Üçüncü Fasıl

ÂDÂB-I SÂİRE

(DİĞER EDEBLER)

Yirmi âdâbın geri kalan altısından ikisi tesirdir ki, biri zikrin tesiri, diğeri de râbıtanın tesiridir. Yirmi âdâbdan en son dördü; şerîat, tarîkat, hakîkat ve ma'rifettir.

1. Zikrin Tesiri

Zikrin tesiri, verilen bir lezzet-i aşktır ki, dil ile târifi mümkün değildir. Şu kadar denilebilir ki, muhabbet-i ilâhiyye vücuduna hülûl eder ve aşk-ı ilâhî vücud bulur. Yâni muhabbetin ifratı ile aşk meydana gelir. Vücud bu aşkın hararetinden mütelezziz olur. Bu halden zevk alarak zikretmektir.

2. Râbıtanın Tesiri

Amma râbıtanın tesiri şeyhe kemâl-i muhabbetten, esnâ-yı râbıtada ondan feyz aldığını bilerek zevkyâb olmaktır. Bu halde sâlikin üşür gibi tüyleri ürperir ve bazan da taş gibi vücuda hareket gelir. Bazan vücudu taş gibi his ve hareketten alıkor. Bazan gayet yumuşak olur ve daha daha nice haller zuhur eder olduğu halde zikretmektir. Böyle bir eser zuhur edinceye kadar, râbıtada tefekkür etmek lâzımdır.

3. Şerîat

Şerîat, evâmîr-i ilâhiyyeye devam ve nevâhîden, yâni yasaklardan ictinâb ve uzak kalmaktır. Üzerinde kazaya kalmış namaz varsa kılmaktır. Nisaba mâlik ise zekâtını vermektir. Mâlen ve bedenen gücü yeterse hacca gitmektir. Borçları varsa ödemektir. Sünnet ve müstehabları tamâmen edâdır.

Mâlûm ola ki, şeriatsız tarîkat, hakîkat ve ma'rifet olmaz. Zîrâ şerîat kurtuluş yoludur. Bunsuz nefsin hilelerinden ve dalâletten kurtulmak muhal ve bâtıldır.

Eğer iki şeyde istikàmet-i tam mevcut ise, hallerin ve cezbelerin olmaması gam değildir: Birisi Sàhib-i Şerîat SAS'e ittibâ; biri de şeyh-i muktedâya muhabbettir. Bu ikisine sahip bir sâlik, rahmet dalgalarından nasipsiz kalmayıp, bu feyzlere nâil olur. Eğer zikrolunan iki şeyin birisinden noksanlık varsa, ahvâl ve mevâcid olsa dahi, harabî ve husrandan gayri bir nasibi olamaz.

Mâlûm ola ki, şerîat-i garrâya muvafık olan her amel, isterse alışveriş olsun zikre dahildir. Yâni zikirden sayılır. Anca sâlik bütü harekât ve sekenâtında ahkâm-ı şer'iyyeye riayetkâr ola ki, bütün vakitleri zikr-i ilâhîye masruf ve mahsûb ola... Şurası dahi gizli kalmaya ki, şeriatın hem sûreti, hem de hakîkati vardır.

Şerîatın sûreti; nefs-i emmârenin münâzaası ve onun cibiliyetinde ve tabiatında mevcud olan serkeşlik, tuğyan, inkâr gibi halleri var iken, Allah-u Teàlâ'ya ve Rasûlüne ve Cenâb-ı Hak'tan tebliğ olunan, bildirilen şeylere iman edip, ahkâm-ı şer'iyyenin yapılmasından ibarettir.

Zîrâ nefis --ki, insan vücudunun esası ve her kişinin ben demesiyle işaret olunandır-- kendi küfür ve inkârı üzeredir. O halde bu nefisten hakîkî sàlih ameller tasavvur olunamaz. Eğer nefsi mutmeinnelik derecesine eriştirip de küfür ve inkârdan halâs kılarsa, o zaman şerîatin hakîkatına ermiş bir iman olur ve yapılan şer'î hükümler dahi hakîkat-ı İslâmiyye olur.

