27 EKİM 2000 İSVEÇ KONUŞMASI

Prof. Dr. M. Es'ad COŞAN Rh.A

Hazırlayan: Erkayalar

------------

ZİKRULLAH İNSANI KORUR

Eùzü billâhi mineş-şeytànir-racîm. 
Bismillâhir-rahmânir-rahîm.

Elhamdü lillâhi rabbil-àlemîn... Hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh... Kemâ yenbağî licelâli vechihî ve liazìmi sultànih... Ves-salâtü ves-selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû biihsânin ecmaîn.

Emmâ ba'dü fekàle rasûlüllah SAS:

a. Şeytanın Şerrinden Korunan Üç Kimse

RE. 266/1 (Selâsetün ma'sùmûne min şerri iblîse ve cünûdihî: Ez-zâkirûnallàhe kesîran bil-leyli ven-nehâr, vel-müstağfirûne bil-eshâr, vel-bâkûne min haşyetillâh.)

İbn-i Abbas RA'dan, Peygamber SAS Efendimiz'in şöyle söylediği nakil buyurulmuş:

(Selâsetün) "Üç cins insan vardır ki, (ma'sùmûne min şerri iblîse ve cünûdihî) İblis'in ve ona tâbi ordusunun, şeytanın ordusunun şerrinden korunmuşlardır." Yâni, şeytan ve ordusu bu üç insana zarar veremez. Allah koruyor çünkü... Allah korudu mu, ne haddine, ne hakla, nasıl zarar verebilir? Veremez. Şeytandan ve şeytanın bütün yardakçıları, avâneleri, ordusu... hepsinin şerrinden emniyette olur:

1. (Ez-zâkirûnallàhe kesîran bil-leyli ven-nehâr) "Gece gündüz Cenâb-ı Hakk'ı çok zikredenler, şeytanın şerrinden ve ordusunun şerrinden korunurlar."

Onun için, bizim yolumuz en doğru yoldur. Yâni buralardan da görülüyor ki en garantili yoldur, en teminatlı yoldur, en sağlam yoldur. Şeytanın zarar veremeyeceği bir yoldayız. Yaparsak... Tabii yapmaya bağlı.

Hocamız Rh.A hakkında, bizim yaşlı başlı ihvan konuşmuşlardı:
"--Bunca zaman ihvanlık yapıyoruz, işte bir terakki edemedik..." filân diyorlardı.
Ben de eve gelince, Hocamız Rh.A'e:
"--Böyle diyorlar." dedim.
"--Ne yapayım evlâdım?" dedi. "Verdiğimiz vazifeleri yapmıyorlar ki!.. Tesbihleri çekmiyorlar ki!.."

Yâni dervişlik tam yapılırsa, insan tam derviş olur, tam müslüman olur, tam korunur, tam lütfa erer. Ama yapılmazsa, o yapmayan kendisi yapmadı. Ne yapsın, kime kimden şikâyet edecek; kabahat kendisinin olmuş oluyor.

Allah'ı çok zikredeceğiz. (Ezzakirûnallàhe kesîran) "Allah'ı çok zikredenler (bil-leyli ven-nehâr) gece gündüz..."

Bu çok zikretmek tabii oturup, "Benim hocam bana 1000 adet zikir verdi, onu çekeyim... 100 tesbih, 100 estağfirullah, 100 lâ ilâhe illallah, 100 salât ü selâm, 100 Kul huvallah..." Tabii bunlar da çok az değil ama, "gece gündüz" demesinden, Peygamber Efendimiz'in daha çok istediğini seziyoruz.

Onun için çalışırken, yürürken, gezerken çarşıda, pazarda, evde, yatarken kendisini çok zikre alıştırmalı insan... O çok zikre alıştırmak nasıl olacak?.. Kalbini alıştıracak zikre. Kalbi böyle "Allah, Allah... Allah, Allah..." diyecek, o zaman çok zikirde bulunmuş olur.

Zikrullah kale gibi korur. Zikredeni Cenâb-ı Hak Korur. Hatta bakın Yunus AS'ı gemiden attılar da balık yutmadı mı?.. Yuttu. Balık yedi. Yedi, yuttu. Ölmesi lâzım değil miydi, bizim mantığımıza göre?..

Gemidekiler denize attı, "Sen uğursuzsun galiba!" diye tahminen, kura onun üzerine geldi diye attılar. Balık da onu yuttu. E, balığın karnına giden havasız kalır. Balık da zaten denizin içinde, isterse karnından çıksın, ölmesi lâzım!.. Kur'an-ı Kerim'de Allah-u Teàlâ Hazretleri buyuruyor ki:

"--Allah'ı çok zikredenlerden olmasaydı, balığın karnında ba'sü ba'del-mevte kadar kalırdı."

Yâni zikr ü tesbih ettiğinden kurtuldu. Kurtaran Allah ama sebeb-i kurtuluşu zikr ü tesbih...

