26. 05. 2000 AKRA CUMA SOHBETİ

Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN

Hazırlayanlar: Dr. Metin Erkaya & M. Esad Erkaya

------------------

İLİM YOLUNDA OLMANIN MÜKÂFÂTI

Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..

Aziz ve sevgili izleyiciler ve dinleyiciler! Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketi, ihsânı, ikrâmı en güzel şekliyle dünyada, ahirette sizinle olsun... Allah-u Teàlâ Hazretleri cümlenizi sevindirsin, aziz ve bahtiyar eylesin...

Cuma sohbetlerimden birisine Allah'ın adıyla, Allah-u Teàlâ Hazretleri'ne tevekkül ederek başlıyorum.

a. Yol Arkadaşlığı Yapmanın Sevabı

Deylemî'nin Enes RA'dan rivayet edip kaydettiğine göre Peygamber SAS Efendimiz şöyle buyurmuşlar:

RE. 418/4 (Men harace mea ahin lehû fî tarîkın mûhışetin fekeennemâ a'taka rakabeten.)

Değişik bir konu. Diyor ki Peygamber SAS Efendimiz:

(Men harace mea ahin lehû) "Kim ki, arkadaşlarından bir arkadaşıyla beraber yola çıkar. (Fî tarîkın mûhışetin) Korkulu, korku veren, korkular dolu, endişelenecek bir yolda arkadaşıyla, ona refakat etmek maksadıyla, onun yol arkadaşı, yoldaşı olmak maksadıyla, kim yola çıkarsa; (fekeennemâ a'taka rakabeten) sanki bir köle azad etmişçesine mükâfât alır, sevap alır. Allah-u Teàlâ Hazretleri onu o sevaba nâil eder."

Tabii köle azad etmek olağan bir şey değil, olağanüstü, kıymetli, büyük bir sevap, az bir şey değil. Çünkü bir köle bütün gücüyle, imkânıyla, aklıyla fikriyle sahibinin emrinde oluyor. Onun bağışlanması da, çok büyük bir fedâkârlık oluyor. Tabii ibadetlerdeki sevaplar da zahmetin çokluğuna, fedâkârlığın çokluğuna göre olduğundan, çok zahmetli, çok mesakkatli olan şeylerin de mükâfâtı çok oluyor.

Şimdi burada, arkadaşın arkadaşına yardım çeşitlerinden birisini görmüş oluyoruz. Korkulu, tehlikeli bir yolda ona yoldaşlık, yol arkadaşlığı yapmak... Başka bir sebep yok, sırf o yalnız gitmesin, yalnız kalmasın diye...

Tabii, Peygamber Efendimiz zamanındaki alemi düşünürsek, Arabistan'ı düşünürsek, çölleri düşünürsek; Peygamber SAS Efendimiz tek başına seyahat etmeyi tavsiye buyurmuyor, uygun görmüyor. Tek başına gittiği zaman, yol kesici olmasa dahi, şeytanın bile insana zararlar verebileceğini söylüyor. Şeytan bir kişiye kötülük yapmaya, saldırmaya davranır. İki kişi olursa, yine davranır. Ama üç müslüman yola çıktığı zaman, artık davranamaz, cesaret edemez, yanlarına sokulamaz.

Demek ki uzunca bir yolculuğa çıkılacağı zaman, en aşağı iki arkadaş daha bulmalı, üç kişi çıkmalı ki, Efendimiz'in o hadis-i şerifinde işaret edilen sağlamlık temin edilmiş olsun.

Tabii, arkadaşının bir işi yok, sırf arkadaşına refakat için yapıyor bu fedâkârlığı... Kendi başına kalsaydı, oraya gitmeyecekti. Arkadaşı gidiyor diye, ona yardımcı olmak için gidiyor. Çok sevaplı...

Bugün de uygulanabilecek bir şey, uygulanması gereken bir şey! Çünkü yolların çeşit çeşit sıkıntıları olur, tehlikeleri olur, arızaları olur... İnsanoğlu tabii zayıf mahlûk; sağlığı bozulabilir, birden tansiyonu düşer, yükselir, ayılır, bayılır. Yanında böyle bir arkadaşı, yoldaşı olduğu zaman, mutlaka o ona yardımcı olur. Gayet güzel, iyi bir durum.

