Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN

HACI BEKTÂŞ-I VELÎ VE MAKALÂT

Esselâmü aleyküm ve rahmetullah!..

Bu kadar güzel konuşmacılardan sonra bana geldi söz... Ayakta konuşacağım, size hürmetimden...

Bizi eşref-i mahlûkat olarak yaratan ve yeri göğü bize musahhar kılan, --İbrâhim Hakkı Erzurumî'nin Ma'rifetnâme'deki ifadesiyle-- dû cihânı, hem dünyayı hem ahireti benî Adem için, sizler ve bizler için yaratan Allah'a hamd ü senâlar olsun...

Onun elçisi, sevgilisi, efendimiz, rehberimiz, önderimiz Muhammed-i Mustafâ'sına salât ü selâm, tahiyyat ve ihtiramlarımızı arz ederiz.

Rabbbimiz bizi rızâsı yolundan, Habîbi'nin izinden ayırımasın...

Bendeniz üniversitedeki çalışmalarım esnasında, Hacı Bektâş-ı Velî Hazretleri'ni --kaddesallahu sirrahul azîz-- doçentlik tezi olarak seçmiştim. Önce niçin bu konuyu seçtiğime dâir çeşitli sebepleri arzetmek istiyorum:

Elhamdü lillâh, Peygamber Efendimiz'in, Hazret-i Ali Efendimiz'in evlâdından olduğumuz için; dedemizi, akrabalarımızı anmış olduğumuzdan, o büyüklerimizden birisini seçtim.

Tasavvuf yönünden de, Ca'fer-i Sâdık Efendimiz Hazretleri, silsilemizin büyüklerinden olduğu için; hem de fıkhen hanefî mezhebindeniz, İmam-ı Azam Efendimiz o büyüğümüzün talebesi olduğundan ve onlara hürmetle baktığından dolayı, mezhebimizin imamının yolunda yürümek istediğimden, severek bu konuyu seçtim.

Fakültedeki konum, Türk-İslâm Edebiyatı'ydı. Hacı Bektâş-ı Velî Efendimiz'in Makalât'ı da, Anadoluda'ki dînî Türk edebiyatının ilk çağlarına ait, nadir ve çok önemli misallerinden birisi idi. Dil bakımdan çok önemliydi. Muhtevâ bakımından, içerdiği konular bakımından önemliydi. Ayrıca yazarı yönünden, çok sevilen bir kimsenin eseri olması bakımından önemliydi. O bakımdan da bu konuyu seçtim.

Bizim hocalarımızdan aldığmız terbiye gereği ve onun işaretiyle kurduğumuz Hakyol Vakfı'mız var... Cennetmekân Hocamız Mehmed Zâhid Efendi Hazretleri, bir vakıf kurmamızı emretmişti. Oturmuş tüzüğünü hazırlamış, kendisine arzetmiş, tasvibini almıştık. Bu vakfımızın üç ana hedefi var:

1. Eğitim

2. Yardımlaşma

3. Dostluk

Allah-u Teâlâ Hazretleri bizi imanda kardeş ettiği için, dünyanın neresinde olursa olsun, ırk, renk, soy sop farkı gözetmeden bütün müslümanlar canımızdır, kardeşimizdir.

(İnnemel mü'minûne ihvetün) İnnemâ, edat-ı tahsistir; özellikle, bilhassa bir noktaya işaret etmek için kullanılır. (İnnemel mü'minûne ihvetün) "Mü'minler ancak kardeştir, sadece ve sadece kardeştir!"

"Ancak mü'minler kardeştir." değil... Öyle olsa, (İnnemel ihvetü mü'minûne) derdi.

(İnnemel mü'minûne ihvetün) "Mü'minlerin birbirleriyle olan alâkaları, başka bir şeyle izah edilmez; ancak kardeştir, sadece ve sadece kardeştir. Daha başka bir sıfat, onları ifade edemez!" demektir. Onun için, bütün müslümanları kardeşimiz olarak görüyoruz.

Bir de bütün insanları --Şeyh Sâdî-yi Şirâzî gibi-- Hazret-i Adem'den kardeşlerimiz olarak görüyoruz. Samîmi olarak öyle görüyoruz. Benî Adem olduğumuzdan, aynı cevherden yaratılmış olduğumuzdan, hepsine karşı kardeşlik borcumuz var...

Ama bu kardeşlik borcu, mü'mine hizmet götürmek; mü'min olmayana da hidâyete ermesi konusunda yardımcı olmak tarzındadır. Bir insan Rus olabilir, İngiliz olabilir, Amerikalı olabilir, Fransız olabilir, Yunanlı olabilir, Ermeni olabilir... Şimdi en kızdığımız kelimelere doğru çekiyorum; Sırp olabilir... Ama mü'min olunca, her şey değişiyor. Cat Stevens, Yusuf İslâm olunca başımızın tacı oluyor. Barsam Usta, mü'min olunca başımızın tacı oluyor.

Demek ki küçük bir hamle, bir adım, bir bıçak sırtı ötesi, biraz ötesi dostluk... Çok küçük bir hamle ile bütün insanlar kardeş olabilir, bütün ihtilâflar bitebilir.

Herhalde bizim de en ulvî çalışmamız, bu kardeşliği sağlamak olmalı!.. Yâni, henüz İslâm ile müşerref olamamış, İslâm'ın nuruyla aydnlanamamış olan insanlara İslâmı götürmek, anlatmak; "Bakın, böyle bir hazine var, böyle bir cevher var; siz de bilin!" demek... Mü'min olanlara da kardeşliğimizin gereği olarak, "İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır." diye, malımızla canımızla hizmet etmek... Çeşme yapmak, yol yapmak, köprü yapmak... Açların karnını doyurmak, ziyafetler çekmek, dullara yetimlere bakmak... Daha başka binlerce hayır çeşitleri...

Vakfımızın bir gayesi de eğitim olduğu için, ilim adamları bizim başımızın tâcıdır. Onun için, avuçlarımın içi acıyıncaya kadar alkışladım, konuşmacı kardeşimizin sözünü... Biz onun için, bütün toplantılarımızda bilim adamlarını konuşturuyoruz. Bize de haklı haksız hücumlar oluyor; tarikatçıyız diye, mutasavvıfız diye, s™fiyiz diye... Onların taklidiyiz, karınca kararınca onların yolunda gidiyoruz diye... Kendimiz cevap vermiyoruz. Bakalım ilim erbabı serbest olarak konuşsunlar, bizim hatamız varsa, biz hatamızı düzeltelim; bizi tenkid edenlerin hatası varsa, onlar da biraz meseleleri bîtaraf insanların gözlüğüyle görsünler, gerçekleri anlasınlar diye, onları konuşturuyoruz.

O bakımdan, Diyânet İşleri Başkanı'nın buraya teşrifi bizim için çok büyük şereftir... Profesör, doçent, yardımcı doçent kardeşlerimizin buraya teşrifi ve şâhâne konuşmaları büyük şereftir ve bizim vakfımızın eğitim çalışmalarının bir gereğidir.

Bir hadisi şerif var; çok seviyorum ve çok konu ediniyorum, konuşmalarımda zikrediyorum bu hadis-i şerifi... Peygamber SAS Hazretleri buyurmuş ki:

(El'ilmü hayâtül islâm) "İlim, bilgi İslâm'ın canıdır, hayatıdır." İlim varsa, İslâm vardır. İlim yoksa İslâm ölür, can çekişir, solar, buruşur, yıkılır. (ve imâdül îmân) "Ve imanın da direğidir." İlim olmazsa, iman da yıkılır. İşte görüyorsunuz, hakkı bulmamak için ne kadar tuzaklar var!.. Hakka ulaşma yolunda, ulaşılmasın diye konulmuş nice mâniler var... Bunları aşmak için de ilim lâzım!.. Hepimiz ilme râm olmalıyız!.. Hepimiz ilme hürmet etmeliyiz!.. Hepimiz ilme teslim olmalıyız!.. O zaman ihtilâflar hallolacak. Başka türlü bir yol yok!.. İlim adamı ne söylerse söyleyecek, hakem ilim olacak... Hakem ilim olunca da, işler düzelecek.