Cenâb-ı Hakk'ın sadece sûreti kabûlü ve mahall-i rızası olan cennete duhül ile beşareti ve asl-ı imanda, tasdîk-i kalb ile iktifa buyurarak ve iz'an-ı nefsi teklif buyurmaması, mahz-ı rahmet ve ihsân-ı ilâhîsindendir. Bu sûret-i şeriat istikamet şartıyla mûcib-i felâh olacağı gibi, ahiret kurtuluşunu da müstelsimdir. Çünkü şeriatın sureti dürüst olursa, velâyet-i âmme hasıl olur. Yâni, umûmî veliler arasına girilir. Estaizü billâh:

(Allàhu veliyyüllezîne âmenû) "Allah iman edenlerin velîsidir." buyrulmuştur. (Bakara: 257)

Bu iman sâliki istidatlı bir hale getirip, tarikata geçmesine ve dolayısıyla husûsî velîlerden olmasına da vesile olur; nefsi emmârelikten tedrîcen mutmeinneliğe yükseltir. Bu Tarîkat-ı Aliyye'yede esas olan zikr-i ilâhî, şeriat-ı garrânın emirlerindendir. Mürşid-i aramak dahi şeriatın emridir. Estaizü billâh:

(Vebteğ ileyhil-vesîlete) [Allah'a yaklaşmaya yol arayın!] buyrulmuştur. (Mâide: 35)

Şeriat üç kısımdır: Bunlar ilim, amel ve ihlâstır. Bu üçün her biri tahakkuk etmezse, şeriat da tahakkuk eylemez. Çünkü şeriat ne zaman tahakkuk ederse, rızâ-yı Hak Sübhànehû ve Teàlâ hasıl olur ki, gerek dünyevî ve gerek uhrevî bütün saadetlere kefildir. Hiçbir istek kalmaz ki, onda şeriatın ötesine ihtiyaç ola... Tarikat ve hakîkatın her cüzü, üçüncü olan ihlâsın hadimlerindendir. Her birini tahsilden maksud, şeriatı ikmaldir ve şeriatın dışında bir şey değildir.

4. Tarîkat

Ammâ tarîkat, tezhîb-i ahlâk eylemek ve mürşidinin gösterdiği şeriat-ı garrânın efdaliyyeti yolunda sa'y ile gayeye erişmektir. Yoksa şeriat-i garrâ ki, asla şek ve şüphe olunmak mümkün olmayan vahiy ile sabittir; onun ahkâmı içinde asla nesh ve tebdil yoktur. Yâni hükümlerde değişme olmaz, ta kıyamete kadar bu hükümler bâkîdir ve onun muktezası üzere amel etmek avam ve havassın, cahil ve bilginin ve olgunluk davasında bulunanların hepsine şâmildir. Tarikat hiçbir zaman şeriatın hükümlerini kaldırmaz, şeriatın dışına da çıkarmaz.

Ehl-i sünnet vel-cemaatin kat'î kaidelerindendir ki, hiçbir kul şeriat-ı garrânın tekliflerinden sâkit olacak dereceye erişmez. Her kim ki bunun hilâfına itikad eder ve inanırsa, daire-i İslâm'dan uzaktır; yâni İslâm'dan çıkar. Şu halde İslâm'dan çıkanın tarikat neresinde kalır?..

Sâlikin kendisinde zuhur eden halleri, vecdleri saklaması, şeriatın iktizasındandır. Bir aziz rüyasında Rasûlüllah'ı görmüş ve tasavvuftan sormuş, "Tasavvuf nedir yâ Rasûlallah?" demiş.

Efendimiz SAS buyurmuşlar ki:

(Et-tasavvufü terküd-deàvî ve kitmânül-maànî) "Tasavvuf dâvâların terki ve mânâların ketmidir." buyurmuşlar.

Velîliğin başlangıcı tarikattır. O makatmada nefy-i mâsivâ matlubdur. Yâni Hak'tan gayrisinin gönle girmesine mânî olmak maksuddur. Zîrâ şeriatta tevhid, bir deyip Hakk'ı birlemektir. Amma tarikatta, gönlü Hak'tan gayriden ayırmaktır.