Arkadaş olmadığı zaman, "Evden çıktı ama gelmedi; nerede?" diye ev halkı da telâş içinde oraya oraya koşturur, bir haber bulmağa çalışır. Bazen de bulamaz, zorluk devam eder.

Onun için, güzel arkadaşlığın, dostluğun âdâbı arasında böyle bir hedef de olduğunu, böyle bir usül de olduğunu hatırımıza koyalım! Arkadaşımızı yalnız göndermeyelim, refakat edelim, yol arkadaşı olalım ki, sevap alalım! Kendimiz de bir seyahata çıkacağımız zaman, iyi bir yol arkadaşı arayalım! Bizim de kendimizin böyle bir adetimiz olsun; töremiz, geleneğimiz öyle olsun.

Hani, (Er-refîk sümmet-tarîk) "Önce yol arkadaşı, refâkatçı; sonra yolculuk." (El-câr kabled-dâr) "Önce komşulara bakılacak, sonra ev alınacak." Kimlerle komşuluk yapacağım diye önceden düşünülecek. Yolculukta refakatçiler önemli.

Hayatı boyunca da, insanın refakatçısı eşidir, hanımıdır. Hanımsa, erkeğin refîka-i hayatı; erkekse, hanımın refîk-ı hayatıdır. Onlar da hayat yolculuğunda beraber yolculuk yapıyorlar. O da bir mânevî yolculuk.

Hayat bir yolculuktur zâten. Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ya: "İnsan dünyada sanki bir yolcu gibidir. Bir ağacın altına biraz oturmuş, biraz dinleniyor, sonra kalkıp gidecek. Onun gibidir." diyor.

O mânâları düşünerek yollara yalnız çıkmamalıyız. Yalnız yollara sapmamalıyız, topluluktan da ayrılmamalıyız. O da Efendimiz'in çok tavsiye ettiği şeylerden birisi.

(Ve men şezze şezze fin-nâr) "Kim toplumdan, topluluktan ayrılırsa, cehenneme doğru ayrılır." (Aleyküm bis-sevâdil-a'zam) "Müslümanların umûmunun yolu üzere olun!" diye de Efendimiz tavsiye ediyor.

Ama bütün bu toplulukla beraber olmak, toplum içinde olmak, şehirde olmak... Hattâ köyde olmaktan daha sevaplıdır şehirde yaşamak... Çünkü şehirde ilim vardır, irfan vardır, cuma vardır, vaaz vardır." diyor Peygamber Efendimiz hadis-i şeriflerinde.

Rahmetli dedem de, "Mektep olmayan, tabip olmayan yerde durulmamalı!" derdi. Tabii hastane, doktor, o da önemli... Köyde ânî bir şey olur, yılan sokar, hastaneye yetiştirinceye kadar ölür. Ayağına bir şey batar, ordan mikrop kapar, ölür. Çok şeyleri biliyoruz.

Onun için, mümkün olduğu kadar medenî hayat, şehir hayatı tavsiye edilmiştir. Topluluk tavsiye edilmiştir. Müslümanlık topluluk dinidir. Toplulukla uyum içinde beraberce yaşamaktır, iş bölümüdür. Ama bazan da, muvakkat yalnızlıklar gerekebiliyor. Meselâ ibadette uzlet gibi.

Bazan da yolculuklar gerekli oluyor. İnsan yalnız başına yola, mümkün olduğu kadar gitmesin... Böyle bir gitme durumunda olana da, bir arkadaşı Allah rızası için refakat ediversin!.. Rahatı kaçacak, işi aksayacak, günleri biraz bağlanmış olacak o yolculuğa ama, öyle de olsa sevabı çok; bir köle azad etmiş gibi sevap oluyor.

b. İlim Taleb Edenin Sevabı

İkinci hadis-i şerif:

RE. 418/5 (Men harace yatlubü bâben minel-ilmi liyerudde bihî bâtılen min hakkın ev dalâleten min hüden, kâne keibâdeti müteabbidin erbaîne àmen.)

