Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN

AKRA FM Cuma Sohbeti

25 Şubat 2000

ALLAH BİR KAVMİN HAYRINI İSTERSE...

Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..

Aziz ve sevgili izleyiciler ve dinleyiciler! Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun... Her türlü güzelliklere, mutluluklara, Allah hem dünyada hem ahirette hepinizi sevdiklerinizle beraber erdirsin...

Peygamber SAS Efendimiz'in hadis-i şeriflerinden üç hadis okumak istiyorum. Bir kavim, bir topluluk nasıl hayra erer, onu anlatan üç hadis-i şerif. Birbiriyle uygun olduğu için...

a. Alimlerin Çok Olması

Birinci hadis-i şerifi İbn-i Ömer RA'dan Deylemî isimli hadis alimi, rahmetullàhi aleyh rivayet eylemiş. Mübarek metnini okuyorum:

RE. 28/3 (İzâ erâdallàhi bikavmin hayran kessera fukahàehüm, ve ekalle cühhâlehüm, feizâ tekellemel-fakîhü vecede a'vânen, ve izâ tekellemel-câhilü kuhir; ve izâ erâde bikavmin şerran kessera cühhâlehüm ve ekalle fukahâehüm feizâ tekellemel-câhilü vecede a'vânen, ve izâ tekellemel fakîhü kuhir.) Sadaka rasûlüllàh, fî mâ kàl, ev kemâ kàl.

Peygamber Efendimiz SAS bu rivayete göre buyuruyor ki:

(İzâ erâdallàhi bikavmin hayran) "Allah-u Teàlâ Hazretleri bir kavmin hayrını murad etti mi, bir topluluğun, bir milletin, bir kavmin hayrını istedi mi; (kessera fukahàehüm) din alimlerini, dini derinlemesine ve doğru olarak, geniş bir anlayışla, güzel bir şekilde bilen alimleri çoğaltır."

Kessera yerine, eksera rivayeti de var. Eksera, çoğaltır mânâsına; kessera, çok çoğaltır mânâsına. Alimler artar. "Allah bir kavmin hayrını murad etti mi, dini doğru bilen, Allah'tan korkan makbul alimleri arttırır. (Ve ekalle cühhâlehüm) Cahillerini de azaltır." Bu Allah'ın bir lütfudur. Bir milletin içinde alimlerin artması, cahillerin azaltılması Allah tarafından o kavme bir lütuftur, ihsandır, ikramdır.

(Feizâ tekellemel-fakîhü vecede a'vânen) "Öyle bir toplumun içinde fakih, dini iyi, derin, geniş, sağlam bilen alim kişi konuştuğu zaman, yardımcılar bulur, destekçiler bulur, onu sevenler bulur. Sözü geçerli olur, uygulanır. (Ve izâ tekellemel-câhilü) Cahil de tabii her zaman, her yerde vardır. O da konuşabilir ama, konuşur ama, (kuhira) kahrolunur. Yâni ezilir, sus denilir, susar, hükmü olmaz, cahilin cahilliğinden dolayı zararı olmaz." İyi niyetli bile olsa cahil, konuşması zararlı olduğundan, susması uygun olur, bastırılması uygun olur.

Aksine, bil'akis, bunun karşılığı olarak: (Ve izâ erâde bikavmin şerran) "Allah bir kavme kızıp da onun şerrini, kötüye gitmesini murad ederse..." Çünkü mukadderat onun eliyle oluyor. Takdiri kalemi ne yazarsa, sonuç itibarıyla kâinat ve toplumlar, insanlar, kişiler, varlıklar o kaderin çizgisinde gidiyorlar. (Kessera cühhâlehüm) "O zaman, cahillerini çoğaltır. Dini bilmeyen cahil insanlar çoğalır. (Ve ekalle fukahâehüm) Fakihler azalır."

Nasıl azalır?.. Vefat ederler, azalır. Din ilimlerine rağbet olmaz, azalır. Harb, darb çeşitli şeyler olur, alimler azalır. (Feizâ tekellemel-câhilü) Bu durumda, böyle bir ortamda cahil konuştuğu zaman, (vecede a'vânen) destekçiler bulur, yardımcılar bulur, cahilin sözü geçer, hükmü geçer. (Ve izâ tekellemel fakîh) Yanlışlıkları gören alim, fazıl kimse kalkıp bir şey söylemeye kalkışınca, başlayınca; (kuhira) kahrolunur, ezilir, susturulur, konuşturulmaz.

