine bak!" demek çok ayıp, çok yanlış. "Teşekkür ederim, Allah râzı olsun... Sağ ol, bana bir hatamı gösterdin!" diyeceksin. Eğer o söylediği şey doğru değilse, onu da izah edersin. "Yok, ben onu o maksatla yapmamıştım. Bir yanlış anlama olmuş o arada... Böyle yapmadım. Maksadım şuydu, sebep buydu..." diye güzelce konuşursun.

"Nasihat edene, doğruyu dobra dobra, ağır, sert de olsa söyleyene kızmamak, hamd etmek, teşekkür etmek lâzım!.. Dalkavukluk yapana; seni temize çıkartan, tezkiye eden, allayıp pullayan, göklere çıkartana değil..." diyor Hazret-i Ali Eferdimiz.

Hattâ Peygamber SAS'den bir hadis-i şerif vardır:

(Uhsüt türâbe fî vücûhil meddâhîn.) "Sizi yüzünüze karşı medheden kimsenin yüzüne toprak saçın!" diye... Yüzüne karşı medhetmek iyi değildir. Şımarır insan... Doğruyu da söylesen, çok fazla medhettiğin zaman şımarır.

Onun için ölçülü olmak lâzım!.. Birisi medhederse, "Yâhu, kestin biçtin beni!.. Doğradın, mahvettin; iyilik yapmadın bana!.." demek lâzım!.. Çünkü, nefsi dayanamaz insanın... Hoşuna gider, hoşlanır; bu sefer, medhetmeyene kızmağa başlar.

Bunu tavsiye ediyor. Zor bir şey tabii ama, faziletli insanlar böyledir. Doğruyu söyleyeni, kendisine hakkı söyleyeni, nasihat edeni severler. Sert de olsa, acı da olsa doğru söyleyene teşekkür ederler. Yaltaklık dalkavukluk edene yüz vermezler.

Çünkü o dalkavuk sana hilâf-ı hakîkat medihlerini bir maksad için söylüyordur. Arkasında bir menfaati vardır, seni aldatacaktır... vs.

4. (İhter en tekûne mağlûben ve ente munsıf, velâ tahter en tekûne gâliben ve ente zâlimen)

Buyurumuş ki, Hazret-i Ali Efendimiz bu sözünde:

(İhter) "İhtiyar et, tercih et!.. (en tekûne mağlûben ve ente munsıf) Haklıyken mağlûb olmayı, (velâ tahter en tekûne gâliben ve ente zâlimen) zâlimken galib olmaya tercih et!.." Haksızken galib olmak yerine, "Haklı olayım da isterse mağlub olayım! Mühim olan haklı olmaktır." diye haklı olmayı tercih et!.. Mağlub bile olsan, haklı olmayı tercih et!.. Zâlim olduğun zaman, galib gelmeyi tercih etme!..

Çünkü hem zalimsin, hem de galebe çalmışsın; o zaman günahın daha büyük olacak. Ama mazlumsun, haklısın, hak yoldasın, mağlub olmuşsun, sana birisi zulmetmiş; Allah mazlumların yanındadır, Allah sana mükâfat verecek. Bu daha iyi... Bunda mükâfat var, ötekisinde cezâ var, ikab var, azap var!..

Binâen aleyh diyor ki: "Haklıyken mağlub olmayı, haksız ve zâlimken mağlub olmaya tercih et; o daha iyi!.."

5. (Lâ tahdümenne mehâsineke bil fahri vet tekebbür.) "İyilikleri öğünmekle, kibirlenmekle mahvetme, sıfıra indirme!.."

Çünkü insan öğündü mü, iyi olmaz. Öğünmek iyi değil... Tekebbür etti mi, mütekebbir oldu mu, hiç iyi olmaz. O da hiç iyi bir şey değil... Senin gerçekten bir takım faziletlerin olabilir; başkası öğsün. Sen kendin öğünme, sen mütevâzi ol; başkası seni yüceltsin.

Peygamber SAS Efendimiz buyurdu ki:

(Men tevâdaa refaahullah, ve men tekebbere vadaahullah.) "Mütevâzi olanı Allah yüceltir. Mütekebbir olanı, kibirleneni de Allah bir yerde ayağını kaydırtır, alçaltır."