Zikr ü tesbihin çok faydası olduğunu anlaması lâzım iyi bir müslümanın. İlmi yoksa, bilenleri dinlemesi lâzım, okuduğundan netice çıkartması lâzım! Bir, şeytanın tesir edemediği insanlardan birisi dervişler... Ama hakiki derviş, devrilmiş derviş değil...

Derviş üç çeşittir:

1) Tam manasıyla bağımlı olan.

2) Zahirde bağlı olan, ama aslında kendi keyfinde giden, nefsi ne derse onu dinleyen.

3) Bir bahane bulup sırt çeviren.

Birinciye mürîd-i mutlak derler, tam derviş. İkinciye mürîd-i mecâzi derler, hakiki değil, gerçek değil, sahte...

Ben çarşıda bir aslan gördüm, üstüne çocuk çıkmış oynuyordu, tepiniyordu. Aslan da bir şey yapmıyordu. Neden?..

Heykel de ondan, hakikisi değil. Hakiki aslan değil bu ya, çocukların maskarası. Çocuk üstüne çıkıp tepiniyor, üstüne binmiş, hiç kıpırdamıyor bile... Neden? Hakiki değil. Sahte, mecâzî...

Üçüncüsüne de dönek, mürted derler, mürid-i mürted... Söz verir sözünden döner. Tam olacak.

2. (Vel-müstağfirûne bil-eshâr) "Seher vakitlerinde 'Affet beni yâ Rabbi, estağfirullah el-azim...' diye tevbe ve istiğfar edenler."

--Seher vakti ne demek? Seher vakti deyince hangi vakti anlıyorsunuz?..

Seher vakti imsaktan önceki vakittir. Oruçlunun oruca kalktığı, yemek yemeğe kalktığı zamandır: Yâni gecedir, daha yemek yiyebilir oruca niyetlenen insan, daha su içebilir. İşte o zamanlardır. Seher vakti odur. Yâni seher gecedir. Seher vakti gecenin sabaha yakın son kısmıdır. Ona seher derler.

Mü'min akşam erken yatacak, geceleyin kalkacak abdest alacak, sabah namazı gelmeden, daha imsak kesilmeden önce kalkacak, teheccüd namazını kılacak... Ondan sonra, "Affet yâ Rabbi benim kusurlarımı!" diye gözyaşı dökecek, tevbe ve istiğfar edecek.

(El-müstağfirûne bil-eshâr) "Seherlerde tevbe ve istiğfar eyleyen kimselere de şeytan ve ordusu tesir edemez." Neden? Aşık-ı sâdık, Allah'ı çok sevdiği için... Kur'an-ı Kerim'de geçiyor:

(Es-sàbirîne ves-sàdıkîne vel-kànitîne vel-münfikîne vel-müstağfirîne bil-eshâr.) [Sabredenler, sàdıklar, huzurda boyun bükenler, hayra harcayanlar ve seher vaktinde istiğfar edenler.] (Âl-i İmran: 17) Bu, Allah'ın cennete girsinler diye mükâfatlandırdığı insanların sayıldığı ayet. Cennete girecekler, cennetteki mükâfatları kazanacaklar bunlar...

Demek ki teheccüde alışmalıyız. İsveçliler için teheccüde alışmak kolay tabi; çünkü geceler uzun. Beşi on geçe akşam oluyor, yine beşi bilmem kaç gece imsak kesiliyor. 12 saat, uyu uyu uyu... Yahu, bu kadar uyuyunca, yatakta insanın sırtı acır be... Kalk biraz, abdest al, tesbih çek, Kur'an-ı Kerim oku, günahlarını düşün, tevbe ve istifar eyle!..

3. (Vel-bâkûne min haşyetillâh) "Allah korkusundan ağlayanlar." Ne zaman olursa olsun, Allah korkusundan ağlıyor. Cuma namazında, hutbeyi dinlerken ağlıyor. Yolda giderken bir şey görüyor, ağlıyor. Kabrin yanından geçiyor, ağlıyor:

"--Bunlar bir zamanlar ne saltanatlı adamlardı, ne ağalardı, ne zenginlerdi, ne pehlivanlardı. Şimdi şu kara toprağın altında... Hey hey yalan dünya hey!" diyor, şıpır şıpır ağlıyor.

Çocuğu kucağına alıyor, ağlıyor:

"--Bu çocuk doğdu ama, bu dünyada neler görecek acaba yâ Rabbi! Bunun bahtını güzel eyle..." diyor.

--Yâ amma da sulu göz adam!

Sulu göz ama, Allah'tan korktuğu için ağlıyor. Yâni korkaklığından ağlamıyor ki!.. Hazret-i Ömer de ağlarmış, Hazret-i Ömer korkak bir insan mı? Pehlivan... Ama şuurlu. Aklı var, fikri var. İnsanın aklı olsa, fikri olsa, düşüncesi olsa, o zaman üzülecek çok şeyler var.