Tabii cehaletin hakim olduğu bir toplum da ezilir, yenilir, tarihin sahnesinden silinebilir, Allah saklasın...

Tarih boyunca böyle olmuştur. Meselâ, Büyük Selçuklu Devleti'nin genişlemesi, büyümesi nasıl oluyor?.. Medreselere çok büyük bir önem veriliyor. Her yerde Nizamiye Medreseleri kuruluyor, çok büyük alimler yetişiyor.

Osmanlı devletinin gelişmesi nasıl oluyor?.. Anadolu'da yetişen alim, fazıl kimselerin, hattâ başta Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Efendimiz'in yaktığı meş'ale, ışık; Ahmed-i Yesevî Hazretlerinin, Hacı Bektâş-ı Velîlerin çalışmalarının sonucudur. Bir fidan hemen dikildiği zaman meyva vermiyor, büyüdüğü zaman meyva veriyor. Ama o fidanı kimin diktiği çok önemli...

Osmanlı o başarısı ondandır. O mübareklerin telkinleriyle, işaretleriyle, irşadlarıyla, çalışmalarıyla kurulduğu için, ilim çok rağbet gördüğünden, her yerde medreseler yapıldığından, Osmanlı nerede bir şehri fethetmişse, oraya mektep medrese yaptığından, alimler çoğaldığından yükselmiştir. Asrının çizgisinin üstünde, ilerisinde gitmiştir. Düşmanları toplu toplu geldikleri halde, birleşerek geldikleri halde yenmiştir. İlerlemiştir, yükselmiştir.

Fatih Sultan Mehmed bir dâhîdir. İstanbul'u alırken kullandığı usüller, imkânlar, aletler çok önemli... Onun başarmak için tutturduğu yol, nümûne bir kişiliği var. Peygamber Efendimiz de zâten hadis-i şerifinde buyurmuş: "İstanbul muhakkak fetholunacaktır. Onu fetheden ordu ne iyi bir ordudur, o ordunun komutanı ne iyi bir komutandır." diye medheylemiş. O medhe lâyık bir kimse...

Alimlerin hàkim olduğu bir devlet idi ilk zamanlar. Sonraki zamanlarda alimler ikinci plana itilince, vezirler ve sâireler sözü ele alınca, saray entrikaları işe tesir etmeye başlayınca, alim kahrolunca, cahillik çoğalınca, alim ezilip titreyince, asılıp kesilince, işler tersine dönmüştür. Çünkü ilerlemek, yükselmek, çalışmak olmadan bir millet durduğu yerde durduğu gibi bile kalmıyor. Mutlaka atılmak, çalışmak ve ilerlemek lâzım!

Duraklamak, artık ölüme mahkûmiyet demek oluyor. İlimde öncülüğü kaptırmamak lâzımdı veyahut yarışı bırakmamak lâzımdı. Bizden geri milletler bizden ileri gidiyor diye göz açmak lâzımdı, çalışmak lâzımdı. Bunlar yapılmamıştır.

Bunları tabii niçin söylüyoruz: "Şimdi günümüzde örnek alalım, tarihten, olaylardan ibret alalım da, kendimizi düzenleyelim!" diye söylüyoruz.

b. İyi ve Kötü Kavmin Özellikleri

İkinci hadis-i şerif yine aynı konularda olan bir hadis-i şerif:

RE. 28/4 (İzâ eradellàhu bikavmin hayran vellâ aleyhim hulemâehüm, ve kadà beynehüm ulemâühüm, ve cealel-mâle fî sümehâihim; ve izâ erâde bikavmin şerran vellâ aleyhim süfehâehüm, ve kadà beynehüm cühhâlühüm, ve cealel-mâle fî bühalâihim.)

Deylemî Mihrân isimli sahabiden rivayet etmiş. Yanında (ve lehû suhbetün) buyruluyor, yâni "Bu Mihrân'ın Peygamber Efendimiz'le bulunmuşluğu vardır, sahabidir, tereddüt edilmesin." diye kayıt koymuş Gümüşhàneli Hocamız Ahmed Ziyâüddin (Rh.A). Allah evliyâullah büyüklerimizin şefaatine erdirsin cümlemizi...