Onun için, "Mütevâzi olmak lâzım, öğünmemek lâzım!" demek istiyor Hazret-i Ali Efendimiz... Eğer böyle yaparsan, kendi faziletlerini sıfıra indirmiş olursun, iyiliklerini silmiş olursun. Öğünmekle, böbürlenmekle, kibirlenmekle iyiliklerini, faziletlerini sıfıra indirme!.. Kendini öğme ve kibre düşme!..

6. (El'umru aksaru min en tealleme külle mâ yahzunü bike ilmuhû feteallemül ehemme fel mühim.)

Diyor ki Hazret-i Ali Efendimiz (RA ve kerremallahu vecheh) bu vecîzesinde:

(El'umru) "İnsanın ömrü, (aksaru) kısadır. (min en tealleme küllemâ yahzunü bike ilmuhû) Öğrenmenin iyi olacağı her şeyi öğrenmeyi sağlayacak kadar uzun değildir, kısadır. Öğrenmesi iyi olan her şeyi, insan ömründe öğrenemez. Ömür biter, öğrenilecek şeyler bitmez. Senin ömrün, öğrenmesi iyi olacak şeylerin hepsini öğrenmeye yetmez.

O halde, (feteallemil ehem) daha önemli olanı öğrenmeğe gayret et!.. (fel mühim) Daha az önemli olanı sonraya bırak, en önemlileri öğrenmeğe gayret et!.. Ömür, bütün öğrenilmesi gereken şeyleri elde etmek için çok uzun değildir, yetmez. Gençlik geçiverir, hafızası zayıflayıverir insanın... İhtiyarlık geliverir, tâkatı kalmayıverir.

Şimdi benim bir ev dolusu kitabım var... Gülüyorum kendime... Kim okuyacak onları?.. Toplamışım o kadar kitapları; kim okuyacak?.. Okuyamam ki, ömür kısa... İşte bak geldik, şu yaşa geliverdik. O kitapların her sayfasına beş dakika harcasam, hiç başka işle meşgul olmasam, sabahtan akşama hızlı bir okuma ile okuyacak olsam; o kitaplar bitmez!..

O halde, neyi öğrenecek insan?.. Tabii, kendi ihtisası dairesinde olan şeyi öğrenecek!.. Kendi ihtisâsı dairesindeki şeyin de, en önemlisini öğrenecek.

O halde bundan, lafı tersine döndürerek çıkartılan mânâ ne: Boş şeylerle vakit geçirmemek lâzım!.. Gazeteymiş, ıvırmış zıvırmış, magazinmiş, Pekos Bill'miş Tommiks'miş, romanmış, falancanın mizah mecmuasıymış, bilmem ne... Yazık değil mi sana yâhu?.. Bir ömür gidiyor. İşte bak, öğrenmen gereken mühim şeyleri hiç öğrenmeden, elli altmış yıl geçip gidiyor. Ondan sonra, yetmiş yaşında bir câhil olmak ne kadar acı bir şey!.. Dinî bakımdan bazı şeyleri bilmemek ne kadar acı bir şey!..

O bakımdan, çok mühim bir söz... Hazret-i Ali RA Efendimiz'in ne kadar faziletli bir insan olduğunu gösteriyor bu vecize... Söylediği, yakaladığı mânâlar çok derin... Yâni büyük bir hakîm, büyük bir düşünce adamı, büyük bir mütefekkir olduğu sözlerinden çıkıyor.

Evet, Peygamber Efendimiz'in damadıdır. Sahâbe-i Kirâm'dandır, halifelerden biridir. Ama, sözleri de bileğinin gücüyle, fikrinin gücüyle, kendisinin ne kadar mübârek, ne kadar mütefekkir, hakîm bir insan olduğunu gösteriyor.

Çok güzel bir söz... Buna hayatımızda çok dikkat edelim muhterem kardeşlerim!..