Çok sevdiğim, Kur'an ehli, Kur'an-ı Kerîm'e çok âşinâ bir mübarek sahabi, Abdullah ibn-i Mes'ud RA rivayet etmiş. Peygamber SAS buyuruyor ki:

(Men harace) "Kim çıkarsa..." Tabii evinden, köyünden, yerinden, yurdundan, oturduğu ikàmet mıntıkasından, mukim olduğu diyardan çıkarsa... Niçin?.. (Yatlubü bâben minel-ilm) "İlimden bir bâb, bir bölüm, bir çeşit ilim, ilmin bir şûbesini öğrenmek için çıkarsa..." Neden öğrenmek istiyor bu ilmi?.. (Liyerudde bihî bâtılen min hakkın) "Hakkın önüne gelmiş olan bir bâtılı kenara itip hakkı kurtarmak, hakkı ortaya çıkarmak, bâtılı def etmek için; (ev dalâleten min hüden) veya hidâyetin önüne engel olmuş olan bir dalâleti, sapıklığı ordan itip hidâyetin yolunu açmak için..." Yâni hakkın yerine getirilmesini, öğretilmesini, uygulanmasını sağlamak için; hidâyet yolunun açık olması için, bâtılla mücadele için, dalâleti def etmek için...

"Kim bu hàlis, güzel niyetle ilim öğrenmeğe niyetlenerek, öğreneyim de İslâm için, iman için çalışayım diye evinden, yerinden, yurdundan çıkarsa; (kâne keibâdeti müteabbidin erbaîne àmen) bir abid, zâhid, mübarek kulun kırk yıl ibadet etmesi gibi sevap olur."

Onun için sevgili izleyiciler ve dinleyiciler, İslâm'ın çeşitli hücumlara, hilelere, tuzaklara, darbelere, suikasdlere mâruz olduğu şu devirde çocuklarınızı, böyle ibadet ehli bir mübarek insanın kırk yıl ibadet edip de kazanacağı sevap gibi sevap kazanmasına yarayacak, ilim yoluna sevkedin! Bu hadisleri öğretin, anlatın!..

"İnsan ilmi hakkı savunmak için, bâtılı def etmek için, hidâyeti öğretmek için, dalâletin uzaklaştırılması için öğrenmeli!.. İslâm'a hizmet için öğrenmeli, Allah'ın rızasını kazanmak için öğrenmeli!.. Bak bu niyetle yaparsa çok sevap olur." diye, çocuğa sevabını bildirerek; "Aman evlâdım, haylazlık etme, derslerini iyi öğren! Çünkü bunu böyle yapıp da, şu sevapları alacaksın!" diyerek, kim çocuğunu ilim yoluna sevkederse, bu devirde en hayırlı işi yapmış olur.

Çünkü herkes paralı işlere koşturuyor. Yâni para kazandıracak itibar kazandıracak işlere koşuyor. En zeki, en kabiliyetli insanlar maddî ilimlerin tahsiliyle koşturuyorlar. Onlar da çok iyi tabii, koştursunlar. İlimde geri kaldığımız için, dünyada geri kaldık; nice nice büyük diyarları elimizden kaptırdık. O diyarlarda yaşayan kardeşlerimiz nice zulümlere mâruz kaldılar, nice işkencelere uğradılar. Evleri yıkıldı, çoluk çocukları perişan oldu. Tabii, elbette o ilimleri de öğreneceğiz.

O ilimleri de Allah rızası için öğrenirse insan, yine çok sevap kazanıyor. Amma ana hedefi kaybetmemek için, şaşırmamak için, boşuna çalışmış olmamak için, bir de İslâm'ı, imanı kökünden, tam ve güzel bir şekilde öğrenmek lâzım!..

Hattâ benim çok sevdiğim, hürmet ettiğim kardeşlerim, dostlarım vardı. Bir taraftan tıp fakültesini bitirmişti, hattâ mütehassıs olmuştu; bir taraftan da hafızdı, hatimle namaz kıldırıyordu. Ne kadar hoşuma gidiyordu. Hem doktor, hem hafız... Hem mühendis, hem hafız... Hem hukuk fakültesini bitirmiş, hem yüksek İslâm enstitüsünü bitirmiş, hem hafız... Meselâ, böyle kardeşlerimiz vardı, çok sevdiğimiz, çok değerli kardeşlerimiz vardı. İki fakülte birden bitirmişlerdi.

Hafızlık da üçüncü bir fakülte demektir. Altıbin ikiyüz küsür ayeti ezberlemek, altıyüz sayfayı ezberlemek, birbirine benzeyen, müteşâbih ayetleri fark etmek, ahkâmını bellemek kolay değil.