Biz böyle toplantıları yapıyoruz, ondan sonra da kitap haline getiriyoruz; tesiri devam etsin diye... Meselâ, Hocamız'ı anma münâsebetiyle bir tasavvuf sempozyumu yapmıştık, kitap haline getirdik. Çok kıymetli ilim adamlarının tasavvuf ile ilgili konulardaki konuşmaları kitap haline gelmiş oldu. Biz istiyoruz ki, şu toplantımızdaki bu konuşmalar da bir kitap haline gelsin!.. Bu kavga, bu ihtilâf, bu bürûdet, bu soğukluk, bu düşmanlık kalksın!.. Herkes ilme tâbi olsun, ilmin icâbı neyse ona göre hareket etsin!..

Onun için biz, bir sözü dokuz defa kafamızda çevirip, ondan sonra söylüyoruz. Söylediğimiz bir sözün kaynağı var mı, yok mu diye araştırıp, "Acaba yanlış olabilir mi?" diye düşünüp, binbir ihtiyatla en doğru olan sözü söylemeğe çalışıyoruz.

O bakımdan konuşmacı kardeşlerimi çok takdir ettim. Meselelere bakışlarındaki bîtaraflık, ama hakka bağlı oluşlarındaki sımsıkı sağlamlık fevkalâde güzel... Son derece tatlı... Bu tadı almış insanlar için, bulunmaz bir ziyafet bu...

Ben de, bu kadar büyük kitleleri ilgilendiren bir şahsın hayatını, doçentlik tezi olarak almıştım. Dört sene doçentlik için çalıştım. Ondan önceki doktora çalışmalarımda da, konunun içine girmiştim. Konu benim önüme Allah tarafından getirilmişti. Çünkü, doktora tezimin mevzuu içinde karşıma çıkmıştı, oradan dikkatim bu konuya çekilmişti. Demek ki, bu konu üzerinde çalışma yapmak, kaderde varmış diye düşünüyorum. Kendi şahsî düşüncem böyle...

Dinleyicilerim beni mazur görsünler, benim de hatam vardır muhakkak... Bendeki hataları da başkaları söylemeli; ben de hatamı kabul etmeliyim. Bazı konularda da gözü kara, ilimle hiç ilgisi olmayan hatalı bir tutum benimsenmiştir ve asırlardır devam ediyor. Buna biz, nemelâzımcı bir tavırla lâkayd kalamayız. Çünkü mü'miniz... Çünkü, insanlara gerçekleri öğretmek de vazifemiz!..

Sonra bu, bizim yaşadımız topraklarda bir problem ise, veyahut dünya üzerinde İslâm Alemi için bir problem ise; "Niye ben İran'la kardeş değilim?.. Niye ben Mısır'la kardeş olmayayım?.. Niye daha başka yerlerdeki kimselerle kardeş olmayayım?.. Bunun önündeki mâniler nedir?.. Bunları aşmamız lâzım gelir." diye düşündüğüm için bazı şeyleri söyleyeceğim.

Burada proğramın ana planını yaparken dedik ki: "İslâm'ın esaslarını bir kardeşimiz anlatsın. Acaba İslâm nedir, Kimsenin itiraz etmeyeceği ana esasları nelerdir?.. Delilli isbatlı bir şekilde o anlatılsın!" dedik.

Ondan sonra... "İhtilâfları çok iyi bilmek, ilmin tâ kendisidir." demişler. Bu zihniyet çok yüksek bir bilimsel zihniyet...

Galibâ, Hazret-i Ali Efendimiz'den bir söz olarak nakledilir. Çok takdir ediyorum. Hazret-i Ali (RA ve KV) Efendimiz buyurmuşlar ki:

(Lâ ta'rifil hakka birricâl, i'rifil hakka ta'rif ehleh) Hakîkati kişilerin ağzına bakarak, bazı kimseleri severek, sempati duyarak, sayarak, "O söyledi." diye kabul etmeyin!.. Onunla anlamaya çalışmayın!.. "Bu biliyordur, bunu dinleyin!.. Bunun söylediğine göre böyle olsun!" diye bir yaklaşımla, bu yönden yaklaşmayın!.. (i'rifil hakka ta'rif ehleh) Önce hakkın ne olduğunu öğrenin; --öğren diyor da, ben çoğul ifade ediyorum-- o zaman kimin hak ehli, kimin batıl ehli olduğunu daha iyi anlarsınız."

O halde önce bizim yapmamız gereken, hakkın ne olduğunu, gerçeğin ne olduğunu tesbit etmektir. Onun kaynakları bilinsin diye...

--İslâm'ın kaynakları nedir, mahiyeti nedir?.. Biz platonik sevgiyle mi bağlıyız İslâm'a?.. Yoksa, folklor malzemesi olarak mı bağlıyız?.. Anamız atamız müslüman olduğu için mi biz müslümanız?..

--Hayır!.. Biz İslâm' kırk defa tahkik ettik, kırk defa hudutta bocaladık... XX. Yüzyıl'ın Türkiye ve dünya müslümanları olarak, bütün küfür saldırılarını duyduk, bütün iddiaları gördük. Ama sonunda İslâm'ın hak din olduğunu anladık.

Bizden başkaları da anladılar. Avrupa'da yetişmiş, hristiyan olarak büyümüş, felsefe okumuş; hattâ çeşitli doktrinleri o konuda liderlik yapacak, sürükleyecek, yeni fikirler üretecek kadar bilen insanlar sonunda müslüman olmuş.

O bakımdan görüyoruz ki İslâm, bizim platonik bağlanmamızın ötesinde aklen de, mantıken de bağlanmamız gereken bir yol... Onun için biz ona bağlıyız. Biz bunu kırk defa, belki binlerce defa hayatımızda tahkik ettik. Siz de tahkik ettiniz, siz de çeşitli inkârlarla karşılaştınız ama, elinizi vicdanınıza koyup, gerçeği buldunuz.

Bendeniz, Hacı Bektâş-ı Velî Hazretleri'nin (KS) hayatını araştırmak için, o kadar gayret ettim ki; "Ah o devirden kalma bir kitâbe bulsam!.. Ah yeni bir şey çıkarsam ortaya!.." diye, mezar taşlarını bile araştırdım. Hiçbir alimin sözünü, o öyle söyledi diye incelemeden almadım. Köprülü öyle demiş, İsmâil Hikmet Ertaylan böyle demiş, ordinaryus profesör falanca şöyle demiş... İngiliz müsteşrik şöyle demiş... "Neden acaba böyle dedi; doğru mu, yanlış mı?.." diye hepsinin araştırmasını yaptım. Kabirlerde araştırma yaptım, mezar taşlarında araştırma yaptım, kütüphanelerde araştırma yaptım.

Hacıbektaş kasabasına da gittim. Orda Otel Cabbar'da kaldım geceleyin... Karnım acıktı, aşağıya yemek yemeğe indim. Masalar içki dolu... Kasketli kasketli köylüler oturmuş, votka şişelerini önüne getirmiş... Beyaz şaraplar, kırmızı şaraplar... "Ben burada yemek yiyemeyeceğim. Çünkü, içki haram İslâm'a göre!.. Net bu, bunu kimse inkâr edemez. Bakkaldan peynir ekmek alayım, onu yiyeyim bundan sonra..." dedim. Üç-beş gün kütüphanede çalışma yapacağım.

Bakkalda küplerle şarap satılıyor; kırmızı şarap şurda, beyaz şarap burda... "Allah Allah!.. Acaba Hazret-i Ali Efendimiz mi buna müsaade etmiş?!.. Acaba İmam Ca'fer-i Sâdık Efendimiz mi buna müsaade etmiş?!.. Acaba Hacı Bektâş-ı Velî Efendimiz mi buna müsaade etmiş?!.. Araştıralım!" diye düşündüm.

Sonra orda civarda beni gezdirdiler. Dediler ki: "Mübarek Pirimiz şurada çile çıkarmış, erbaîne girmiş, kırk gün ibadet etmiş. Dağın kenarında, kayanın içinde bir mağara... Hakîkaten Hicaz'daki Hira dağındaki mağaraya da gittim ben... O da öyle, kayanın içinde...

--Bu nedir?

--Bunun adı Hira mağarası...

Biraz ilerde duvarla çevrili güzel bir pınar vardı, birkaç kavak ağacı vardı.

--Bunun adı ne?..

--Zemzem pınarı...

--Eh olur ya, pekâlâ...

Sonra ortada iri iri, yumruk yumruk taşlar var, yığılmış öbek öbek...

--Niye bunlar yığılmış buraya?..

--Bunlar şeytan taşlamak için...

Bizim Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay kardeşimiz var... Onlar Hacı Bektâş-ı Velî'nin anılması için, bir toplantıya gitmişler. Birisi soru sormuş, demiş ki:

--Pirimizin kabrini ziyaret eden hacı olur mu?.. Burada zemzem pınarı var, Hira mağarası var, şeytan taşlama var... Burayı ziyaret eden, horoz keserse hacı olur mu?..