Bizim şurda boğazımızdan lokmanın geçmemesi lâzım! "Dört kişi daha öldü" diyor, "Dört kişi daha hayatını kaybetti." diyor. E cebinden mendil mi düşürmüş, mendil mi kaybetmiş?.. Hayatı gitmiş... "Gene olaylar oldu, dört kişi daha hayatını kaybetti." diyor. Neredeyse "Cennete uçtu." filân diyecek yâni, sanki, o kadar hafif bir şey gibi söylüyor.

Halbuki hayat bir gitti mi, bir daha gelmiyor. Evet, o ölenler cennete gidiyor belki ama, yâni mü'min olarak cihad edenler cennete gidiyor da... Yalnız müslüman vücutlar telefat veriyor, niye versin?.. Yaşasın da İslâm'a faydalı olsun, niye ölüyor?.. Niye Bosna'da o kadar müslüman ölüyor, niye Çeçenistan'da o kadar müslüman ölüyor?.. Niye Filistin'de öldü?.. Ne münâsebet yâni?..

Kendi memleketleri... Kendi memleketlerine düşman gelmiş, silahlanmış tepeden tırnağa... Çökeliyor dördü beşi bir arada; el bombaları, tüfekler uzun menzilli silahlar, atıyorlar.

"--Dört genç daha hayatını kaybetti..."

Öyle hafif bir ifade kullanıyor ki. Yâni iki kişi karakolda dövülmüş, linç edilmiş, asılmış... Belki doğru, belki yalan. Kocaman bir haber oluyor. Ama hayatını kaybeden dört genç; kaybetti hayatını, belki bulur... Müracaat eder, gazeteye ilan verirler, "Dört tane hayat kaybettim, bulan getirsin!" filân der gibi.

Hayat bir daha geri gelir mi? Gelmez. Yâni o çocuk gitti. Onun annesi, babası... Sonra onlar ne yiyorlar, ne içiyorlar?.. Niye bu hâle geldiler, niye öldürülüyorlar?.. Üretimleri çok mu, paraları, gelirleri çok mu?.. Nerde yaşıyor bunlar? Toprakları çok büyük de yedikleri önlerinde, yemedikleri artlarında mı?.. Ağlanacak o kadar çok şey var ki...

Allah korkusundan ağlayana da, şeytan ve ordusu tesir edemez.

Ama bunlar olmadı mı; zikir olmadı mı, tevbe, istiğfar olmadı mı, seherlerde uyanıp Allah'a yalvarmak olmadı mı, Allah korkusundan, korkup da ağlamak olmadı mı; bu usta şeytan, tâ Hazret-i Adem atamızdan beri insanları kandıra kandıra, bunun neresinden yanaşılır, nasıl avlanır biliyor. Usta bir balıkçı bir balığı nasıl yakalıyor; suyun içinde, derinlerde olan hayvanı nasıl yakalıyor?.. Canlı balık takıyor oltasına. Taktığı hayvan kıpır kıpır kıpırdanıyor, can acısından. Ötekisi de onu yiyeceğim diye atlıyor, yakalanıyor.

Ama onun ölüsünü takmıyor, canlısını takıyor. Onun yanına kadar gitsin diye kurşun da takıyor. Çektiği balığın büyük olacağını bildiğinden, ipliği de kalın yapıyor... Her türlü tedbirini alıyor.

Balıkçı böyle balık tutmayı usta bu şekilde bilirse, şeytan insanı kandırmayı çok daha usta bir şekilde biliyordur. Bundan anla!.. Çünkü tâ ezelden beri, insanları kandırmış durmuş. Seni de kandırır...

Kanmamak için ne yapacaksın?.. Allah'ı çok zikredeceksin. Zikirli olacaksın. Elin tesbihli olacak... Seher vakitlerinde teheccüde kalkacaksın. Allah'ı düşüneceksin, Allah'tan korkacaksın, Allah'tan şaka olmadığını bileceksin, gözyaşı dökeceksin korkudan...

b. Duası Reddedilmeyen Üç Kimse

RE. 266/3 (Selâsetün lâ türeddü da'vetühüm: El-imâmül-àdilü, ves-sàimü hîne yüftiru, ve da'vetül-mazlûmi yerfeuhallàhu fevkal-gamâmi ve yeftahu lehâ ebvâbüs-semâi ve yekùlür-rabbü tebâreke ve teàlâ: Ve izzetî ve celâlî leensuranneke velev ba'de hìn)

Bu hadis-i şerif, sağlam kaynaklarda mevcut. Tahavî, Ahmed ibn-i Hanbel, Tirmizî, İbn-i Mâce, Beyhakî --rahmetullàhi aleyhim ecmaîn-- Ebû Hüreyre RA'dan rivayet etmişler. Tirmizî hasen hadis demiş. İbn-i Hibban da ufak bir rivayet farkıyla kaydetmiş. Diyor ki Peygamber Efendimiz:

(Selâsetün lâ türeddü da'vetühüm) "Üç insan vardır ki bunların duası reddolmaz." Da'vet, dua mânâsına. Dâvet, Türkçe'de çağırmak mânâsına. "Toplantımız var, düğünümüz, nişanımız var, sen de gel emi!" diye davet diyoruz. Arapça'da da'vet, dua etmek mânâsına. "Yâ Rabbi, senden şunu istiyorum!" demek. "Üç kişi var onların duası reddolmaz:

1. (El-imâmül-àdil) "Adaletli hükümdar." Meşrû bir şekilde başa seçilmiş, halife olmuş, emîrül-mü'minîn olmuş, adaletli. Onun duası reddolmaz. Dua etti mi, duası tutar. Beddua etti mi, bedduası çarpar, yıkar. Neden?.. Adaletli hükümdar, Hazret-i Ömer RA gibi. Bu bir.