Meselâ, bir kardeşimi hatırlıyorum; Almanca bilirdi, Fransızca bilirdi, İngilizce bilirdi, Arapça bilirdi, Farsça bilirdi, hafızdı, hukuk fakültesini bitirmişti, profesör olmuştu, dekan olmuştu, yüksek mevkîlerde bulunmuştu; ne kadar güzel!..

Yâni iki ilmi birden öğrenirse, hem maddî ilimleri, hem mâneviyat ilmini... Zâten zor değil, çok değil... Tabii sonsuzdur, bütün ömrünü orda harcasa bile, yine de bitmez ama; öğrenilecek zarûrî ilimleri öğrendikten sonra, imanı kuvvetlendikten sonra, ne yaptığını bildikten sonra, kimin namına çalıştığının şuuruna erdikten sonra, kime, hangi cepheye hizmet ettiğini bildikten sonra, ne mutlu!..

Bazısı da ilim öğreniyor ama, yaptığı işler zararlı, memleketin yararına değil, memleketin aleyhine, düşmanlarla ittifak gibi, düşmanların işini görmek gibi oluyor. Çok üzülüyorum, çok acıyorum, çok hayıflanıyorum. O kadar tahsil havaya, boşa gidiyor. Tabii kendisi de tahsilli olduğu için, memlekete zararı daha fazla oluyor. Öyleleriyle baş etmesi de çok zor oluyor.

İkinci hadis-i şerif ilimle ilgili oldu.

c. İlim Yolu Allah Yolu

Üçüncü hadis-i şerif... Üç tane hadis-i şerif okuyayım da, sohbetimi tamamlayayım diye düşünüyordum. Üçüncü hadis-i şerifi okuyalım. Ama ondan önce Tirmizî'nin hasen dediği, Enes RA'ın rivayet ettiği bir hadis-i şerifi, yine ilimle ilgili olduğu için okuyuvereyim, o da tamam olsun:

RE. 419/8 (Men harace fî talebil-ilmi fehüve fî sebîlillâhi hattâ yercia.) "İlim öğrenmek için çıkan, yâni beldesinden, diyârından, evinden, barkından izin alıp, anasının babasının elini öpüp, ilim öğrenmeye giden insan, (fe hüve fî sebîlillâhi) Allah yolundadır. Fî sebilillah geçmektedir.

O andan itibaren, hayata adımını attığı andan, (hattâ yercia) Âlim olup da evine dönünceye kadar. Ama âlim olamayıp yarı yolda dönse bile, o kaldığı müddetçe fî sebilillahdır. Yâni fî sebilillah geçen ömürler, dakikalar, saatler, günlerin, yapılan ibâdetlerin mükâfataları çok yüksektir.

Fî sebilillah yapılan amellerin mükâfâtı bire yediyüzdür. O bakımdan çok büyük sevap alır.

d. Namaz İçin Evinden Çıkmanın Sevabı

Üçüncü hadis-i şerifi okuyalım, Ebû Hüreyre RA rivâyet etmiş:

RE. 419/7 (Men harace min beytihi yüridüs-salâti fe hüve fis-salâti fâtethü ev edrakehâ)

Bu hadis-i şerif namaz kılmakla ilgili. Namaz da dinin direği, çok önemli... Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:

(Men harace min beytihi yüridüs-salâh) "Kim evinden namazı kılmak isteğiyle çıkarsa..." O zaman ne olur? (Fehüve fis-salâh) "Namazda gibi sevap kazanmaya başlar."

Evinden yürüyecek, daha onbeş dakika yol gidecek, camiye varacak, bekleyecek, ondan sonra namaz kılınacak... Hayır, evinden adımını attığı andan itibaren, namazdaymış gibi muazzam sevapları kazanmaya başlar.

Tabii başka hadis-i şeriflerden ben size nakledeyim: Attığı her adımda bir günahı silinir. Kendisine bir sevap verilir, hasene verilir. Mânevî derecesi de bir derece yükseltilir. Her adımda böyle kazancı var. Ve evinden çıktığı andan itibaren namazdaymış gibi muazzam sevaplar kendisine yazılmaya başlar.