Kardeşimiz tabii ilim adamı, fikir adamı... Karşı taraf da bunlara inanıyor ki, yapıyor. Çok güzel düşünen bir felsefeci kardeşimiz, Allah selâmet versin... Felsefe insanın zihnini güzel terbiye ediyor, mantıklı düşünmeyi güzel öğretiyor.

--Bakın kardeşlerim, size bir şey söyleyeyim; Hacı Bektâş-ı Veli kimin torunu?..

--Hazret-i Muhammed-i Mustafâ SAS Hazretleri'nin torunu...

--Tamam... Değil Hacı Bektâş-ı Velî'nin kabrini ziyaret etmek; Peygamber Efendimiz'in kabrini ziyaret etse bir insan, hacı olamaz!.. Değil Peygamber Efendimiz'in kabrini ziyaret etmek, Kâbe-i Müşerrefe'yi hac mevsiminin dışında ziyâret etse, yine hacı olamaz!..

Şevvalde, rebîül evvelde, recebde, şabanda gitse ziyaret etse hacı olur mu; olamaz!.. Bunun ayetle belli tarifi var, şekli var... Hacı olmanın şartı; Arafat'ta vakfe, farz tavafı, vacibleri var... Ancak öyle olacak.

Burayı ziyaret etmekle hacı olmak bahis konusu edilmiş.

Sonra tabii, bir soğukluk var... Ben soğukluk diyorum, soğukluk kelimesi hafif kalıyor. Zaman zaman çatışmaya dönen bazı sıkıntılar var Türkiye'de... Zaman zaman da körüklenen bir takım ateşler var gönüllerde... Haklı taraf kim ise, onun tarafı tutalım; hep birlikte ne yapmak gerekiyorsa, onu yapalım!..

Onun için, bu meseleler dikkatimi çektiğinden, Hacı Bektâş-ı Velî Hazretleri'nin hayatını incelemeye geçtim. Konu benim kendi seçmemdir. Ben zâten öksüz bir üniversite mensubuyum. Üniversitedeki hocam vefat ettiği için, bütün işleri kendi başıma, kendi kafamla düzenledim. Elime de fırsat geçmişti. Hacı Bektâş-ı Velî Efendimiz'i doçentlik tezi olarak seçtim.

Şimdi, Hacı Bektâş-ı Velî hakkında bilgi az... Bektâşî Edebiyatı var... Bektâşîlikle ilgili, yerli ve yabancı kaynaklarda çeşitli araştırmalar görüyoruz. Kitaplar neşredilmiş, çeşitli eserler var... Almanca, Fransızca, İngilizce makaleler var... Biliyoruz bunları... Ama Hacı Bektâş-ı Velî kim, fikirleri ne?.. Acaba bunu bîtaraf ölçülerle ortaya koyabilir miyiz?.. Müsbet belge az... Arşivlerde bu konuda çok az bilgi mevcut... Gezdiğim yerlerde kolay bulunmuyor.

Ansiklopedilerde yazılan yazıları inceliyorsunuz; belli şahısların söylediği sözlerin tekrarı... Abdülbâki Gölpınarlı merhumun, Fuad Köprülü merhumun birkaç sözü... Onlar nereden almış?.. Onlar nass-ı katı' değil ki, onlar da bir yerden almış olmalı... Eğer bir vesika varsa, bizim de öpüp başımız koyacağımız bir vesikadır. Ama vesika değilse, elbette o zaman vesika aramak durumundayız.

İşte böyle bir zihniyetle, bu işin içinde beş-altı sene araştırma yaptım. Çeşitli eserlerini aradım.

Bu mübârek şahıs hakkında iki tane görüş var... Belki daha fazla da detaylandırılabilir bu görüşler ama, şöyle iki grupta toplanabilir:

a. Bazı kimseler onu Kur'an-ı Kerim'e, Peygamber Efendimiz'in yoluna bağlı olgun bir mutasavvıf, bir büyük alim olarak görüyorlar ve böyle anlatmak istiyorlar.

b. Bazıları da bu anlatıma kuşkuyla bakıyor. "Bu, devletin meseleyi çarptırmasıdır. Meseleyi kapatmak için, ortaya attığı yakıştırmadır. Aslında Hünkâr Hazretleri, öyle değildi. O, batınî fikirlere sahib bir alevî babasıydı. Hattâ şeriat emirlerine karşı lâkayttı. Aslında İslâmî boyaya boyanmış bir şaman rahibi gibiydi." diyorlar. Onu bu tarzda görenler, böyle anlatmak isteyenler var... "Türkçülüğü himaye eden, koruyan, kollayan bir kimseydi." diye anlatmak isteyenler var...

Yeniçerilerin piri olmuş, gazîlerin serdarı, kutb-u âlem diye tanınmış, hünkâr diye nam almış bu şahıs acabâ nasıl bir kimse?.. Hangi zihniyetten bir insan?.. Ben müsbet vesika, yazılı vesika aradığım için, eserlerine baktım. Eserlerinin cinslerini, yazma eserleri, ona ait olup olmadığını, muhtevâlarını inceledim. Beş-altı sene, az bir zaman değil... Bu uzun araştırmaların sonucunda tezimizi ortaya çıkarttık. Münakaşaları yapıldı. Sonra da muhtelif zevât-ı muhtereme lütfettiler, çok büyük teveccüh gösterdiler.

Malatya'dan Alevî kardeşlerimiz demişler ki: "Hocamız bu kitabı bassın! Yoksa, basmazsa biz basacağız, mutlaka basılmasını istiyoruz." demişler. Bir profesör arkadaşımız geldi, "Tezi hazırlayan şahsı tanımak isterim!" diye... Tanıştık. Teşvik ettiler. Sonunda eserimiz de basıldı ama, birçok dizgi hataları var... İnşallah daha güzel bir baskısı yapılır. Yapılabilirse iyi olur.

Meşhur şahısların bir tarihi şahsiyetleri oluyor, bir de menkabevî şahsiyetleri oluyor. Hacı Bektâş-ı Velî Hazretleri'nin de hayatı üzerine yazılmış bir eser var ortada... Hacı Bektâş-ı Velî Menâkıbnâmesi deniliyor buna... Velâyetnâme-i Hacı Bektâş-ı Velî diye de isimlendirilir. Kütüphanelerimizde çeşitli tarihlere ait bir çok elyazması nüshası var... Türkiye'de birkaç defa neşredilmiş, Almanca'ya da çevrilmiş bir eser...

Bunun bir kısmı manzum şekilde, bir kısmında nazım ve nesir karışık... Bunların incelenmesi ve araştırılıp neşredilmesi uygun olabilirdi ama, bunlar Hacı Bektâş-ı Velî Hazretleri'nin hayatı hakkında otantik bilgiler demek değil; kim yazmışsa, onun bilgileri demek...

Bir de araştırmalarım esnasında, Farsça bir velâyetnâme olduğunu da tesbit ettim. Bazı beyitleri elimizde ama, ben bu araştırmayı yaptığım zamana kadar bütünüyle ele geçmemişti. Bendeniz üniversiteden ayrılınca --dört-beş sene oluyor-- bulunmuşsa, bazı araştırıcılar bulmuşlarsa bilmiyorum ama, ben bulamamıştım. Bunu sonradan Ali Nihânî isminde bir başka şahıs, yeniden nazma çekmiş. İki defa nazmedilmiş yâni... Birisi eski dilde, arkaik dilde; birisi de yakın zamana ait olmak üzere, iki şekli var... Bunun yazarının Firdevsî-yi Tavil (Uzun Firdevsî) diye bir şahıs olduğu anlaşılıyor araştırmalarımızdan...

Bu Uzun Firdevsî, II. Bayezid zamanında yaşamış. Süleymannâme gibi eserleri de var... Osmanlı sahasını terkedip İran'a gitmiş, orada vefat etmiş bir kimse... Bu velâyetnâme onun eseri ama; içindeki bilgiler gönlümüze yerleştirebileceğimiz, kabul edebileceğimiz, kabul edilebilir, sağlam, güvenilir bilgiler tarzında değil...

Bunun dışında başka, Hacım Sultan adına yazılan velâyetnâmede, Âlî'nin Künhül Ahbâr'ında, Abdal Mûsâ Velâyetnâmesi'nde, Seyyid Ali Sultan Velâyetnâmesi'nde de Hacı Bektâş-ı Velî ile ilgili menkabevî bilgiler var...