Vaktâ ki, Allah-u Teàlâ'nın fazlı ile mâsivâ tamamen nazardan silinip ağyârdan nam ve nişan kalmaz; fenâ hasıl olup makàm-ı tarikat böylece tamam olur ve seyr-i ilallah da tamam olur. Burada sâlikin kârı Rasûl-ü Ekrem SAS Efendimiz'in sözlerine ve amellerine ittibâdır ki, bâtına taallûk eder. Tezhîb-i ahlâk, def,i rezâil, sıfat,ı emrâz-ı bâtına ve mânevî illetlerin izâlesi; bunlar hep makàm-ı tarikata mütealliktir. Rasûle ittibânın bu derecesi, tarîk-ı sûfiyyeyi şeyh-i muktedâdan alıp, seyr ilallah yollarını kat eden erbâbı sülûke mahsustur.

5. Hakîkat

Hakîkat'e gelince, kemâlât-ı insaniyyenin tahsilidir ve cümle kemâlâttan birisi aşk ve hubb-u ilâhînin kulu istilâsıdır. Nitekim, alem-i mecazda hiç kimseye nefsinden ziyade sevdiği bir şey yoktur. zhirâ mal, kadın ve çocuklardan her hangisini sevse, kendi nefsi için sever. Alem-i hakîkatte ise mahbûb-u hakîkî, kendi nefsinden ziyade mahbubdur. Nefsine sa'y, mahbûb-u hakîkînin ubûdiyyetinde devam içindir. Bu sebeple fenâ, bu muhabbetin eseri oldu.

Ve dahi, Rasûl-ü Ekrem SAS Efendimiz'e muhabbet de bu kabildendir. Hadis-i şerifte:

RE. 482/11 (Lâ yü'minü ehadüküm hattâ ekûne ehabbe ileyhi min nefsihî ve ehlihî ven-nâsi ecmaîn.) [Sizden hiç biriniz lâyıkıyla iman etmiş olmaz; beni çocuğundan, anasından, babasından ve bütün insanlardan fazla sevmedikçe...] buyrulmuştur. Tarikatın şeyhi dahi Rasûlüllah SAS Efendimiz'in vekili olup, füyûzât-ı ilâhiyyenin sâlike akmasına vesîle olduğundan, onun muhabbeti de bu şekil üzerine, yâni Rasûlüllah SAS Efendimiz'e olan muhabbet gibi olması lâzımdır.

Mâlûm ola ki, şeriat ve hakikat birbirlerinin aynıdır; istidlâl ve keşiftir, gayb ve şehadettir. Şeriatla bildirilen ve mâlûm olan ahkâm ve ulûm, hakkal-yakînin hakîkatı ile tahakkukundan sonra, yine aynı ile o ahkâm ve ulûm kendisine keşfolup, gaybetten şehâdete gelirler; tekellüf ve buna benzer ameller ortadan kalkar.

Hakîkat, hakkal-yakîne vusûlün alâmeti ve o makamın ulûm ve maarif-i şer'iyyeye mutabakatıdır. Mâdem ki muhalefet vardır, o zaman hakîkatlere vusül olmadığının delilidir. Şeriata muhalif olan her şey ki, meşâyih-i tarîkatten birinde ilim ve amelde vâkî olmuştur, o hal sekir vaktine mebnîdir. Sekir vakti ise ancak yolda olanlarda olur. Sona vâsıl olan müntehi sahıvdadır, yâni uyanıklık halindedir. Vakit onlara mağlubdur, hal ve makam onların kemâline tâbîdir.

Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri Mesnevî-yi Şerifinde buyurmuşlar ki:

Sûfî ibnül-vakt âmed der misâl,
Lîk sûfî fâriğest ez vakt ü hâl.

Mânâsı: "S™fîye vaktin oğlu demişlerse de, asıl s™fînin vakit ve halden âzâde olması lâzımdır."