Bu hadis-i şerifte de aşağı yukarı aynı konu. Tabii başka bir hadis-i şerif, biraz da farklar var:

(İzâ eradellàhu bikavmin hayran) "Allah bir kavmin hayrını murad ederse, yâni o kavme hayır yapmak isterse, onun iyiliğini isterse, o kavmi taltif etmek isterse, seviyorsa, mükâfâtlandırmak isterse ne yapar?.. (Vellâ aleyhim hulemâehüm) Onların başına halim, selim, feylesof, hakîm, hikmet sahibi, kızmayan, sabırlı, titiz, yumuşak, iyi idareciler geçirtir."

(Ve kadà beynehüm ulemâühüm) "Aralarında bir şeyler olduğu zaman, meseleler olduğu zaman, alimleri meseleyi çözerler, hükme bağlarlar, ihtilafları çözümlerler." Burda kadà diye harekelenmiş ama, belki vellâ müteaddî fiil olduğu gibi, kadà da kaddà'dır. O zaman, (Ve kaddà beynehüm ulemâehüm) "Alimlerini hüküm veren kişiler haline getirtir, öyle takdir buyurur, nasib eder." demek

(Ve cealel-mâle fî sümehâihim) "Malı Allah semâhatli, cömert insanların eline verir."

Demek ki Allah bir kavmin iyiliğini istediği zaman, başındaki kimseler halim oluyor. Halim ne demek; kızılacak yerde bile kızmayan, basîretli, düşünceli kimse demek... Bir milleti hakîmler, feylesoflar, bilge kişiler idare ederse; onlar çok önemli ana kararları alırlar, toplum mimarlarıdırlar; devleti yönlendirmekte, ana yönleri seçmekte çok etkili olurlar. Yanlış yönlere sürüklenmez, maceralara sürüklenmez.

Meselâ, Hitler Almanya'yı bir maceraya sürükledi, böldürttü, yaktırttı, yıktırttı. Kendisi de ne olduğu belli değil; intihar mı etti, öldürüldü mü?.. Yeni toparlanıyor Almanya. Yine toparlandı ama, Hitler bir misâl olmuş oluyor.

Halîm kimseler idareci; alim kimseler söz sahibi, hükmü onlar veriyor, ihtilâfları onlar çözümlüyor; sorunların çözümlerini ortaya koyuyorlar ve öyle yapılıyor. Mal da iyi insanların elinde; işrete, zevke, fısk u fücûra harcanmıyor, faydalı yerlere harcanıyor, fakirlerin eline ulaştırılıyor. Çünkü cömert insanın elinde, cimri insanların elinde değil. Güzel..

Demek ki bir milletin iyi bir durumda olması için, ilerlemesi, yükselmesi için ana noktaları burda öğrenmiş oluyoruz. Yöneticiler iyi olacak. Toplumu yönlendiriciler alim kimseler, iyi insanlar olacaklar. Salâhiyet, para pul da iyi kimselerin elinde olacak. Çünkü Peygamber Efendimiz bir başka hadis-i şerifinde buyuruyor ki:

(Ni'mel-mâlüs-sàlih, lir-racülis-sàlih) "Sàlih bir insana helâl bir mal, çok mal olması ne kadar yakışır." Çünkü onu güzel kullanır.

E peki kötü bir insan mal sahibi olursa ne olur?.. Babadan miras, haylaz, haydut bir evlâda kaldı. O parayı kötüye kullanır, şerre kullanır, işrete, şehvete kullanır, mahveder. Kendisini de mahveder, yakınlarını da mahveder, ana babasını, çoluk çocuğunu, ailesini de mahveder. Millete de zararı olur.

(Ve izâ erâde bikavmin şerran) "Aksine, bu söylenenlerin karşıtı olarak, bir kavmi cezalandırmak isterse; şerrini isterse o kavmin, cezalandırılmasını murad ederse, o zaman ne yapar?.. (Vellâ aleyhim süfehâehüm) Aklı doğru çalışmayan, boş kafalı insanları yönetici olarak başlarına getirir. (Ve kaddâ beynehüm cühhâlehüm) Cahilleri hüküm veren insanlar haline getirir." Fiili kadà diye okursak: (Kadà beynehüm cühhâlehüm) "Cahiller meselelerde hüküm verirler." Tabii yanlış karar verirler.