Bunlara göre, Hacı Bektâş-ı Velî Hazretleri Hazret-i Ali Efendimiz'in soyundandır. Nişâpur şehrinde dünyaya gelmiştir. --Arapça'da p harfi olmadığı için, Araplar Neysâbur diyorlar--Orada yaşamış, Lokmân-ı Perende adlı bir mutasavvıf tarafından yetiştirilmiş ama, Ahmed-i Yesevî Hazretleri'ne bağlı... Onun işaretiyle Anadolu'ya gelmiş. Sulucakarahöyük denilen kasabaya --şimdiki Hacıbektaş kasabası-- yerleşmiş. Burada pek çok derviş ve halife yetiştirmiş. Bunları çeşitli irşad görevleriyle etrafa göndermiş. Orada ahirete irtihal eylemiş, kabr-i şerifi orada...

Bu Velâyetnâme'de geçen başka şahısların kimler olduğu önemli... Kutbuddîn-i Haydar, Hacım Sultan, Akçakoca, Sarı Saltuk, Karaca Ahmed, Tapduk Emre, Yunus Emre, Seyyid Mahmud-u Hayrânî, Osmancık --yâni, Osmanlı Devleti'nin kurucusu Osman Gazi-- Alâeddin-i Keykubat, Kırşehir emiri Nûreddin ibn-i Cece... Velâyetnâme'de bunların ismi geçiyor. Bunları şu bakımdan sıralıyoruz ki; bu velâyetnâmeyi yazan şahıs, onunla ilgili isimleri zikrediyor. O şahıslar hangi devirde yaşamışsa, anlayacağız ki Hacı Bektâş-ı Velî o civarda, o devrede yaşamıştır.

Çünkü, kabir taşı yok, bulamadık. Vefat tarihi bir vesika olarak elimizde olmadığına göre, bunlardan faydalanacağız.

Hacı Bektâş-ı Velî'nin ismi, Seyyid Muhammed ibn-i Musâ-yı Sânî deniliyor. Bektâş sözü lakabıdır, ismi değildir deniliyor; bizim de kanaatimiz o... Bu bektâş kelimesi be–deş ve beğdeş şeklinde, kef harfiyle yazılıp hem yumuşak g, hem de kâf-i nûnî telaffuzuyla, Türk edebiyatında o devirlerde görülen bir kelime... Selçuklular zamanında da kullanılmış. Hattâ İran'da da, Hacı Bektâş-ı Velî'nin yaşadığı devre tekaddüm eden zamanda da kullanılmış bir kelime... Bu benzemek kelimesiyle ilgili. Be–deş, benzeyen mânâsına geliyor.

Hünkâr kelimesi, hüdâvendigâr kelimesinin kısaltılmışıdır. O da bir lâkab... Hünkâr Hacı Bektâş-ı Velî diyoruz. Hüdâvend, Farsça efendi demek... Hüdâvendigâr lâkabı, sultan gibi büyük bir ünvan; hem I. Murad'a verilmiş, hem de mânevî hayatın büyüklerine bu isimler verildiği için, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî Hazretlerine de o devirde bu lâkab verilmiştir. Ona Molla Hünkâr derler; yâni, Mevlânâ Hünkâr demektir. Molla, Mevlânâ'nın kısaltılmışı... Hacı Bektâş-ı Velî'ye de Hünkâr lâkabı veriliyor.

Bu şahıs Türk asıllı mı, şaman kökenli mi; yoksa Menâkıbnâme'nin belirttiği gibi Peygamber Efendimiz'in soyundan, Hazret-i Ali neslinden bir seyyid mi?..

Kabul edenler kabul ettik derler de, bu bir rey meselesi değildir. Araştırmayla bulmak lâzımdır. Biz bunun için, bu konuda ne bulabiliriz diye delil aradık. Hicrî 744, milâdî 1343 yılında ölen Vâsıtî isimli bir alim var... Onun eserinde Hacı Bektaş kaydedilmiş. 1343 bir hayli eski, önemli bir tarih... Orada tarikat silsilesi verilmiş ve seyyid denilmiş. Demekki 744 hicrî tarihlerinde seyyid olarak tanınıyor bir kere... Şeref kazansın, itibar görsün diye sonradan yakıştırılmış bir isim değil... O zamandan o sıfatı taşıdığını ve öyle şöhret kazandığını, buradan anlıyoruz.

--Peki bir insan Horasan'dan gelir de seyyid olabilir mi?..

--O kadar çok misâli var ki... Çünkü, Araplar fütûhat için, İslâm'ı yaymak için oralara zâten gitmişler ve ordugâhlar kurmuşlar. Bunlardan Arap ordugahının bulunduğu şehirlerden birisi de, Nişâpur şehri... Arap kökenli olduğunu çok net bildiğimiz, oradan yetişmiş pek çok kimse var... Meselâ, Ebû Abdurrahman es-Sülemî aynı şehirden... Benî Süleym kabilesinden ve Arap kökenli olduğu şeceresiyle sabit... Şeceresi korunabilmiş, muhafaza edilebilmiş. Daha başka kimseler var...

--Neden oralara gitmişler?..

--Cihad için gitmişler. Merkezdeki yönetimin, "Bunlar Peygamber Efendimiz'in soyundandır. Halk bunlara itibar eder, başa geçirir." diye baskı yapmasından dolayı, baskının uzak olduğu yere gitmişler. Tazyik altında kalmamak için, İslâm'ı yaymak için gitmişler.

Geçen sene Taşkent'i, Semerkand'ı, Buhârâ'yı ziyaret etmek nasib oldu. Semerkand'da çok güzel bir kabristan var... Hasret-i Abbas Efendimiz'in çocuklarından nice sahabe mevcut... İran'ın ve Horasan'ın nice şehirlerinde böyle sahabe mevcut... Bu olur, normal bir olay... Tarihen kabul edilebilecek bir şey...

Yâni, Hazret-i Ali Efendimiz'in soyundan geldiğini kabul etmek için, şartlar müsaittir. Madem kaynaklar açıkça böyle söylüyor, o halde şamandı falan demeye lüzum yok... Hattâ bizim doçentlik jürimizde Prof. Dr. Neşet Bey dedi ki: "Yâhu Esat!.. Bu Türkçü... Milliyetçi akımları desteklemiş..." falan... "Hocam, bunlar XIX. Yüzyıl'da çıkmış. O zaman daha Türkçülük, Kürtçülük diye bir şey yok!" dedim. O zaman insan soyla övünmüyor zâten... Bir insan, sülâlesi Peygamber Efendimiz'e bağlıysa, ordan itibar görüyor.

Zâten kendisi de Makalât'ı Arapça yazmış deniliyor. Demek ki, Arap soyundan da onun için Arapça yazmış. Türk olsaydı belki yazamazdı bile... Yazmak isteseydi bile yazamazdı. Açık, çok net olarak onun öyle olduğunu gösteriyor.

Sıradan bir insan olmadığı muhakkak... Çünkü sıradan bir insan, etrafında bu kadar sevgi, saygı halkası, asırlara uzanan bir hareket meydana getiremezdi. Olağanüstü meziyetleri olan bir kimse olduğunu buradan çıkartabiliriz.

Velâyetnâme'de ne zaman doğduğu belli değil... Şakaik-ı Nûmâniyye'yi yazan Taşköprülüzâde, tabaka tabaka Osmanlı alimlerini anlatırken, onu I. Murad devri ricâlinden sayıyor. I. Murad devri 1362-1389, bir hayli uzak bir devir; bu doğru değil... Halbuki 1343'te vefat etmiş olan Vâsıtî, daha önce Tiryâkul Muhibbîn'de ondan seyyid diye bahsediyor.

Künhül Ahbâr sahibi Âlî, Orhan Gazi devri (1326-1362) adamı diyor. Tarih vermeden söylüyor bunu... Ekseriyetle öyle kabul edilmiş, Orhan Gazi devri adamı sayılmış. Şöyle bir rakam atmışlar ortaya: Hicrî 646 (1258)'de doğmuş, 680 (1281)'de Anadolu'ya gelmiş, 738 (1337-38)'de vefat etmiş diyorlar. Tabii, hiç bir belge yok...