O zaman, şeriata muhalif söz ve ameller, sahiplerinin hakîkata ulaşamadıklarının alâmetidir. Ve makàm-ı isbat, yâni illallah tâbiri, seyr fillâh ile bildirilmiş bekà makamıdır ve hakîkat durağıdır. Velîlikten maksad da budur. Nefs-i emmâre bu makamda mutmeinne olup, kendi küfür ve inkârından vaz geçip, Allah Celle ve A'lâ'dan razı; Mevlâ da ondan razı olur.

Vaktâ ki Allah Sübhanehû ve Teàlâ'nın nefsi makàm-ı mutmeinneye îsâl ve hükm-ü ilâhîye mutî kılması hasıl olunca, hakîkî müslümanlık kendisine müyesser olur ve hakîkat-i iman da sûret bulur. Her ne zaman ve her hangi bir ameli işlerse, şeriatın hakîkatıdır. Eğer namaz kılarsa namazı, oruç tutarsa orucu, hac yaparsa haccı hakîkattır. Sâir ahkâm-ı şer'iyye de bunlara kıyas olunur. Öyle ise, tarikat şeriatın sûretiyle hakîkatı arasına vasıta oldu. Tâ velâyet-i hassa ile müşerref olmadıkça, İslâm-ı mecâzîden İslâm-ı hakîkîye ulaşılamaz.

Ehl-i hakîkat, Efendimiz SAS Hazretleri'nin hal, zevk ve mevâcidine ittibâ eder ki, bunlar hassaten makàm-ı velâyete taallûk ederler. Bu da meczûb-u sâlik veyahut sâlik-i meczub olan velâyet erbabına mahsustur.

6. Ma'rifet

Ma'rifet, zikr-i Hakk'ın sâlikin kalbini istilâsıdır ve zikirde istiğrak ve istihlâkidir ki, başka bir düşünce ona yol bulamaz. Gerek hak olsun, gerek bâtıl, Allah'tan başkasını düşünemez. İstiğrak ile istihlâk da, denizin içinde olan balığın sudan başka bir şey bilmemesi gibi. Bu halde hàsıl olan dereceye de bekà billâh denir. Bu makamda kendinin gelip gideceği yeri ve yaptığı kulluklarını ve Hakk'ın rabliğini ve ma'budiyetini anlar olur.

İnsanın yaratılışından maksad, estaizü billâh:

(Ve mâ halaktül-cinne vel-inse illâ liya'budûn.) [Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.] (Zâriyât: 56) ayet-i celîlesinde bildirilen, bütün büyük müfessirlerin ictihadıyla ma'rifet-i Hak Celle ve A'lâ'yı tahsildir. Ya'budûn'u, yâni ibadet kelimesini ma'rifet ile, ma'rifetin tahsilidir diye açıklamışlardır.

Ma'rifet makamı büyük ve hakîkî alimlerin makamıdır. Hakîkî alimler kitap ve sünnette olan benzer ayetlerin te'villerinde ve Kur'an-ı Kerim'in sûre başlarında olan harflerin esrarını bilmekte nasibi olan zatlardır. Müteşabih ayetlerin te'vili gizli esrâr cümlesindendir. Elin kudret ile, yüzün zat ile te'vil olunması ilm-i zâhirdir; esrardan değildir. Bununla beraber ma'rifet, şeriatın dışında bir makam değildir, yâni şeriat dairesinin dışında değildir.

Hattâ bir kimse Nakşıbend KS'den, "Sülûktan maksad nedir?" diye sorunca; "Ma'rifet-i icmâlî ve tafsîlî olup istidlâlinin keşfî olmasıdır." buyurmuşlardır. Yoksa, "Şeriat irfanlarından ziyade bir ma'rifet hâsıl ola." buyurmadılar.