2. (Ves-sàimü hîne yüftıru) "Oruçlu, orucunu açtığı zaman." Onda da reddolmaz. Çünkü gündüz oruç tuttu mübarek. Akşam oldu. Şimdi orucunu açmasının vakti geldi. Allah rızası için harama bakmadı, yemek yemedi, su içmedi. Meşrû haklarından, yemesinden, içmesinden, arzularından uzak durdu. Şimdi dua okuyor. Yemek yediği sırada duası makbuldür.

Onun için, bu da yapabileceğiniz bir şey. Şu sırada Receb ayı gidiyor ama, belki de gitti. Yarın Şa'banın biri gàlibâ. Akşam ezanıyla beraber Receb bitti. Bakalım bir dahaki Recebe kadar yaşayacak mıyız, görecek miyiz?.. Allah hayırlı ömür versin...

Şa'ban geldi, yarın Şa'banın biri. Şabanda da oruç tutardı Peygamber Efendimiz. Oruç tutarsa insan, akşam vaktinde duayı ganimet bilsin, fırsatı kaçırmasın, dua etsin. Çünkü duası reddolunmuyor.

3. (Ve da'vetül-mazlûm) "Mazlumun duası da reddolunmaz." Bak, gene da'vet diye geçiyor, dua mânâsına. (Yerfeuhallàhu fevkal-gamâm) "Bu mazlumun duasını Allah bulutların üstüne yükseltir, yukarılara yükseltir. (Ve yeftahu lehâ ebvâbüs-semâ') Semânın kapılarını bu duaya açar. Bulutların üstünden, semâdan dergâh-ı izzete vâsıl olur, mazlumun duası." Mazlum, zulme uğrayan demek.

(Ve yekùlür-rabbü tebâreke ve teàlâ) "Allah-u Teâreke ve Teàlâ Hazretleri, yüce Mevlâmız buyurur ki: (Ve izzetî ve celâlî) Benim izzetime, celâlime yemin ederim ki..." Bak ne kadar kuvvetli söz, Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin sözü: "Ben Allah-u azîmüş-şan, izzetime ve celâlime yemin ederim ki, (leensuranneke) ey mazlum, sana mutlaka yardım edeceğim! (Velev ba'de hîn) Azıcık bir zaman geçse bile, yardıma mutlaka geleceğim!" diye yemin ediyor.

Buradan iki şey çıkar:

1) Mazlumun âhını almamak lâzım!.. Yâni bir kişiye zulmedip, kendisi zâlim durumuna gelmemek lâzım! Birisini mazlum hâle getirmemek lâzım!.. Çünkü o beddua edecek. Allah da yemin ediyor, "İzzetime, celâlime yemin ederim ki, mazluma yardım edeceğim!" diyor. Zàlim hapı yutar. Bu bir.

2) Mazlum olmak iyidir. Çünkü zâlim oldu mu, Allah'ın kahrına uğruyor; mazlum oldu mu, Allah yardım ediyor. Mazlum olmak daha iyidir. Zâlim olmaktan mazlum olmak iyidir. Onun için, aman zulmetmeye yanaşmayın! Aman dikkat edin, siz haksızlık etmeyin!

"--Canım o da bana yaptı da, hık da, mık da..."

Uzun hesabı bırak sen; kısa, kestirme, açık seçik, şeffaf düşün! Bak mazluma Allah yardım ediyor; nene lâzım, zulme yanaşma!..

"--O benim harmanımı yakmıştı. Ben de bir dahaki sene, tam buğdaylarını yığıp da harman yapacağı zaman, onun harmanını yakarım; harman makinasını da yakarım!..

Sen yak, ben yakmam... Zâlim olma, mazlum ol!..

Tabii en iyisi Allah'a sığın: "Yâ Rabbi, beni zulme de uğratma..." diye dua et! "Zâlim olmamdan da, zulme uğramamdan da beni koru yâ Rabbi!.." diye dua et.

Peygamber Efendimiz evden çıkarken öyle dua ederdi:

"--Yâ Rabbi, ben, zulüm yapmaktan da, zulme uğramaktan da; cahillik yapmaktan da, cahilliğe maruz kalmaktan da; ayağımın kaymasından da, kaydırılmasından da, sapmaktan da, saptırılmaktan da sana sığınırım!" diye ,Allah'a sığınıp öyle çıkardı yola.