Buna mukabil Velâyetnâme'de adı geçen görüştüğü, konuştuğu, temas ettiği şahısların hepsi, bundan önceki devirlere ait kimseler... Hattâ 718-754 (1318-1358) yılları arasında kaleme alınan, Eflâkî Dede'nin Menâkıbül Arifîn'i, onu Mevlânâ'nın çağdaşı olarak gösteriyor. Yaşadığı devri de söylüyorum ki, önceki iddiaların yanlış olduğu anlaşılsın. Yakın zamanın adamı, onu Mevlânâ'nın çağdaşı olarak gösteriyor. Bu doğru ama, ötekiler çok geç tarihlerdir ve bizim diğer mâlûmatımıza uymuyor.

Kırşehirli Âşıkpaşazâde de, Sulucakarahöyük Kırşehir'in yakınında olduğu için, Hacı Bektâş-ı Velî hakkında bilgiler veriyor. Osmanlılar'a yetişmediğini ve onlardan hiç bir kimseyle telâkisi olmadığını açıkça söylüyor. Âşıkpaşa'nın türbesi var Kırşehir'de... Onun evlâdından tarihçi Âşıkpaşazâde oralı... Oranın an'anelerini, sözlü rivayetlerini bilen bir kimse... "Osmanlılar'a yetişmemiştir." diyor. Doğru olan budur; yâni, Osmanlılar'dan önce yaşamıştır.

Ebûbekr-i Vâsıtî'nin, kitabında onun silsilesini de vererek kaydetmiş olması; tarikatının yerleşmiş, şöhret kazanmış, tâ Vâsıt'a --Irak'a-- kadar gitmiş, orada tanınmış olduğunu gösterdiği için, yaşadığı devir hakkında bize karar verme selâhiyetini veriyor.

Bir takım vakıf kayıtları var... Bir takım tekke tomarları vardır, tekkede rulo halinde bulunan kâğıtlar vardır. An'anevî olarak sandık içinde, şeyhten şeyhe intikal eder. Herkes orada kendi adını, kimlere hilâfet verdiğini yazar. Böyle bir şecere aşağıya kadar gelir. Tabii, bunların bir kısmı sonradan yazılmış olabilir ama, kopya olduğu için sonradan yazılmıştır. Aslında bir önemi vardır.

Böyle tomarlardan ve birtakım vakıf kayıtlarından anlaşıldığına göre, Hacı Bektâş-ı Velî'nin umumiyetle kabul edilen tarihi şöyle: 1209'da doğmuş, 1270'lerde vefat etmiş. Yâni hicrî 606-669... Hicrî yıla göre 63 yaşında vefat etmiş oluyor ki, 63 rakamına dikkat edin!.. Bazı evliyâullahın o yaşlarda vefat etmiş olması, hayatlarında da Peygamber Efendimiz'in yaş sünnetine uyma gibi bir şeyi gösterir. Ben bunun gibi 5-6 tane misâl hatırlıyorum.

Biz bu tarihleri doğru kabul edebiliriz. Çünkü, hakîkaten Menâkıbnâme de öyle diyor.

Hacca gittiği kesin; çünkü, hacı diye anılıyor. Ayrıca eserini okuduğunuz zaman, hacla ilgili o kadar güzel bilgiler veriyor ki; hacca giden bir insanın gözünün önünde, hac fiilleri canlanıyor. Haccın ef'âli ve erkânını çok iyi bildiği, bilmeden söylemediği anlaşılıyor. Hacca gittiği muhakkak...

Anadolu'nun Amasya, Kayseri, Sivas gibi şehirlerine gittiği, gezdiği muhakkak...

Hacı Bektaş, Yeniçeriler teşkilâtını kurmuş olamaz; çünkü, Osmanlılar'ı görmedi. Ama Yeniçeriler'i kuran, onlara dua eden mübârek şahıslar, Hacı Bektâş'ın yetiştirdiği kimseler olduğu için, bu isim yanlış olarak söylenmiş olabilir.

Hacı Bektâş-ı Velî'nin tarikat silsilesi hakkında çeşitli kaynaklar var... Velâyetnâme'deki ifadeden ayrı, Şeyh Ahmed Lütfî el-Bursevî'nin Tûmâr-u Selâsil'de verdiği bir silsile var... Selânikî Molla Muhammed ibn-i Osman'ın bir rivâyeti var... Verilen isimler de doğru düzgün okunamamış, kayd edilememiş... Nereden nasıl alındığını ve kıymetini te'yid edemiyoruz.

Yalnız, Hacı Bektâş-ı Velî'nin Ahmed Yesevî ile ilgisi kesin... Bunu bilimsel olarak isbat edebiliyoruz. Ahmed Yesevî de, Abdülhâlik-ı Gücdevânî gibi Yusuf-u Hemedânî Hazretleri'nin halifelerindendir. Şimdi Kazakistan'da türbesi onarılıyor. Çok şahâne bir türbesi var... Nakşî tarikatı büyüklerinden sayılıyor. Bu bakımdan Nakşibendî tarikatı ile akrabalığı var, Bektâşî tarikatının...

Tiryâkul Muhibbîn'de Ahmed-i Yesevî'ye bağlı olduğu söyleniyor. Ama Ahmed-i Yesevî'nin vefat tarihi ile Hacı Bektâş-ı Velî'nin vefat tarihi arasında bir isim eksik... Onu bilemiyoruz. Lokmân-ı Perende deniliyor; onun hakkında da geniş bir bilgi yok...

Ayrıca bunu te'yid eden bir husus var: Ahmed-i Yesevî Hazretleri'nin kaleminden çıkmış Fahrnâme var... Fahrnâme ile --ki, bu neşredildi-- bizim üzerinde çalıştığımız Hacı Bektâş-ı Velî Hazretleri'nin Makalâtı, muhtevâ bakımından birbirinin aynı... Orda kırk makamdan bahsediliyor, burda da o kırk makam var... Neden?.. Aynı terbiyeyi almış, aynı bilgiyi, aynı an'aneyi devam ettiriyor. Demek ki, Ahmed-i Yesevî'nin yolundan...

Yunus Emre ile ilgisi var mı, yok mu meselesinde de çok sözler söylenir. Bendeniz Çemberlitaş'ta Yunus Emre ile ilgili bir konferans verdim geçtiğimiz aylarda... Orada belirttim: Yunus Emre ile Hacı Bektâş-ı Velî arasında çok net bir ilişki var, inkâra mecal olamyan bir ilişki var...

Yalnız, iki tane Yunus Emre var... Daha pek çok Yunus Emreler vardır da, bizi ilgilendiren iki tane büyük Yunus Emre var... Bir tanesi Bursalı Yunus... "Şol cennetin ırmakları...", "Canım kurban olsun senin yoluna / Adı güzel, kendi güzel Muhammed!.." gibi, şimdi bestelerini dinlediğimiz ilâhileri yazan Bursalı Yunus var... Bir de daha evvelki yıllarda yaşamış, bundan en az 100-150 yıl önce yaşamış asıl Yunus var...

Bu asıl Yunus'a, Gölpınarlı merhum "Eskişehirlidir." dedi... Karaman'da Tapduk Emre Hazretleri'nin bir kabri var; Karamanlılar "Karamanlı..." dediler... Tarih kitaplarında "Sivrihisarlıdır." deniliyor. Onun için "Eskişehirlidir." diye tutturdular; mümkün değil...

Bu Yunus Emre, evet Sivrihisarlıdır ama, Eskişehir'e bağlı Sivrihisar'dan değil... Bu Niğde'ye bağlı bir Sivrihisar'dır ve Hacıbektaş kasabasına çok yakındır. Gelip, gidip münâsebetleri sürdürebilecek bir mesafededir. Öbür taraftaki Sivrihisar'dan, buğday almak için bu tarafa 300 km yol gidilip gelinmez.

Türkiye'de Sivrihisar birkaç tanedir. Belki başka yerlerde de vardır. İkisi de Kızılırmak suyunun kenarındadır. Kızılırmak yayının içinde olmasından, o Niğde'ye bağlı Sivrihisar'dandır. Bunu çok isabetli ve çok doğru olarak, Albay Refik Soykut isbat etti. Bir de kitap neşretti ama, sanıyorum pek tanınmadı. Tanınmadığı için, edebiyat sahasında da akis bulmadı galiba...

Asıl Yunus oralıdır, o Sivrihisarlıdır ve Hacı Bektâş-ı Velî ile ilgilidir. Gitmiştir, gelmiştir; ona derviş olmuştur, şiirler söylemiştir.