Ben şimdi, bir grubun başında olduğum için, --dergilerimiz var, radyolarımız var, çeşit çeşit faaliyetlerimiz, konferanslarımız var-- bana sabahleyin getiriyorlar gazeteleri... On tane, yirmi tane gazete getiriyorlar. Bir görüyorum, şöyle bir çeviriyorum. Hepsini incelemeye kalksa, insanın gazeteleri incelemekle ömrü geçer. Sabahtan akşama başka yapacak bir şey kalmaz. Bir sürü gazete var... En iyisi bu basın bülteni... Tek sayfa işte... On tane, yirmi tane gazeteyi birisi okuyor, özetliyor. Her şey var; insan okuduğu zaman her şeyden de haberdar oluyor.

Hattâ atılım yaptık, "Herkes para koysun ortaya, haftalık bir dergi çıkartalım!" dedik. Eğer para bulsaydık, haftalık bir dergi çıkartacaktık. Her konuda özetleri koyacaktık oraya... Sonra diyecektik ki arkadaşlarımıza: "Öbür gazeteleri almayın yâhu, yazık ömrünüze!.. Alın burda işte, kendi konunuzla ilgili özetleri görün!"

Lüzum yok başka şeye... Faziletli olan, önemli olan şeyle, daha önemli olan şeyle meşgul ol!.. Ömrünü zâyi etme!.. Kur'an var öğrenilecek, dinimiz var öğrenilecek...

Allah-u Teâlâ Hazretleri'ni bilmek ve tanımak konusuna başladık; konferanslarda üç sabahtır konuşuyoruz. Görüyorsunuz; bilinmesi gereken, öğrenilmesi gereken daha çok şeyler var...

En önemli şey, Allah bilgisi... Allah hakkında bilgisi yok müslümanın... Allah'ın sıfatları hakkında bilgisi yok... Allah'ın neyi sevdiğini, neye gazab ettiğini bilmiyor. Halbuki gayet kolay... Allah-u Teâlâ şunları şunları sever; şunlara şunlara gazab eder diye sıralaması lâzım insanların... Bunlar çok önemli, bunları öğrenmek lâzım!..

Bir insana Allah niye hidâyet nasib ediyor, niye doğru yola çekiyor?.. Türkiyede bu konuda bir çalışma yapalım! Siz de burda bir çalışma yapın!..

Misal: Hazret-i Ömer RA kılıcını almış, Peygamber Efendimiz'i öldürmeğe çıkmış. Peygamber Efendimiz'i nerde bulursa bulacak, öldürecek... Yolda hızlı hızlı giderken birisi sormuş, demiş ki:

"--Yâ Ömer! Böyle sinirli, telaşlı, acele acele nereye gidiyorsun?"

"--İşte, o Muhammed'in hesabını soracağım, işini bitireceğim!"

"--Sen onun yanına bile yanaşamazsın! Onun yanında, onun için canını verecek öyle kimseler var ki, ashabı var ki; kılına dokunamazsın, yanına yanaşamazsın. Sen müslümanlara düşmansan, senin kız kardeşinle enişten müslüman oldu; sen asıl git, önce onları hallet!.."

"--Vayy!.. Benim kızkardeşimle eniştem müslüman mı oldular?.." demiş.

Onların evine dönmüş. Dışarıdan dinlemiş; içerden sesler geliyormuş, Kur'an okuyorlarmış. "Küt..." kapıya yüklenmiş, içeri girmiş. "Vay efendim, siz müslüman mı oldunuz?" diye, eniştesini ablasını döğmeğe başlamış. Hazret-i Ömer babayiğit, iri yarı... Sonunda ablası demiş ki:

"--Eh, nedir bu yaptığın?.. Müslüman olduk, doğru yol budur. Vuracaksan vur, döğeceksen döğ... Sen de anla dinle, sen de beğenirsin." demiş.

Getirmişler Kur'an-ı Kerim'i, okumuşlar. Hazret-i Ömer yumuşamış. O akşam Peygamber Efendimiz'in yanına gitmiş ve müslüman olmuş.