Birisi sormuş, "Benim evim var, kiraya şu kimseye verebilir miyim?" diye. Sorduğu kimse bir yerde ünvanlı bir kimse, yönetici, yüksek bir kimse diye... O da pat diye yalan yanlış bir cevap vermiş. Neden?.. Cahil... Bir insanın bir noktada ünvanlı, rütbeli olması her şeyi bilmesini gerekli kılmıyor, fiilen öyle olmuyor. Bir şeyi biliyor, öteki şeyi bilmiyor. Bilmediğini de, "Ben bu konuyu bilmiyorum!" diyemiyor; böbürlendiğinden, şiştiğinden, yanlış fetvâ veriyor. O çok kötü bir şey...

Bilmediği konuda fetvâ vermek çok kötü bir şey ama, adam "Ben bunu bilmiyorum." diyemediği için, "Bu benim saham değil, ben bunu bilmiyorum, sorayım!" dese, tamam, güzel bir şey olacak.

"Benim bildiğim bazı şeyler var, kendi sahamda şunları biliyorum ama, bunu bilmiyorum." diyebilir. Demiyor işte, yalan yanlış fetva veriyor.

"Falancaya kiraya verebilir miyim?" diye sormuş, "Veremezsin!" demiş. Niye veremeyecek, verebilir. Veremezsin dediği, mezheb bakımından farklı olan bir kimse... Verilebilir. Hattâ din bakımından farklı bir kimseye bile, insan mülkünü kiraya verilebilir. Bunun dînî bakımdan, fıkıh bakımından bir mânîsi yok. Kendi ülkende, kendi binana geliyor birisi, kiracı olmak istiyor; sen de kiraya veriyorsun. Ama bilmeyince, yanlış fetvalar veriyorlar.

(Ve cealel-mâle fî bühalâihim) "Mal da cimrilerin, cibiliyetsiz, haysiyetsiz kişilerin elinde olur." Sarfedilmesi gereken yere sarfetmezler; toplum ilerlemez, hayır hasenat yapılmaz.

Allah böylece anlatılan bu kötü durumlardan bizleri korusun ve İslâm toplumlarını anlatılan iyi hallere sahib toplumlar eylesin...

c. Allah'ın Misafir Göndermesi

Üçüncü hadis-i şerifi Hulvânî, Ebüş-Şeyh Kursàfe RA'dan rivayet etmiş. Kısa, biraz konu değişik ama, başlangıç kelimeleri aynı:

RE. 28/5 (İzâ erâdellàhu bikavmin hayran) "Bir kavmin Allah hayrını murad ederse..." Burdaki kavm, ulus mânâsına değil, topluluk mânâsına değil; bir takım insanlar demek, hattâ bir kişi demek. (Ehdâ ileyhim hediyyeted-dayf) "O insanlara Allah misafir gönderir." O gönderilen Allah'ın hediyesidir ona. Neden?.. Misafire ikram ederse, sevap kazanacak da ondan, Allah'ın rızasını kazanacak da ondan.

"Allah bir kavmin hayrını murad ederse, onlara misafir hediyesi gönderir." Yâni misafirleri hediye gibi, hediye olarak onlara gönderir. Karşıdan işte atlılar geldi, kervan geldi, misafir oluyorlar.

Tabii bazıları cömert olur, misafiri sever. Bazıları da sevmez, "Nerden geldi bu herifler?" der, istemez. Ama şunu hemen söyleyeyim, bunlar fiilen böyle oluyor; yüzünü buruşturuyor bazı kimseler misafir geldiği zaman.

Burda murad edilen misafir de, bize akşamları çay içmek için gelen misafir gibi değildir burda murad edilen. Gelecek, yatacak, yedireceksin, içireceksin, barındıracaksın. Yolcu demek. İhtiyacı var, han yok, hamam yok, başka çare yok. Gelecek o obada, o köyde kalacak. Mecburen herkes evlerine alacaklar. Kimisi istemez böyle şeyi yüzünü buruşturur Ama misafiri sevmeyeni Allah sevmez. Misafire ikram edene Allah ikram eder. Bu hadis-i şerifte onu göreceğiz.

"Allah bir kavmin hayrını murad ettiğinde ona misafir gönderir, hediye olarak." Misafir ne yapar?.. (Yenzilü birizkıhî) Misafir kendi rızkı ile gelir, misafir olur oraya. Neden?.. Cenâb-ı Hak o misafirin rızkını gönderir. Kulu değil mi, yaşadığı müddetçe rızıklandırmayacak mı?.. Rızkını gönderir.