Hacı Bektâş-ı Velî'nin eseriyle fikren mukayese ettiğimizde, çok net alâkaları vardır. Âdetâ bu eski Yunus, şiirlerinde Hacı Bektâş-ı Velî'nin Makalât'ını nazmetmiştir. Aynı konuları işlemiştir. Hattâ ben şunu söyleyeceğim: Hacı Bektâş-ı Velî'nin Makalât'ını okuyup anlamadan, Yunus'u tam olarak anlamak mümkün değildir.

Yunus Emre'yi anlamak kolay değil... İslâm'ı bilecek, tasavvufu bilecek!.. Türkçe'yi bilecek, Farsça'yı bilecek, Arapça'yı bilecek!.. Bir şartım daha var benim, bir de Makalât'ı bilecek!.. Makalât'ı bilmeden Yunus'u doğru bilemezler, bilemediler. Koca bir Yunus Emre yılı geçti, Yunus'u doğru bilemediler. Şerh de edemezler; yâni, şiirlerinin gerçek mânâsını tam anlayamazlar!..

Bu eski Yunus dört kapıdan, kırk makamdan, üçyüzaltmış menzilden bahsediyor... Vücut şehrinden bahsediyor... Tam Hacı Bektâş-ı Velî Hazretleri'nin kitabının konularıdır.

"Acaba bu şiirler sonradan mı yazılmış." diye biris itiraz da edemez; çünkü, Yunus Emre'nin Risâle-i Nushiyye'si var... O tamâmen Makalât'la aynıdır. Birisi manzum, birisi mensur... Demek ki, Yunus'la Hacı Bektâş-ı Velî'nin ilgisi var...

--Bundan ne çıkar?..

--Bundan birkaç türlü sonuç çıkar: Yunus neyse, Hacı Bektâş da odur. Hacı Bektâş neyse, Yunus da odur. Mevlânâ neyse, Yunus da odur. Hacı Bektâş neyse Mevlânâ da odur. Hepsi aynı ekolün insanlarıdır. Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî Farsça yazıyor, aşk konularını Farsça ifade ediyor... Hacı Bektâş-i Velî Hazretleri mensur ifade ediyor... Yunus Emre de Türkçe ifade ediyor. Ama muhtevâ, şiirlerin içeriği aynı...

Hacı Bektâş-ı Velî nasıl bir kimsedir?.. Eflâkî'nin Menâkıbnâmesi'nde geçiyor. Ona güvenemeyiz; çünkü, bazı hilâf-ı hakîkat beyanları içine alan bir kitaptır. Güvenilecek bir eser değildir. Bilimsel olarak itimad edemezsiniz, Eflâkî'nin Menâkıbnâmesi'ndeki her şeye...

Yalnız, orda diyor ki: Hacı Bektâş-ı Velî, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî Hazretleri'ne bir halifesini göndermiş. "Git şuna söyle, ortalığı velveleye verdi. Nedir bu gürültü, patırtı?.. Eğer aradığını bulduysa, otursun uslu uslu... Eğer bulamadıysa, bu gürültü patırtı hilâf-ı hakîkat oluyor, gösteriş riya oluyor; yine yapmasın!.." diye...

İşte o halife gitmiş. Mevlânâ Hazretleri'ni aramış, bir medresede görmüş. O kapıdan girerken, Mevlânâ Hazretleri semaa kalkmış. Dönerken, bir taraftan da bir şiir --biz ilâhi diyelim-- söylüyormuş. Diyor ki ilâhisinde:

"--Eğer yârin yok ise, neden taleb etmiyorsun; eğer yarini buldunsa, niçin tarab etmiyorsun?.."

Tarab; zevk, safâ, eğlenmek, neşelenme, düğün, bayram demek... "Yârini bulamadıysan, niye bir yâr aramıyorsun; yârini bulduysan, niye tarab etmiyorsun?.." diyor.

Halife:

"--Haa, ben cevabı aldım!" diyor, geri dönüyor.

Yâni, "Senin bana getirdiğin mesajda, 'Aradığını bulduysa, tamam; yâr ile hemhâl olsun, sessiz sakin bir köşede otursun! Bulamadıysa; gürültü patırtı çıkartmasın, hilâf-ı hakîkat şâşaa, debdebe yapmasın!..' diyor o bana; ama, ben o maksatla yapmıyorum. Aslında bir insan bulamadıysa, aramak için faaliyet gösterecek; bulduysa da tarab için, eğlenmek için bir faaliyet gösterecek." demek istiyor.

Ebû Hanife Hazretleri'nin dilemması gibi... İkilem diyoruz; öyleyse öyle, böyleyse böyle... Ebû Hanife Hazretleri kadı olmayı kabul etmiyor, "Ben kadılığa lâyık değilim!" diyor. Halife "Yalan söylüyorsun!.." deyince, "Eğer yalan söylüyorsam, yalancı kadı olur mu?.. Doğru hüküm çıkartamaz. Demek ki, kadı olamam!.. Doğru söylüyorsam; demek ki, kadılık yapacak durumda değilim." diyor.

Fatih Sultan Mehmed Hazretleri, haçlı ordusu gelince, babası II. Murad Hazretleri'ne demiş ki:

"--Gel ordunun başına geç, devletini koru!.."

O da cevap gönderiyor:

"--Ben saltanatı sana devrettim, sen meşgul ol! Devleti sen koru!.." diye cevap gönderiyor.

Fatih tekrar cevap yazıyor:

"--Eğer padişah ben isem; emrediyorum, gel, ordunun başına geç!.. Eğer padişah sen isen; gel, ordunun başına yine geç!.." Yâni, oradan da böyle, buradan da böyle...

Bu bir fantezi midir, gerçek midir, değil midir; ama böyle bir şey nakledilir. Kabul etmesek bile, Eflâkî'nin Mevlânâ ile Hacı Bektâş-ı Velî'yi çağdaş gördüğünü gösteren bir misâl...

Kabul edersek, şu çıkıyor: Hacı Bektâş-ı Velî riyâdan kaçınan, sessiz durup, sakin, derinden giden bir kimse... Ötekisi de yerinde duramayıp, yârini bulmakdan dolayı şevk ü tarâb eden bir kimse... Yâni mîzac farkı var, meşreb farkı var...

Hacı Bektâş-ı Velî'ye ithaf edilen, veyahut ona aittir diye isnad edilen çeşitli eserler var... Maalesef ben itimad edemiyorum; çünkü, itimad edilecek bir şey de yok...

Rüştü Şardağ bir eser neşretmiş. Aradım, taradım; Hacı Bektâş-ı Velî'ye aitliğini gösteren hiç bir delil ve belge yok... İç kritiğini yaptığınız zaman bir şey çıkartamıyorsunuz.

Makalât, Hacı Bektâş-ı Velî'nin midir?.. Doğru cevabını bulmak için, onu dahi soralım kendi kendimize... Evet, Makalât Hacı Bektâş-ı Velî'nindir. Bir kaç delille net olarak belli...

Velâyetnâme'de: "Said Emre, çileden çıktıktan sonra, erbainden çıktıktan sonra hoş bir hale büründü, Hünkâr'ın Makalât'ını Türkçe'ye çevirdi." deniliyor. Menâkıbnâme'de var... Demek ki, Makalât isimli eser Arapça'ymış; Said Emre isimli şahıs bunu Türkçe'ye çevirmiş. Bunu anlıyoruz.

İkinci bir eser var... Hatiboğlu Muhammed tarafından Makalât'ın nazmedilmiş bir şekli var... Hatiboğlu Muhammed, II. Murad zamanı alimlerinden; Fatih'ten önceki devrede yaşamış. Onun nazmen ortaya koyduğu bir Makalât var; Makalât'ın Manzum Tercümesi diyoruz buna... Orda da Arapça ve nesir olduğu, sonradan nazma çekildiği belirtiliyor.

İşte bu Said Emre veya Molla Saadeddin denilen kişi, bunu Arapça'dan Türkçe'ye tercüme etmiş ve yayılmış. Pek çok nüshaları var; fakat güzel, çok eski nüshaları henüz elimizde değil... Benim bu araştırmayı yaptığım zamana kadar, ele geçmemişti. Gölpınarlı'nın söylediği bir nüsha var; onu ben bulamamıştım. Bilmiyorum şu anda nerdedir, o biraz eski olabilir.

Arapça'sını aradım, bir Arapça nüsha buldum. Elimizdeki nüsha, kitabın küçük bir bölümü... Makalât'ın Arapça'sının bir bölümü, bizim çalışmalarımızla ortaya çıkmıştır.