Aman buna göre ayağımızı denk alalım, dikkat edelim!..

c. Cennete Girdiren Üç Söz

Bu üçüncü hadis-i şerif müjde. Neden?.. Çünkü bizim yaptığımız bir şey:

RE. 266/4 (Selâsetün men kàlehünne dehalel-cenneh: Men radiye billâhi rabben, ve bil-islâmi dînen, ve bimuhammedin rasûlâ. Ver-râbiatü lehâ minel-fadli kemâ beynes-semâi vel-ard, ve hiyel-cihâdü fî sebîlillâhi azze ve celle.)

Ahmed ibn-i Hanbel Rh.A bu hadis-i şerifi, Ebû Said RA Hazretleri'nden rivayet etmiş. Ebû Said el-Hudrî'dir. Diyor ki Peygamber Efendimiz:

(Selâsetün men kàlehünne dehalel-cenneh) "Üç söz vardır ki, bu sözleri söyleyenler cennete girer..." Biz de söyleriz, söylüyoruz zâten. Nedir onlar:

1. (Men radiye billâhi rabben) "Allah'ın Rabb olduğuna hoşnut, memnun, razı olursa bir insan..." Ben Rabbimin Allah olduğuna hoşnudum, razıyım." Çok memnunum bu vaziyetten. İmanım var, Rabbim olduğunu bilmekten memnunum, razıyım.

2. (Ve bil-islâmi dînen) "Din olarak da İslâm'dan hoşnut ve memnun olursa..." Tamam, hoşnuduz, memnunuz. Elhamdü lillâh ki müslümanız, sevinçten uçuyoruz! Dünyayı verseler başka bir dine gir diye; dinimizden vaz geçmeyiz. Elhamdü lillâh, hak din üzereyiz. Çok memnunuz. Mutluyuz, tamam, o da tamam.

3. (Ve bimuhammedin rasûlen) "Muhammed'in de Rasûlüllah olduğuna razı olan..." Razıyız, memnunuz, iftihar ediyoruz, onun ümmeti olduğumuza sevinçliyiz. Peygamberlerin eşrefi, serveri; biz de ümmetlerin en eşrefiyiz, en üstünüyüz. Ne mutlu bize!.. Ne mutlu onun peygamberimiz olduğu, ne benim onun ümmeti olduğum!" diye seviniyoruz.

Bunları böyle gönül hoşluğuyla böyle diyen cennete girer. Kim böyle derse: "Ben Allah'a Rab olarak râzıyım, İslâm'a din olarak râzıyım, Muhammed'e rasûl olarak razıyım!" derse cennete girer.

(Ver-râbiatü lehâ) "Bu üç şeyin bir de dördüncüsü vardır arkasından ki, (lehâ minel-fadli kemâ beyne semâil-ard) onun fazileti de yerle gök arası kadar yüksektir. O kadar fazileti vardır bu dördüncünün. Nedir bu dördüncüsü:

(Ve hiyel-cihâdü fî sebîlillâhi azze ve celle) "Aziz ve Celil olan Allah'ın yolunda cihad etmektir."

Ne mutlu Allah'ın kendisinin Rabbi olduğunu inanmış, bilmiş ve bundan hoşnut ve memnun olan, İslâm'ın kendisinin dini olduğundan memnun olan kimselere!..

Bana bir paşa gelmiş diyor ki:
"--Yâ Hocam, bu Türkler niye müslümanlığa girmişler?.." diyor.

Yâni memnun değil vaziyetten. "Yâni bu Amerikalıların dinine, Avrupalıların dinine; fezaya gidenlerin, böyle kadınlı-erkekli batı hayatı yaşayanların dinine niye girmemişler?" filân diye soruyordu. Dedim ki:

"--Paşam, bizim dedelerimiz dünyanın öyle bir yerindeydi ki, dünyanın bütün dinlerini biliyorlardı. Hindu dinini biliyorlardı, Budizm dinini biliyorlardı. Çinlilerin, Japonların dinlerini biliyorlardı, Buda'yı biliyorlardı. Hazar Denizi'nin kuzeyinde yahudiliği görmüşler, biliyorlardı. Karadeniz'in kuzeyinden hristiyanlarla temas ettikleri için, hristiyanlığı biliyorlardı.

Hepsini bildikleri halde, Hint dinlerini, Çin dinlerini bildikleri halde; kendileri de Orta Asya'nın Şamanizm'ini bildikleri halde, hristiyanlığı, yahudiliği bildikleri halde, hepsi hakkında da en mükemmel eserleri yazdıkları halde, --çok iyi bildikleri eserlerinden belli-- seçerek, uygun gördükleri için, mantıklı olduğu için İslâm'a girdiler. Yâni zorlamayla veya tesadüfen değil." dedim.

Sonra, ötekilerin ahkâmını incelediler, berikinin ahkâmını incelediler. En güzel ahkâmın İslâm'da olduğunu gördüler, ondan beğenerek girdiler. Kimse zorlamadı. 600 bin çadır birden İslâm'a girdi. 600 bin çadır muazzam rakamdır. Her çadırın içinde kaç kişi vardır. Toptan girdiler. Neden?.. Hak din olduğunu anladılar da ondan. Bütün dinleri görmüşlerdi."