(Fâtethü) "İsterse o namaza erişememiş olsun." Fâtethü bu fiilin fâili namaz, sonundaki hû da kişi. "O namaz o kişiye nasib olmasa bile, namaz o kişiden kaçsa bile" demek. Bize göre, o namazı kaçırsa deriz biz. Ama Arapçada böyle deniliyor. "O namaz o kişiye nasip olmasa bile. O kişiye ulaşamasa bile, kaçırsa bile o kişiyi o namaz" mânâsına.

(Ev edrakehâ) "Yâhut da o kişi o namazı idrak etse..." Burada da fâil o kişi oluyor. Hâ zamiri de o namaza gidiyor. Arapça'yı bilenler için, ilginç bir dilbilgisi tezâhürü.

Kişi ister o namaz ona nasip olmasın, kaçmış olsun; isterse o kişi o namaza yetişmiş olsun, namazdaymış gibi sevap alır. Kaçırsa bile...

Bazan oluyor. Ben geçen gün, burada camiye gideceğim, telefon çaldı. Çok sevdiğim kimse, telefonda konuşuyor. Kesmek mümkün değil, mühim bir şey anlatıyor. Ama dakikalar ilerliyor. Camide de karar aldık; namazlar şu vakitte kılınacak... Yâni kararımıza da uyacağız, dakikası dakikasına... Hatta ben dakik olsun diye, amma işin ciddiyetini de biraz anlasın kardeşlerimiz diye, namaz vaktini söylerken diyorum ki:

"--Bak sabah namazını saat altıda kılacağız! Saat altı sıfır sıfır, sıfır sıfır..."

Ne demek?.. Altının tam altısında yâni bir dakika geçmemiş olacak, bir sâniye geçmemiş olacak. Sıfır sıfır dediğim, altmış dakikanın daha başlamamış olduğudur. İkinci sıfır sıfır dediğim, birinci dakikanın da daha birinci saniyesi başlamamış. O kadar kesin konuşuyorum. Böyle kesin konuşunca tabii arkadaşlar;

"--Pekiyi hocam, tamam, camiye saatinde geleceğiz!" diyorlar.

Diyoruz ama, niyetimiz bu ama, gel gör ki evdeki hesap çarşıya uymuyor. Camiye o denilen saatte bazan gelemiyoruz. Bazan birincilik bizde oluyor, bazan başka arkadaşlar alıyor. Bazan son rekâta yetişiyoruz, bazan da yetişemiyoruz.

Hàà... Evinden çıktıktan sonra iki müjde var: O niyetle gidiyor ya, evinden çıktıktan sonra o namaz kaçsa bile, o namaza erişse de erişmese de namazdaymış gibi sevap alır.

Biliyorsunuz İslâm'da niyet önemlidir. Yâni neye niyetliydi?.. Camiye gitmeye, namaz kılmaya niyetliydi. İslâm'da niyet önemlidir. Bunun misalleri çok...

Meselâ, Peygamber Efendimiz diyor ki:

"--Bir insan cân ü gönülden şehid olmayı arzu ederse; Allah onu şehidlerin mertebesine eriştirir. Şehidlik sevabını ona verir, şehidlik makamına onu ulaştırır. (Ve lev mâte alâ firâşihî) Evinde, yatağında ruhunu teslim etse, vefat etse bile, ölse bile, Allah onu şehidler derecesine eriştirir."

Neden?.. İslâm'da niyet önemlidir, kıymetlidir. Şehid olmak niyetinde idi. Harb olmadı, imkân olmadı; veyahut kendisi hasta oldu, kalkamadı, orduya katılamadı, gidemedi.

Şimdi ben hatırlıyorum, ne kadar heyecanlıydık. İlk defa yedek subay olarak karar alındı, üniversiteden biz askere gidiyoruz. Rahmetullahi Aleyh Hocamız'ın evindeyim, pazar günü teslim olacağız. Tuzla Piyade Okuluna gidip, askerliğimiz başlayacak.