Hacı Bektâş-ı Velî nasıl bir kimsedir?.. Araştırmamızın önsözünde dedik ki: Biz edebiyat tarihçiyiz. Makalât'ını ortaya koyduk. Öbür eserleri şüphelidir. Çünkü, apokrif, ona isnad edilmiş eserler olabilir ama, Makalât onun... Bunu okursanız, Hacı Bektâş-ı Velî hakkında çeşitli kanaatleri ordan çıkartabilirsiniz. Buçalışmaların yapılması lâzım!..

Benim dikkatimi çeken birkaç paragrafı size okuyacağım, ondan sonra izninizle huzurunuzdan ayrılacağım.

Hacı Bektâş-ı Velî diyor ki:

Bir insanın dışarıdan abdest almasıyla temizliği tamam olmaz. İçinde kötü huylar kaldı mı, kötü huylu olması dolayısıyla, makbul bir insan olması mümkün olmaz! Bu neye benzer?.. Bir şişenin içinde içki olsa, bu içki şişesini götürsen, deryanın kenarında on yıl dışını yıkasan, yine temiz olmaz, yine murdardır. Çünkü, içinde içki vardır. O içindeki gitmedikten sonra temiz olmaz. Nitekim, takvâ ehli insanlar demişler ki: Bir kuyunun içine bir damla içki damlasa, necâset damladığı için -- içki necâset-i galîzadır fıkhen-- temiz olsun diye kuyudaki suyu çıkartmak lâzım!.. O çıkarılan suyun döküldüğü yerde ot bitse, o otu koyun yese; takvâ ehli insanlar, "O koyunun etini yemem!" demişler. diyor.

Bu söz Hazret-i Ali Efendimiz'e atfedilir. "Oraya minare yapısalar, orada ezan okumam!" dediğine dair rivayetler vardır.

Bu rivâyetlerin sıhhatinden önce, bizim düşünmemiz gereken nokta şudur ki, Hacı Bektâş-ı Velî kitabına bunu alıyor. Mühim olan, bizim anlatmak istediğimiz, Hacı Bektâş-ı Velî'nin zihin ve kalp yapısını, dinî mantalitesini ortaya koymak için, bu önemli bir ipucu bizim için... Yâni, "İçki ona göre haram mı, helâl mi?.. Kırmızı şarap mı içeceğiz, beyaz şarap mı içeceğiz?.. Rakı mı, votka mı?.." meselesine bakalım nasıl yaklaşıyor?.. Onu anlamak bakımından, önemli gördüğüm için buradaki ifadeleri aynen kendi ifadesiyle okuyacağım:

(Pes imdi azîz-i men) Azîz-i men, azîzim demek... (gey sakınmak gerek kim, kişide yaramaz fiil olmaya;) İnsanın işe yaramaz, kötü fiilleri olmamasına çok dikkat etmek lâzım!.. (ve dâim tahâret üzere olmak gerek!) Bir insanın devamlı temiz olması gerek!.. (Adam arısuz olduğuna sebep budur ki, onun içinde şeytan fiili ola) Bir insanın temiz olmamasının sebebi, içinde şeytânî huyların, fiillerin olmasıdır. Yâni, bir insanın içinde şeytanın sevdiği, kışkırttığı kötü ahlâk, fiiller, düşünceler varsa; o adam arısuzdur, temiz değildir.

(Eğer inanmaz isen, bir kaba süçi koy) Süçi, içki demek... (ve ağzın berkit) Ağzını sımsıkı kapat! (ve deniz içine ko, ve ol kabın daşrasın yu!) O kabın dışını istediğin kadar yıka!.. (tâ haddî on yıla değin) İstersen on yıla kadar yıka dur. (hemen geri bayağı süçidür ve murdardır.) On yılın sonunda da içkidir ve murdardır.

"İçki murdardır." diyor. Bizim için önemli olan, acaba içkiye cevaz veriyor mu?.. "Işkını açmaya mey nûş edeler." deniyor ya; "Muhabbetullahı açmak için içki içilir mi, içilmez mi?" meselesinde Hacı Bektâş-ı Velî'nin kanaatini arıyoruz.

(Ve bir ma'ni dahi budur kim:) Bir misâl daha veriyor: (Bir kuyuya bir damla süçi damsa) Bir kuyunun içine bir damla içki damlasa; (ol kuyununsuyunu bir kezden çıkarsalar, yabana dökseler ve ol su döküldüği yirde ot bitse ve ol otı koyun yise; pes takvî ehli kavlında ol koyunun eti haramdır. Niçün? Anınçün kim, süçi haramlığı ve murdarlığı şeytan fi'linden oldığı için. Nitekim Hak Taâlâ buyurur kim, kavlühû teâlâ:

Yâ eyyühellezîne âmenû innemel hamru vel meysirü vel ensâbu vel ezlâmü ricsün min ameliş şeytâni fectenibûhu lealleküm tüflihûn.)

Ayet-i kerime getiriyor. Şeytan fiili dediği de âyetin tercümesidir. (min ameliş şeytân) Tam olarak, aynen tercüme ediliyor.

(Pes imdi azîz-i men! Bir damla süçi bir kuyuya damdugiçün, takvî ehli kavlınca o kuyunun suyunu hep arıtmak gerek imiş ve ol suyun döküldüği yirde biten otı koyun otladuğiçün eti haram oldu; niçün? Sebebi, içinde şeytan fi'li olduğıçündür.

Pes vay sana kim, içünde kibr ü hased, buğz u adâvet, tama, öyke ve kahkaha ve maskaralık; bunlardan maadâ daha nice dürlü şeytan fi'li içünde olsa, suyıla yunub nite arınasın?) İçinde bu kötü huylar varken, dışarıdan yunmakla nasıl arınabilirsin? diyor. (Makalât, s. 9-10)

Bu benim göstermek istediğim paragraflardan birisi...

Hacı Bektâş-ı Velî bir mutasavvıf, bir s™fî... Tasavvuf terbiyesi görmüş ve başkasını yetiştirmiş bir insan... Net olarak eserinden bu anlaşılıyor. Âşıkpaşazâde, "Kendi başında bir insandı. Şeyhlikle, müridlikle alâkası yoktu." diyor; doğru değil... Kitabı, alâkası olduğunu gösteriyor.

(Kul Allah-u Teâlâ Hazretleri'ne ericek) Erenlerden olacak, evliyâdan olacak. Nasıl olacak?.. (Dört kapıyı aşıcak, kırk makamdan geçicek, elvâsıl ilallah olacak.) Yâni, Allah'a ulaşmış has kullardan, evliyâullahtan olacak. Bu kırk makamın onu şeriat kapısı içindedir, onu tarikat kapısı içindedir, onu ma'rifet kapısı içindedir, onu hakîkat kapısı içindedir. diyor. Bunu bilmezseniz, Yunus'u da anlayamazsınız. Yunus'un şiirlerinde de bu var aynen...

(Pes kırk makam budur kim...) Kırk makam nedir, bunları sıralıyor: Namaz kılmak, gazâ etmek, cehŒbetlikten gusül abdesti almak, oruç tutmak... vs. Bunların hepsini sıralıyor. Tarikattaki makamları; tevbe etmek, sabır, tevekkül vs. sıralıyor. Ma'rifetin, hakîkatın makamlarını sayıyor; kırk makamı sıralıyor.

Sonra, şu sözleri söylüyor:

(Pes kırk makam budur kim dedük.) Kırk makamı yukarıda anlattık, söyledik. (Bu kırk makamın birisi eksik olursa hakîkatlık tamam olmaz. Zirâ kim şartı eksik olur.) Yâni, bu kırk makamdan birisi eksik olsa, iş tamam olmaz. Çünkü şartlardan birisi noksan olduğundan, meşrût tahakkuk etmez. diyor.

Bu da önemli!.. Ne bakımdan önemli?.. "Şeriatın içindeki on makamda; namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek, zekât vermek olduğu için, onlarsız Allah'a ulaşmak olmaz!" dediğinden önemli; Hacı Bektâş-ı Velî'nin ibadet anlayışını gösterdiği için...

Gerçi doğrudur; ma'rifet ehli mutasavvıflar, şeriat ehlini aşağı seviyede kalmış insanlar olarak görmüşlerdir. Hacı Bektâş-ı Velî de öyle diyor. Yâni, "İnsanlar sırf bu seviyede kalırlarsa, yetmez. Kırk makamı geçmeden sonuca ulaşılmadığı gibi, aşağıdaki makamları da yapmasa olmaz, yukarıdakileri de yapmasa olmaz. Şeriat seviyesinde kalır; tarikatın, ma'rifetin, hakîkatın makamlarını geçemezse... O güzel huyları benimsemiş, o eğitimi görmüş olmazsa vasıl olamaz. Şeriatın işlerini yapmazsa, yine vasıl olamaz!" diyor.