Yâni paşa müslüman olduğundan memnun değil, pişman. Yâni yamuk bir insanla, "Evet paşam, bilmem ne..." diyen bir insanla karşılaşsaydı;

"--Aman be hocam, sen de tam ilerici bir hocaymışsın, sevdim seni. Gel beraber arayıp, şu dine girelim!" diye ayağı kayıp gidecekti.

Ama ondan sonra bana çok kartlar attı. Demek ki memnun kalmış benim cevabımdan, demek ki doğruyu anlamış.

d. Allah Yolunda Cihad Etmek

Dördüncüsü de bunların, ondan sonra artık üstüne fadl ü keremdir yâni bu, üstüne üstünlüktür bu üç taneye: Allah yolunda cihad etmek... Allah yolunda cihadı neden yapıyor insan malıyla canıyla?.. Bu Allah'ın güzel, sevdiği, hak dini yayılsın diye, korunsun diye, öğrenilsin diye, Allah'ın kelimesi yücelsin diye.

(Litekûne kelimetullàhi hiyel-ulyâ) "Allah'ın Lâ ilâhe illallah sözü, Allah'ın birliği, varlığı en üstün olsun diye, hak din gàlip gelsin diye, bâtıl gitsin diye, bâtıl yıkılsın diye... İnsanlar taşa tapmasın, aya, güneşe tapmasın diye; birbirlerini rab edinmesinler diye.

Firavunlara tapmışlar. Hâlâ Japonlar imparatorlarına tapınıyorlar. Güneşin oğlu diye biliyorlar, imparatorlarına tapınıyorlar. Japonların dini öyle.

Hindular öküze tapıyor. Akıl akılmaz ama, ister alsın ister almasın, işte Hindistan öyle. Hatta ineği kesiyor diye, kesenlere de kızıyorlar. Hem kesildiğini biliyorlar. Akıl almaz. Yâni, kobra yılanına tapınıyor... Hindistan'da 400 kadar din, mezhep varmış. Bir taife de kobra yılanına tapıyor. Tapınaklarını gördüm. Kobra yılanının heykelini yapmış, kobra yılanına tapınıyorlar. Öyleleri var Hindistan'da, tenasül aletine tapınıyor.

Kocası ölünce, karıyı da kocası öldü diye, çatır çatır beraber yakıyorlar, kocasının cesediyle beraber. Şu zulme bak!..

Bunlar gitsin hak din hâkim olsun diye çalışmak ne kadar şerefli, burdan anlayın! Hakkın gàlip gelmesi için, ahlâkın hâkim olması için, insafın hakim olması için; zulmün gitmesi için, adaletin gelmesi için; cahilliğin gitmesi için, ilmin, irfanın gelmesi için; karanlığın gitmesi için, aydınlığın gelmesi için... Evet adam malını veriyor, hatta canını veriyor. Zâten gidecek bir kere, nerde olsa bu can gidecek!..

Hem de, gidecek ama bakın bugün yatsı namazında okudum:

(Ve mâ kâne linefsin en temûte illâ biiznillâh) "Allah takdir etmeyince bir insan ölmez, kimse öldüremez!" (Âl-i İmran: 145) Cümle cihan halkı öldürmeye kalksa öldüremezler.

"--Hocam, öldürmez olurlar mı? Yakalarlar, bağlarlar, öldürürler. Var mı buna delilin?.."

Var! İbrâhim AS'ı öldüremediler. Hem de Nemrut gâvuru öldüremedi askeriyle. Bütün şehir aleyhinde olduğu halde... Bir tane. Bir yiğit çıkmış, İbrahim AS.

(Kàlû semi'nâ feten yezkürühüm yukàlû lehû ibrâhîm.) (Enbiyâ: 60) "Ha, o putları kıracağım diye delikanlı var, İbrahim adlı bir yiğit var!" diyor ahali. "Kim kırmış bu bizim putlarımızı?" diye araştırıyorlar. Yakalıyorlar, bütün şehir öldürmeye kasdediyor. Ellerinden tutuyorlar, yakalandı, tamam, İbrahim AS ellerine de düştü. İbrahim ama, senin bildiğin İbrahimlerden değil, Halîlullah, Allah'ın sevgilisi...

"--Yakaladılar mı?.."
Yakaladılar.

"--İbrahim, sen mi kırdın bizim bu putlarımızı, biz burda yokken?.. Biz tam gitmiştik çayıra, tapınmaya, toplanmaya... Sen buraya girdin de bu tapınağın içindeki bütün putları sen mi kırdın böyle?" dediler.