Emin olun, yemeği beklemedik, "Bir an evvel gidelim, birliğe bir an önce katılalım, sevabımız bir an önce çalışmaya başlasın!" diye... Aşk ile şevk ile, sevap kazanacağız diye kalktık gittik. Neden?.. İmanımız bize bunu söylüyor, onun için, askerlik mübarek olduğu için. Hudutlarda Allah rızası için bekleyen mü'min askerin gözüne cehennem ateşi değmeyecek. Yâni (Aynün ba'tet-tahrusu fi sebilillah) Allah yolunda İslâm ülkesini korumak için hudutta nöbet tutan göze cehennem ateşi deymeyecek. Bir de, (Aynün beket min haşyetillah) Allah korkusundan ağlayan göze de. Allah korkusundan, Allah sevgisinden ağlıyor mu? Ağlıyor.

Geceleyin namaza kalkmış, seccadesinde namaz kılmış, tesbih çekiyor, şıpır şıpır ağlıyor. Kimse görmüyor ama. Kimsenin görmediği zamanda öyle evinde ağlıyor. Allah korkusu... Tamam o göze de cehennem ateşi değmeyecek. Hudutlarda bekçilik yapan askerin gözüne de cehennem ateşi değmeyecek. Onun için İslâm'a ve imana çok vefâ borcumuz var.

Biz aşk ile, şevk ile gittik. Nöbet olduğu zaman, "Tamam Allah rızası için nöbet beklemenin sevabını alacağız!" diyorduk, uyumuyorduk.

Bir taraftan da ben çok korkuyordum. Çünkü askerlikte nöbetçi olduğunuz zaman, birliğinizde bir eksiklik, bir zâyiât bir şey olsa nöbetçiden sorulur. Askerin birisi intihar etse, birisi ötekisiyle kavga etse, birisini öldürseler; veyahut bir topun bir parçası, bir vidası, bir düğmesi, bir şeyi kaybolsa... Sen her şeyi tepeden tırnağa teslim alamazsın ki... Bir yanlış, bir eksik senin zamanında çıkarsa, o zaman ifade vermek zorunda kalırsın. Çok ciddî...

Cân u gönülden takip ederdik. "Bakalım uyuyorlar mı, vazifelerini iyi yapıyorlar mı?" diye elimizde fener, nöbetçi kulübelerini dolaşırdık.

Demek ki niyete göre, evde yatağında vefat etse bile şehid sevabı alır; niyeti olduktan sonra. Ama imanı olmadıktan sonra veya niyeti kötü olduktan sonra, hiçbir şey alamaz. Her şey zihniyete göre, niyete göre... Çünkü insan aklıyla kalbiyle, niyetiyledir. Niyet ettiği güzel şeyleri her zaman yapamayabilir. Ona mükâfat veriyor Allah... Yaparsa kat kat mükâfat veriyor. Ama yapamasa da, sen buna niyet ettin diye mükâfatı veriyor.

e. Alimler Peygamberlerin Varisleridir

Bir hadis-i şerif daha okuyalım, böylece sohbetimizi tamamlayalım diye düşünüyorum. Bu da yine ilimle ilgili olduğu için, sohbetimin dışında bırakmak istemedim. Uzunca bir hadis-i şerif, ama dinlemekte, söylemekte çok faydalar var:

RE. 419/10 (Men harace yürîdü ilmen yeteallemühû fütiha lehû bâbün ilel-cenneti ve fereşethül-melâiketü eknâfehâ, ve sallet aleyhi melâiketüs-semâvât, ve hîtânül-bahr. Ve lil-àlimi minel-fadli alel-àbidi kefadlil-kameri leyletel-bedri alâ asgari kevkebin fis-semâi.

İnnel-ulemâe veresetül-enbiyâi. İnnel-enbiyâe lem yüverrisû dinâran ve lâ dirhemen, ve lâkinnehüm verrasül-ilm. Femen ehaze bil-ilmi fekat ehaze bihazzıhî..

Mevtül-àlimü musîbetün lâ tücberu ve selmetün lâ tüseddü ve hüve necmün tumise, mevtü kabîletin eyseru min mevti àlim.)

Ebû-Derdâ RA'dan. Artık bunu, bütün üniversiteye başlayan öğrenciler ezberlemeli yâni. İlmi neden öğrendiğini o zaman artık ergenlik çağında iyice anlarlar. Tabii ortaokulda, lisede öğrenseler daha iyi. Bence herhalde ilkokuldan sonra, bunu ezberletmeli çocuklara... Artık herkesin çocuğu ne yapar bilmiyoruz ama, kendi çocuklarımıza öğretelim!..