Hazret-i Ömer, kapıdan öldürmek için çıktı da, Hazret-i Peygamber'in yanına gidip niye müslüman oldu?.. Bu değişiklik neden?.. Bu değişikliğin sebebi, Peygamber Efendimiz'in duası... Peygamber Efendimiz, "Yâ Rabbi! Bu dini iki Ömer'den birisiyle takviye et..." diye dua etmişti. Allah da duasını kabul etti. Demek ki, peygamber duası, onun hidayete ermesine sebep oldu.

Falanca insan eşkiyaymış da; yol kesiyormuş, kervan soyuyormuş da; sonradan bir sebep olmuş, hak yola girmiş, evliyâ olmuş... Hangi sebepten?.. İşte, Allah'ın kelamına hürmetinden...

Bir kediyi hapsetti diye, bir kadın cehennemlik oluyor. Bir köpeğe su verdi diye öteki kadın cennetlik oluyor.

Bunları yazmak lâzım, bunları bellemek lâzım ve bunlara dikkat etmek lâzım!.. Neden insan Allah'ın sevdiği kulu durumuna geliyor, ikramına mazhar oluyor?.. Neden insan durduğu yerden pattadak ayağı kayıyor, cehennemlik oluyor?.. Önemli şeyler, önemli bilgiler bunlar... Çünkü insan onunla cenneti kazanıyor veya cehenneme düşüyor.

Böyle bir kitap olsa, çok iyi olur. "Şu şahıs şundan hidâyete erdi; şu şahıs şundan felâkete uğradı, ayağı kaydı." diye bir kitap yazılsa, böyle bir kitap çok istifadeli olur. İşe yarayacak şey bunlar...

Demek ki, faydalı şeyleri öğrenelim, en önemli şeyleri öğrenelim!.. Detay, teferruat ve lüzumsuz şeyleri sona bırakalım!..

Diğer bir vecîzesini de okuyup, bu akşam burada keseceğiz:

7. (Leyse fil havâsiz zâhireti şey'ün eşrefe minel ayni felâ tü'tûhâ sü'lehâ fetüskıleküm an zikrillah.)

Bu vecîzesinde Hazret-i Ali Efendimiz buyuruyor ki:

"İnsanın zahirî beş duyusunun en şereflisi, en kıymetlisi gözüdür." Hani tad alma, koku alma, dokunma, duyma ve görme duyuları var; bunlara havâs-i hamse-i zâhire derler. Yâni, dış beş duyu... Demek ki iç duyuları da var, başka duyuları da var insanın... Mânevî duyuları var, mânevî kabiliyetleri var... O mânevî duyuları ayrı...

"Dış duyular içinde en kuvvetlisi, en şereflisi, en değerlisi insanın gözüdür, görme duyusudur." diyor. Tamam, kabul; hakîkaten görmek çok önemli!.. İnsanın etrafını görmesi, hareketleri kolay yapmasını sağlıyor... Kendi işini kendisinin görmesini sağlıyor... Okumasını öğrenmesini sağlıyor, el işi yapmasını sağlıyor. Ötekilerinden daha iyi... Burnu koku almayabilir bir insanın... Ağzı şöyle olabilir, kulağı arızalı olabilir ama, göz çok önemli!..

Bakın ne diyor arkasından: (felâ tü'tûhâ sü'lehâ) "Onun her isteği yere bakmasına müsaade etmeyin!.. O gözün her yere, her istediği zaman bakmasına müsaade etmeyin!.. (fetüskıleküm an zikrillâh.) Sonra sizi Allah'ı zikretmekten alıkoyar." Her tarafa baktırtmayın onu; çünkü, sizi Allah'ın zikrinden alıkoyar.

İnsanın gözü bir yere baktı mı, takılır. Şimdi biz konuşma yaparken bile şurdan bir şey geçse, bir şey olsa; ona bakarız, aklımız takılır, konuşmayı şaşırırız. Gördüğü şey insanın zihnini meşgul eder. O halde çâre: Gözü güzel kullanmak lâzım!..

Görme önemli bir duyudur, şerefli bir duyudur. İnsanı meşgul eden bir duyudur. İnsan gözüyle çok günaha girer. Peygamber SAS Hazretleri buyuruyor ki:

"Bir nâmahrem kadına ilk kez baksan, görsen yolda; tamam, mâzursun. Mâzerettir; takıldı gözün, gördün. İkinci defa dönüp baktın mı, ikinci bakış şeytandandır." diyor.