Ev sahibi bilmez işin neden olduğunu. Dükkânda bir olağanüstü alışveriş olur, işinde bir bereket olur. Kazancında bir fazlalık olur. Daha misafir gelirken, Allah onun misafirinin rızkını gönderir.

Ben kendi hayatımdan da buna benzer çok olaylar anlatabilirim. Öyle olur ki, meselâ birkaç kişiye bakar bir kimse... Allah işine bereket verir, verir, verir; o kişiler gittikten sonra iş azalır. Neden?.. Ötekilerin rızkını da Allah ondan verdi de ondan... Bazıları anlayamaz, çünkü esrârengiz bir şeydir, perde arkasında olan bir şeydir. Bilen bilir, arifler bilir.

Misafir rızkı ile gelir. Yâni senin rızkını yiyecek değil, senin ağzından lokmayı alacak değil, senin çuvalını kilerini boşaltacak değil. Boşalır gibi olsa bile, "Hocam, işte bir çuval un vardı. Geldiler, şu kadar gün kaldılar; çuvallar bitti." Tamam ama, sonuç itibariyle o çuvalların yerine daha fazlasını Allah gönderir. meraklanma, rızkı ile gelir.

(Ve yertahilu ve kad gaferallàhu liehlil-menzil) Giderken nasıl gider?.. (Burda ve ile başlayan cümle, Arapça hal cümlesi derler, öyle bir cümle. Tercümede biraz hata yapılmış yan tarafta, ona dikkat edilmemiş.) "Evden, konaktan, misafir olduğu yerden ayrılırken, oranın sakinlerinin, evin ahalisinin günahlarını da affettirip, alıp, götürüp öyle gider." Yâni misafire ikram eden, barındıran kimseyi Allah mağfiret eder, günahları bağışlanır. Neticede mutfakta, kilerde de bir eksiklik olmaz; kesede, kasada da bir eksiklik olmaz; çünkü Allah telâfi eder, bol rızık gönderir. Misafir ağırlayan kimse, misafir sayesinde bol bol yer, içer, rahat eder.

Onun için, İslam'da muhabbet çok önemli olduğundan, müslümanın müslümanı sevmesi çok önemli olduğundan, müslümanın herkese karşı kanunla tesbit edilemeyen, mecbûrî olmayan, fazîlet bâbından olan görevleri olduğundan, muhabbeti artırıcı şeylere çok dikkat etmesi lâzım! Bunlardan birisi de misafiri sevmektir.

Şimdi burda benim bazı tanıdığım arkadaşlar var. Hemen misafire yapışır, evine götürür, Allah razı olsun... Ben de takılırım, "Seni kurnaz seni menfaatperest..." filân diye şaka yaparım. Yâni mânevî menfaatini çok iyi bilir. Sevap olduğunu bildiği için, hemen evine misafiri götürür ve güzel ağırlar. Ekseriyetle o kapar misafirleri, götürür. Neden?.. Misafirin ağırlanmasının fayda getirdiğini bildiğinden, sevaplı olduğunu da bildiğinden, maddî bakımdan kârlı olduğunu da bildiğinden, iktisâdî bakımdan da eve faydalı olduğunu bildiğinden yapıyor. İnancı kuvvetli bir kardeş.

Bunu bilmeyen misafirden gocunur, kaçınır, mâzeret uydurur, yalan uydurur, bahane uydurur, misafiri misafir etmekten kaçınır. O da kendisinin bileceği bir şey...

Peygamber Efendimiz bildiriyor işte burada: "Meraklanma, senin malını, mülkünü, rızkını yiyecek değil; o kendi rızkıyla gelir ve seni afv ü mağfiret ettirir, günahlarını alır götürür." diyor, ne kadar güzel! İnsanın afv ü mağfiret olmak için yapmayacağı şey yok... Allah beni affetsin diye çare arayıp duruyor. O halde ne yapacak?.. Misafir edinecek, sevapları kazanacak.

Allah-u Teàlâ Hazretleri cümlemizi dinimizin ahkâmını bilen, sevaplı, hayırlı fiilleri yapan, günah işlerden, kötü huylardan, hallerden kaçınan müslümanlar eylesin... Rabbimizin rızasını, sevgisini kazanmayı nasîb etsin... Huzuruna sevdiği, razı olduğu kullar olarak varalım... Rabbimiz cennetiyle, cemâliyle cümlemizi müşerref eylesin...

Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû, aziz ve sevgili izleyiciler ve dinleyiciler!..

25. 02. 2000 - AVUSTRALYA