Efendimiz SAS buyuruyor ki:

(Men harace yurîdu ilmen yeteallemühû) "Kim evinden, diyârından ilim öğrenmek için, ilmi öğrenmek istiyerek kim çıkarsa..." Ne olur? (Fütiha lehû bâbün ilel-cenneh) "Onun için, cennete doğru giden yolun önünde bir kapı açılır. Onun için, cennete doğru bir kapı açılır." Yâni, iyi bir alim olarak öğrenir, yetişirse, cennete varacak demek ki.

(Ve fereşethül-melâiketu eknâfehâ) "Melekler kanatlarını yayarlar ona..." Hem gölgelemek için, korumak için, hem de, "Buyur başımızın üzerinde yerin var, seni isteğin yere götürelim!" gibi düşünebiliriz.

(Ve sallet aleyhi melâiketüs-semâvât) "Göklerin melekleri ona dua ederler, salât ederler. 'Esselâtü ves-selâmü aleyke' diye salât ederler. (Ve hîtânül-bahr.) Denizdeki balıklar bile dua ederler."

Halbuki denizde ne kadar balıklar vardır? Milyarlarca, sayısı mümkün değil; onlar bile dua ederler. Artık nasıl oluyorsa, bu Cenâb-ı Hakk'ın bileceği bir şey. Peygamber Efendimiz buyurmuş: "Denizdeki balıklar bile âlimiin kıymetini bilip, ona dua ederler. Gökteki melekler de..."

(Ve lil-àlimi minel-fadli alel-àbidi) Alimin fazl u kemâl, rütbe ve derece bakımından, abidle mukayese edildiği zaman derecesi nasıldır?.. (Kefadlil-kameri leyletel-bedri) Ayın ondördünde dolunayın, (alâ asgari kevkebin fis-semâi) gökteki en zayıf yıldızın yanında parlaklığı ne kadar fazlaysa, ışığı ne kadar çoksa; âlimin, âbid üzerine kıymeti, o zayıf ışık pırıltıcığı yanında dolunayın koca pırıltısı gibidir. O kadar fazladır âlimin kıymeti, dolunay gibidir yâni.

(İnnel-ulemâe verasetül-enbiyâi.) "Hiç şüphe yok ki mü'min âlimler, ârif âlimler, mürşid-i kâmiller, din âlimleri, imanlı âlimler, (verasetül-enbiyâi.) peygamberlerin vârisleridir." Çünkü, peygamberlerin yaptığı görevi devam ettiriyorlar.

(İnnel-enbiyâe lem yüverrisü dînâran ve lâ dirhemen) "Hiç şüphe yok ki, peygamberler dinâr, dirhem, altın para, gümüş para, hazine, miras bırakmazlar, bırakmadılar. Hiçbir peygamberin böyle bir mirası yok. Para biriktirip servet yığıp da onları miras bırakmadılar. (Ve lâkinnehüm verrasül-ilm) İlim miras bıraktılar. Din ilmi, ma'rifetullah; Allah bilgisi, âhiret bilgisi iman bilgisi, edeb, ahlak bıraktılar." İşte âlimlerin peygamberlerden aldıkları miras bu.

(Femen ehaze bil-ilmi) "Kim öğrenirse, ilmi alırsa, (fekad ehaze bihazzıhî.) işte o bu mirastan nasibini almış olur." Peygamberlerin (Aleyhimüs-salavâtü vet-teslimât)'ın bıraktığı mirastan nasibini almış olur.

(Mevtül-àlimi musîbetün lâ tücber) "Alimin ölümü, telâfi edilemeyecek bir büyük felâket ve musibettir." Cebere, yarayı sargıyla sarmak mânâsına geliyor Arapçada. Alimin ölümü, böyle sarılamayacak, tedâvi edilemeyecek, merhem sürülüp sargı beziyle sarılamayacak bir büyük musibettir, belâdır, yaradır. Âlim öldü mü, öyle oluyor.

(Ve selmetün) Gedik demek, yarık demek. (Ve selmetün lâ tüseddü) "Alimin ölümü, duvarda, surda kapatılmayan bir gediktir. İslâm'ın surunda, yâni kalesinde bir gedik meydana gelir; kapatılması mümkün olmaz. (Ve hüve necmün tümise.) O artık böyle ışığı sönmüş bir yıldız gibidir öldüğü zaman."