Göz ve bakış, şeytanın zehirli oklarındandır. Bakan insan, baktığı zaman mahvolur.

Bakın Hazret-i Osman Efendimiz, yanına gelen bir sahabiye: "Ey filânca, senin gözünde zinâ izi görüyorum!" diyor. Çünkü, yolda gelirken nâmahreme bakmış. O da şaşırmış; "Peygamberlik kesilmedi mi yâ Osman, yâ emîrel mü'minîn?" demiş.

Kesildi peygamberlik... Peygamber Efendimiz Hâtemün Nebiyyîn ama; Allah sevgili kullarına işte böyle kabiliyet veriyor. O kimsenin gözünün harama baktığını anlayabiliyor.

Onun için bizim büyüklerimizin prensiplerinden birisi de nedir, derviş nasıl olacak:

(Nazar ber kadem) "Gözü pabucunun ucunda olacak, başı yerde olacak!" Bu neyi sembolize ediyor?.. Sağa sola gelişigüzel bakmamayı, günaha girmemeyi sembolize ediyor.

Bir başka ikinci bir mânâsı da var ki: "Derviş kendi seyr-i sülûkuna dikkat etsin, sağa sola aklını dağıtmasın!.. Gidişine, bastığı yere, varışının muntazam olup olmadığına baksın!" demek de olabilir. Fakat, gözünü haramdan sakınmak fevkalâde önemlidir.

Ayet-i Kerîme var Kur'an-ı Kerim'de:

(Kul lil mü'minîne yeğuddû min ebsârihim ve yahfezû furûcehüm) Hem kadına emir var, hem erkeğe... (Ve kul lil mü'minâti yağdudne min ebsârihinne ve yahfazne fürûcehünne) "Ey Rasûlüm, söyle mü'min erkeklere: Gözlerini korusunlar, harama bakmasınlar!.. Namuslarını da muhafaza etsinler!.. Müslüman kadınlara söyle, ey Rasûlüm: Gözlerine hakim olsunlar, harama bakmasınlar!.. Namuslarını korusunlar!.."

Erkek için de, kadın için de gözünü haramdan sakınma emri Kur'an-ı Kerim'de var... Tabii, Peygamber Efendimiz'in hadis-i şeriflerinde, bu detaylı olarak anlatılmış. Hazret-i Ali Efendimiz de, bu vecîzesinde bu konuda bizim dikkatimizi çekiyor, nasihat ediyor. Diyor ki: "İnsanın en şerefli âzâsı, en şerefli duyusu gözüdür. O halde, her bakmak istediği yere onu baktırma!.. Çünkü lüzumsuz şeylere bakarsa, seni Allah'ın zikrinden alıkoyar."

Tabii, lüzumlu şeye bakabilir, Kur'an-ı Kerim'e bakabilir. İnceleme için bakabilir, ibret için bakabilir. Hikmetlerini müşahade etmek için bakabilir. Ama, lüzumsuz şeye bakmamağa dikkat etmesi lâzım!..

Bu akşamki vecîzeleri Hazret-i Ali Efendimiz'in bunlar oldu. Perşembe akşamı olduğu için, bunu burda bırakıp beraberce tevbe edelim!.. Çünkü, yatsıdan sonra zikir yapacağız.

Rabbimiz affeylesin diye, diyelim cümle günahlarımıza:

--Estağfirullaah... (5 defa)

--El azîm, el kerîm, ellezî lâ ilâhe illâ hû el hayyel kayyûme ve etûbü ileyh...

--Allahümme ente rabbî... Lâ ilâhe illâ ente halaktenî... Ve ene abdük... ve ene alâ ahdik... ve va'dik... mesteta'tü eûzü bike min şerri mâ sana'tü... Ebûü leke bini'metike aleyye ve ebûü bizenbî... fağfirlî feinnehû lâ yağfirüz zünûbe illâ ente...

......................

30. 12. 1993 - Melbourne