Binâen aleyh, namaz kılmayan, oruç tutmayan, ibadet yapmayan tipten ayrı bir ibadet anlayışı ile karşı karşıya olduğumuz, çok net olarak ortaya çıkıyor; bu da önemli bir nokta... Hacı Bektâş-ı Velî Efendimiz'in bu sözü önemli...

(Meselâ:) diyor, açıklıyor: (biregü) Kişi, birey demek şimdiki tabiriyle... (diliyile iman getürse ve gönlüyile inanmasa veyâhud öşrü zekâtı tamam virmese veyâhud hacca varurken yoldan giru dönse veyâhud Tanrı Taâlâ hükümlerinden birin bâtıl dutsa) "Allah'ın farzlarından birisini bâtıldır diye inanmasa, gitti gümbürtüye!" diyor, basit anlatmak gerekirse... (veyâhud Muhammed-i Mustafâ'ya inkârla baksa veyâhud Muhammed'ün sahabelerinün birin nâhak bilse) Buyurun, en önemli şey!..

Benim hazırladığım baskıda 32. sayfa... (veyâhud Muhammed'ün sahabelerinün birin nâhak bilse) Ne tevellâ-teberrâ var, ne Ebûbekr-i Sıddîk ve Ömer'ül Fâruk Efendimiz'e sövmek var, ne ötekilere... (dükeli işledügi amelleri hebâen mensûrâ olur.) İşe yaramaz. diyor. Bu önemli bir nokta...

(Pes imdi azîz-i men! Bu kırk makamun birisi eksük gerekmez; zirâ kim bu kırk makamdan hiç nesne eksük yokdur.) Bu kırk makam çok önemlidir, bunlar eksik olursa olmaz! diyor Hacı Bektâş-ı Velî Efendimiz Hazretleri...

Bizim bir şey daha yapmamız lâzım!.. Benim şahsen üzerime vazife olmuş oluyor: Bu Makalât'ın dili eskidir. Herkes süçinin içki olduğunu bilmez, diğer terimleri tabirleri anlamaz. Anlaşılır bir dille yeniden yazmamız, anlaşılır hale getirmemiz, vulgarize etmemiz veya bugünkü Türkçe'ye çevirmemiz gerekiyor.

Şimdi muhterem kardeşlerim!.. Biz XX. Yüzyıl'da yaşıyoruz, modern bir çağdayız. Çevremiz ve şartlarımız ortada... Ben kendim şahsen, hiçbir bilimsel çalışmada zamanımdan kopmayı uygun görmedim. "Tarih içinde bir araştırma yap, günümüzle ilgili olmasın ve orada kalsın..." Böyle bir şeyi hiç uygun görmedim. Daimâ günümüzle ilgili, canlı meselelerle meşgul olmayı tercih ettim. Onun için bu konuyla meşgul oldum. Bir tezadı gözünüzün önüne sermiş oluyorum ki: Bir Hacı Bektâş-ı Velî Hazretleri var, bir de Hacı Bektâş-ı Velî Hazretleri'ni seven kardeşlerimizin hâl-i hazır durumu var...

Ben kimseyi üzmek de istemiyorum; kurnazlıklar yapıp da, bir takım insanları bir yerden bir yere transfer etmek de istemiyorum. "Sen bizim tarafa gel! Bizim taraf 2-1 galip olsun, bizim adedimiz artsın..." Böyle bir şeye ihtiyacım yok... Mevkiim ve makamım dolayısıyla da, böyle bir şeyi hiç bir zaman benimsemedim. Yalnız, bir bilim adamı olarak, bir kardeşiniz olarak, tesbit ettiğim bir gerçeğin mütalâasını rica ediyorum sizden: İşte Hazret-i Ali Efendimiz, işte Ca'fer-i Sâdık Efendimiz!.. İşte İranlı kardeşlerimizin namazlı niyazlı Ca'ferî mezhebi, işte bizim Hanefî mezhebi!.. İşte Hacı Bektâş-ı Velî Efendimiz'in hayatı, işte kitabı, işte kendi ifadeleri!.. İşte şimdiki Bektâşilerin durumu...

Şimdiki Bektâşilik'le meşgul olmadım, meşgul olmağa fırsat bulamadım. Bu hususun mütehassısı Prof. Dr. Abdurrahman Güzel kardeşimizdir. Hattâ ben konuşmamın adını da Hacı Bektâş-ı Velî ve Bektâşilik bile koydurmazdım, haberim olsaydı... Çünkü, Bektâşilik'te onun bilgisi var...

Ben bir hususu ilim adamı olarak, bir kardeş olarak, Türk Edebiyatı çalışmalarında karşılaştığım bir olayı, günümüzün olaylarına bağlama sadedinde, birtakım gerçekleri ortaya koyuyorum. Allah huzurunda emr-i ma'ruf nehy-i münker vazifemi yapmak, ikaz ve irşad vazifemi yapmak sadedinde ve hiç bir önyargı, art yargı, menfaat duygusu gözetmeden, samîmî olarak, hakîkaten bütün insanların kardeş olduğuna inanıyorum. İman ve küfür farkını bilerek, kâfirin mü'min olmasını temenni ederek, onları kardeş olarak görüyorum. Ve bu sünnî, şîî, alevî vs. tarihin eski yaralarının, mikroplarının bugün getirilip aşılanmasını doğru görmüyorum.

Bir takım gazetelerde bir takım senaryolar var... Günümüzün içinde yaşıyoruz ve çevremizle ilgiliyiz. Hayatımız devam edecek; 92, 93, 94, 95... Birisi demiş ki: "Türkiye'nin 2000 yılına kadar ayakta kalacağına inanmıyorum." Bir rektör demiş ki, bundan otuz yıl önce: "Türkiye'nin 50 yıl daha ayakta kalacağına inanmıyorum." Amerika Stratejik Araştırmalar Enstitüsü bir senaryo yazmış; "1993 yılında Türkiye'nin içinde karışıklıklar çıkacak, harp olacak... vs." diye... Bizim nazarımızda kâhinler, istikbalden haber verenler makbul değildir, merduttur.

Ama ben şunu belirtmek istiyorum ve diğer konuşmacı kardeşlerimiz de çok net olarak vurguladılar. Hele sayın Diyânet İşleri Başkanımız'ın konuşması beni şükran duygularına garketti. Biz bir arada kardeşçe yaşayabiliriz, birbirimizle anlaşabiliriz. 50 milyonluk bir İran var, 50-60 milyonluk bir Türkiye var... Biz eski kardeşleriz. Eskiden beri bir arada yaşamışız. Hatâlar neyse düzeltilsin, ortadaki ihtilâflar kalksın. Allah'ın huzurunda hesap verecek kimseler olarak, birbirimizle kardeşler olarak yaşayalım!..

Bir de düşmanların oyununa gelmeyelim!.. Yâni, bizim ülkemizde Kürt'ten bakan mı yok?.. Kürt'ten başbakan mı yok?.. Hattâ Turgut Bey, soyu içinde Kürt olduğunu dahi söylüyor. Reisicumhur'da da böyle bir şey olabilir, hepimizde de olabilir. Benim çok sevdiğim, çok hürmet ettiğim, benden mânevî bakımdan çok çok daha yüksek Kürt kardeşlerim var...

Ben geçen sene gezdim, Güneydoğu Anadolu'yu... Güneydoğu Anadolu benim nazarımda Nakşibendistan'dır. Gezin, göreceksiniz. Tillo'ya, Siirt'e, daha başka yerlere gidin; Nakşî meşâyıhının türbeleri var... Orada yetişen mollaları, alimleri sorgulayın, "Kimden ders gördünüz?" diye sorun; anlayacaksınız.

Bunlar bizim kardeşlerimiz... Yüzyıllarca beraber yaşamışız. Milletvekili, bakan, başbakan demişiz, daha başka mevkilere getirmişiz. Bu çekişmelerin temeli yoktur. Bunlardan biz kâr etmeyiz, başkaları istifade eder. Bilimsel veriler de, bizim bu çekişmelerde haklı olduğumuzu gösteren verileri vermiyor. Bilimsel çalışmalar, kardeş olduğumuzu hatırlatıyor. Onu arz ederim.

Hepinize en derin saygılarımı, sevgilerimi sunarım.

Esselâmü aleyküm ve rahmetullah!..

7 Kasım 1992 - Ankara