(Mevtü kabîletin eyseru min mevti àlim.) Bir kabile, bir sürü insan ölseler daha hafiftir; bir alimin ölmesi, daha büyük bir felâkettir." Çünkü alimin hizmeti, sıradan insanların hizmeti gibi değildir, onlardan kat kat daha fazladır. Milyonlara, milyarlara ışık tutar, kavimlere yol gösterir, yanlışlıkları düzeltir. Doğru yolu aydınlatır, insanları doğru yola çevirir, çeker.

Şimdi burada bir şeyi hatırlamaya çalışıyorum, ama hatırlayamadım; birisi İslâm'ın bir hakikatine itiraz etmiş. Bu cebir, (musibetün lâ tücber)'den hatırlamaya çalışıyorum. Cebrin yara sarmak mânâsına olduğunu bilmiyor, artık o Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin Cebbâr ismine mi itiraz etmiş, nasılsa şu anda hatırlayamadım. Arapça'yı bilmemekten, yâni kelimenin kökeninin hangi anlamdan doğup, ne şekilde kullanıldığını bilmemekten.

Onun için, ilim yolunda giden kardeşlere, asistanlara, doçentlere, profesör kardeşlere de tavsiye ederim; bu eski âlimleri, eski kitaplarda yazılan bilgileri yabana atmasınlar! Onların bu hususdaki tecrübeleri, bilgileri, mütâlaaları kat kat fazla... Çok derin incelikleri kavramış durumdalar. Ben çeşitli ana kaynak kitapları okuyorum da, o kadar derinden derine incelemişler, o kadar samîmi öğrenmişler, o kadar güzel biliyorlar ki, hayran olmamak mümkün değil.

Eğer fikir bakımından eskilerle arasında bir fikir farkı olduysa, çok dikkat etsin kardeşlerimiz, birden karar vermesin! Acemilik yapmasın, acemi çaylaklık yapmasın, acemi doktorluk yapmasın! Sonra hayatı boyunca hatasını telâfi edemez. Yanlış bir kanaate girer, hem kendisi sapıtır, hem de başkalarını saptırır. Öyle olmasın...

Allah-u Teàlâ Hazretleri cümlemize hakîkî ilimler, faydalı ilimler, ilm-i nâfîler ihsân eylesin... Kendimizi, evlâtlarımızı, yakınlarımızı böyle âlimler zümresinden eylesin... Hiç olmazsa evlâtlarımızdan bir tanesini o yola vakfedip hizmete gönderirsek, ne kadar güzel olur!..

Hani Meryem Validemiz'in annesi:

"--Yâ Rabbi! Şu karnımdaki yavrumu senin dinine, imana hizmet için vakfetmeye niyet ettim." diye düşünmüş hamileyken.

Meryem Validemiz doğunca da:

"--Yâ Rabbi, bu kız oldu. Halbuki ben onu erkek olacak, öyle hizmet edecek sanıyordum." demiş.

Ama Cenàb-ı Hak onun hizmetini, o iyi niyetle vakfetmesini kabul etmiş. O küçük bebek, o vakfedilen bebek Meryem Validemiz olmuş. Meryem Validemiz de, mübarek bir cennetlik hatun olmuş. O da Hazreti İsâ AS'ın annesi olmuş. Ne kadar güzel!..

Yâni oradan ibret alalım ki, bak, onun annesi yavrusunu Allah'ın dinine hizmet etsin diye vakfetmeye niyetlenmiş. Biz de hiç olmazsa bir çocuğumuzu, Allah'ın dinine hizmet etsin diye yönlendirelim!.. Çok ihtiyacı var müslümanların böyle samimi alimlere... Yâni para pul hesabı yapmayan, menfaat hesabı yapmayan, dünya ehli olmayan, âhireti düşünen, samîmî, ihlâslı, derin alime çok büyük bir ihtiyaç var.

Allah hepimizin evlatlarını ve kendimizi ve eşlerimizi, ailelerimizi hayırlı ilimlerle mücehhez, samîmî, has hâlis, âlim, fâzıl, kâmil kullardan eylesin... Bihürmeti esmâihil-hüsnâ ve habîbihil-müctebâ...

Allah hepinizden râzı olsun...

Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..

26. 05. 2000 - AVUSTRALYA