Diyor ki:
"--Büyüğüne sorsanıza, işte orda duruyor, boynunda da baltası var..." Baltayı da götürmüş, onun boynuna asıvermiş. "İşte boynunda baltası. Konuşursa ona sorun, bana niye soruyorsunuz? O söylesin. 'İbrahim diye birisi geldi. Çatır çutur hepimizi kırdı. Yiyin onu, için, kıyma yapın, pastırma yapın!.. Pastırma gibi isterseniz böyle tabaka tabaka kesin, isterseniz makineye sokun, parça parça çıkartın...' desin, konuşsun!"

"Ona sor konuşursa..." deyince, diyorlar ki:
"--Yâ İbrahim, sen şimdi böyle söyleme! Biliyorsun ki bu konuşmaz."
"--E madem konuşmaz, madem kendisini koruyamaz, savunamaz, yahut kendisine yapılan saldırıyı defedemez. O zaman niye tapınıyorsunuz?.."

Başlarını öne eğiyorlar. Ne desinler? Bir şey diyecek halleri kalmıyor.

İbrahim AS Öyle bir yiğit ki, Nemrud'un karşısına çıkıyor. Nemrut soruyor:
"--Senin Rabbin kim?"
"--Benim Rabbim Allah-u Teàlâ Hazretleri. Yaratır, diriltir, öldürür." diyor.
"--Ben de diriltirim, öldürürüm. İki kişi getirin!" diyor.

Esirlerden iki kişi getirtiyor;
"--Şunu götürün, yaşasın bu! Bunu götürün, kesin!.. İşte birisini yaşattım, birisini öldürdüm." diyor.

Kimi kandırıyorsun sen? O yaşatmak mı?.. Onu küçükken, sen mi o hâle getirdin. Mevcut bir insan bulmuşsun, bir de sana uyacak sapıklar bulmuşsun. "Kes şunu!" diyorsun, kesiveriyorsun. O yaratmak mı, Allah yaratması gibi mi?..

İbrahim AS hiç laf altında kalmıyor. Söylediği saçma bir lâf. "Saçmalıyorsun!" demiyor.

"--Benim Rabbim güneşi doğudan doğdurur, batıdan batırır. Senin de kudretin varsa batından doğdur!" diyor. "Güneşi çevir bakalım. Tabii bu adamlara gücün yetiyor ama, 'Bunu kesin, bunu götürün hapse tıkın!' demeye gücün yetiyor ama, hadi güneşi batıdan doğdur!" diyor.

O zaman bir şey diyemiyorlar tabii.

(Febühitellezî kefer) "Kâfir olan ses çıkaramaz duruma geldi, dilini yuttu." (Bakara: 258) Neden?.. İbrahim AS korkmuyor da ondan. Çünkü Allah'ın halili, yâni Cenâb-ı Hak'ın dostu. Nemrud'un da karşısına çıkarmışlar; korkmadan yiğitçe konuşmuş. Ahâlinin de karşısına çıkarmışlar; konuşmuş.

Ahâliye de önceden söylemiş:
"--Bak bu putlara tapmayın!" demiş, tapmışlar. "Ben sizin bu putlarınızı kıracağım!" diyor.

Saklamak maklamak yok. Gayet şeffaf, son derece açık. Bir şeyleri saklamaya gerek yok. "Ben sizin bu putlarınızı kıracağım!" diyor, açıkça söylüyor ve kırıyor. Ondan sonra da diyor ki:
"--Böyle konuşmayan, kendisini savunamayan aciz mahlûklara, elinizle yaptığınız mahlûklara niye tapıyorsunuz?" diyor.

Tamam. Yakaladılar. İşte hocam, bak, yakaladılar. Sen sonuna bak!.. Dur bakalım film bitmedi daha. Filmin ortasında, filmin kahramanına zaman tanı. Dur bakalım daha, gücünü toplarsa, bunun sonu ne olur?..

--İşte hocam, ateşe atıyorlar!
Atarlarsa atsınlar!
--İşte ateş tutuştu, cayır cayır, hor hor yanıyor...
Ateşler göğe çıkarsa, çıksın.
--İbrahim'i içine attılar!
Atarlarsa atsınlar. Sonuç itibariyle İbrâhim yandı mı?
--Yanmadı.
Kurtuldu mu?
--Allah kurtardı.
Nemrut öldü mü?
--Gebertti Allah.
Demek ki,

(Vallàhu yuhyî ve yümît) "Hayatı veren, hayatı koruyan, öldüren Allah-u Teàlâ Hazretleri." (Âl-i İmran: 156) Korursa korur.

--E hocam, yâni falanca adamı da korumamış, benim dedem de harbde şehid olmuş...

Onun şehid olmasını murad etmiş de, ondan. Şehidlik bir rütbe. İmtihan, hayat nasıl olsa bitecek. Yâni bütün müslümanlarda şehid olma arzusu olsa, kâfirlerin bu durumda olamazlar. Herkes şehid olmaktan korktuğundan oluyor bu zülüm... Onun için burda buyuruyor ki Peygamber SAS:

"O da artık, bunların üstüne, fazilet üstüne fazilettir. Derecesi de yerle gök arası kadar yüksektir yâni. O da Aziz ve Celil olan Allah'ın yolunda cihad etmektir."