Sâlik ibtidâ-ı hâlinde, her ne kadar ma'rifetten habersiz ise de, onun talebinde kendisine durgunluk ve gevşeme vermeye ve bundan dolayı ızdıraba düşe... Zîrâ, tasavvuf ızdırabdır denilmiştir. Çünkü sükûn geldiği zaman tasavvuf kalmaz. Muhibbin mahbubsuz kararı yoktur ve hiçbir gün ondan başkasıyla üns ve ülfet edemez. İşte sülûkten ve tarikata girmekten en yüksek maksad ma'rifettir ki, idrakten aczini bilip, (Lâ ya'rifullàhe illallah) "Allah'ı Allah'tan başkası bilmez." mânâsı sâlike mâlûm ola...

Bunu şu beyit ne güzel ifade eder:

İdrâk-i maàlî bu küçük akla gerekmez;
Zîrâ, bu terâzi o kadar sıkleti çekmez.

Ma'rifetten insanın terkibinde zâhir olan, insanın kendi değildir; belki insan bir aynadır. Ona Hak Sübhànehû ve Teàlâ'nın suver-i ilmiyyesi aksetmiştir. Fakat bu kadar acz insanın ma'rifetine münâfî değildir. Bazıları ma'rifetten acz cehil ola zanneylemişler ki, bu da bâtıldır.

Efendimiz SAS'in:

(Sübhàneke mâ arafnâke hakka ma'rifetike yâ ma'rûf) buyurduğu ve Ebûbekr-i Sıddîk RA Efendimiz'in:

(El-aczü derkil-idrâki idrâkün) buyurmaları ve sûfiyyûn büyüklerinin de:

(Sübhàne men lem yec'alil-halkı ileyhi sebîle illâ bil-aczi an ma'rifetihî) sözleri buna işarettir.

Tenbih:

Zikrolunan âdâba riayet etmek, sâlikin vazifelerine müstenidendir. Eğer bazısında kusur vâkî olursa, onu kendi kusuru bilip istenilen vech üzere âdâba riayet etmeğe sa'y ve gayret göstermelidir ve kusurunu itiraf edip, sa'y ü gayreti yine elden bırakmamalıdır. Eğer âdâba riayet etmez, kendi kusurunu da bilmezse, --nezü billâhi teàlâ-- sâdât-ı kirâmın berâtından uzak ve mahrum, nefsinin hileleri içinde mahv ü perişan olur.

Bu yirmi âdâb, tarîkatın esas ve hulâsâdır. bunların içinde daha birçok âdâb vardır ki, sâlik-i tarîkat olan muhterem kimseler hâle göre, yâni o vaktin hâl durumu neyi icab ediyorsa ona göre hareket etmeleri lâzımdır. Bu da ancak Cenâb-ı Hakk'ın te'dib ve terbiyesine vâbeste, zevk ve vicdân-ı vehbî ile mâlûm olur. Yâni Hak Sübhànehû ve Teàlâ'nın o kuluna olan lütuf ve ihsânına bağlıdır. Bu edeblere riayetle berâber, bir sâlik şeyh-i kâmil ve mükemmilden izin almak şartıyla zikrine devam etmelidir. Eğer bu şartlar olmazsa, ekseriyâ evrad kàbilinden olur ki neticesi sevaptır, derece-i kurb değildir. Buna dikkat lâzımdır.

Ammâ bazan Cenâb-ı Hak, şeyhin vasıtası olmadan da zikr-i kesîr sayesinde mukarrebînden kılar. Bazan da, kulun zikri tekrarı dahi bulunmadan yakınlık mertebeleriyle müşerref kılınması mümkün ve vâkîdir.

Zikrolunan şartlar ekseriyet itibariyle hikmet ve adet kaidesincedir. Bu tarikat hakkında Nakşıbend Hazretleri, "Bizim tarîkımız sohbet üzerinedir. Halvette şöhret, şöhrette ise âfet vardır." buyurmuşlardır. Sohbetten murad, tarikatta birbirleriyle uyuşanların sohbetidir. Yoksa tariklerdeki muhaliflerle olan sohbet değildir; dikkat edile...

Tarîkat-ı Nakşıbendiyye'de zikr-i cehrî yoktur. Zîrâ, Nakşıbend Hazretleri yapmamışlar ve yapanları da men etmişlerdir.