Cihad etmeyi sadece birkaç bölgedeki insanlar biliyor. Onlar da bilmiyorlardı da Allah unutuldukça öğretiyor.

Benim dedelerim ve benim hocam Suriye'de çarpıştılar. Benim dedemin en son haberinin geldiği yer Suriye'ydi. Benim dedem gitti de gelmeyiverdi. Nerde olduğunu bile bilmiyoruz. Ne zincirli saati geldi, ne mendili geldi, ne bir hatırası geldi... Gitti, gelmedi. Amcalarım, dayılarım, birisi Çanakkale'de, birisi Suriye cephesinde, birisi başka yerlerde... Yâni şöyle bir hatırası, devletten bir teşekkürü bile yok. Babama dedim ki:

"--Dedem şehid olmuş, bir madalya alsak..."
"--Evlâdım, dedi, Allah sevsin yeter. Madalya, dünya malı, ne olacak?" dedi.

Alınca göğsüne takacak şehid torunuyum diye ama, babam önemli görmedi o şeyi. Onun şehid olmasını istiyor da, Allah ona nasib ediyor.

İyiler gidecek, gidecek, gidecek de bu dünya kötülerin başına yıkılacak. İyiler kalmayacak. İyiler gidecek, gidecek de bu dünya en sonunda şerlilerin başına yıkılacak. Ölümden kaçmanın da bir faydası yok.

Mühim olan Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin emrini tutmak, yolunda olmak, "Namaz kıl!" dediği zaman namaz kılmak, "Uyu!" dediği zaman uyumak, "Kalk" dediği zaman kalmak, "Ye!" dediği zaman yemek, "Yeme!" dediği zaman yememek, "Öl" dediği zaman ölmek. Mühim olan söz dinlemek, imanına göre yaşamak... Onu yapmadıktan sonra...

"--Oruç tut" diyor.
"--Doktorlar tutma, boz!" dedi diyor.
"--Namaz kıl" diyor.
"--Uykuyu yenemiyorum" diyor, şeytanın sözünü dinliyor.

Rahman yaratmış. Rahman'ı dinlemiyor. Şeytanın sözünü dinliyor. Allah'ın buyruğu geliyor, okunuyor, anlatılıyor... Nefsi diyor ki: "Boş ver onları" diyor, "Keyfine bak!" diyor. Nefsinin emrini tutuyor. Hocayı seven yok. Herkes nefsinin emri karşısında el pençe divan durmuş, "Emret!" diyor. "Emrin başım, gözüm üstüne..." diyor, "Sen ne emredersen yaparım" diyor.
"--İçki iç!"
"--İçerim..."
"--Rakı iç!"
"--İçerim..."
"--Kadın oynat!"
"--Oynatırım..."
"--Faiz ye!"
"--Yerim..."

Ne derse yapıyor. Allah'ın emrini tutacak. Şeytanın emrini tutuyor, nefsin emrini tutuyor.

Peygamber Efendimiz ne dediyse tersini yapıyor. "Dünya sevgisi bütün hataların başı" diyor; sarılmış dünya sevgisine... "Ahiret çok önemli!" diyor Peygamber Efendimiz, unutmuş ahireti... Sanki ölüm başkalarına yazılmış. Sanki bunlar hiç ölmeyecek.

Ölenin mirasını yiyor da bir gün gelip kendisinin de mirasının yenileceğini bilmiyor. Böyle yaşıyor, yaşıyor, ukalâ ukalâ da laflar söylüyor. Böyle haklı sözler söylendiği zaman, o da bazen yarı ciddi, bazen kızıp, bazen dalga geçiyor.

Ama bir gün geliyor, Azrail, "Yeter senin bu ettiğin!" diyor, "Gel bakalım, sen vâden yetti, bu sefer elimden kaçamazsın!" diyor. Çöküyor göğsüne, hırıl hırıl, çatır çutur, nefesini çekip alıyor.

"--Dur yâ Azrâil, biraz daha yaşayayım da sonra öleyim!.."

Geçmiş olsun, bitti. Hayat bittikten sonra, müddet geldi mi geri gitmez:

(Feizâ câe ecelühüm lâ yeste'hirûne sâaten ve lâ yestakdimûn.) [Ecelleri gelince ne bir an geri kalırlar, ne de bir an ileri gidebilirler.] (A'raf: 34)

Ölümden evvel ölmek, ne demek? Büyüklerimiz "ölümden önce ölmek" demiş, edebiyat kitaplarına, tasavvuf kitaplarına girmiş. Bunun anlamı ne?.. "Ölmekten evvel ölümün tedbirini al, ölümden sonrası için hazırlan!" demek.

Ama, "Derviş ol!" diye söylersen, dokuz köyden insanı koğarlar. Koğarlarsa koğsunlar; biz söyleyelim de, dinleyen dinler, dinlemeyen ne yaparsa yapsın!..

El-fâtihah!..

27. 10. 2000 - İSVEÇ